Читать книгу Abay Yolu 2. Cilt (Muhtar Auezov) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Abay Yolu 2. Cilt
Abay Yolu 2. Cilt
Оценить:
Abay Yolu 2. Cilt

5

Полная версия:

Abay Yolu 2. Cilt

– Kuneke! Uzun bir seyahate çıkıyor, Allah’ın yoluna gidiyorsunuz. Buna da “dilenme seferi” deniyor ya! “Giderken buradaki hakiki bir dilencinin derdini dinleyerek gitsen” diye bekliyorduk. Şu çocuğun bir arzı var. “Allah için söyleyiver” diyerek beni peşine takıp getirdi, dedi.

Kunanbay kaşlarını çattı, tiksinerek baksa da yürüyüşünü durdurmak zorunda kaldı:

– Ben dünya sözünden uzaklaşmak için yola çıkan biriyim. Arzını benden başka birine söyleyemez miydin, dedi. Darkembay:

– Başkasına değil, size söylenecek bir arz idi Kuneke.

– Bana söyleyecek ne sözü varmış bu çocuğun?

– Sözü kendi başında olduğu için geldik…

Kunanbay çevresindeki topluluktan, özellikle tüccarlar, imamlar ve imam vekillerinden çekindi. Bu arada göz ucuyla etrafı bir kolaçan etmişti. Herkes afallamış, apışıp kalmıştı. Kunanbay’ın yakınında yürüyen Maybasar Darkembay’ı şimdi tanımış ve onu, önüne katarak Kunanbay’ın yolundan uzaklaştırmak istemişti:

– Darkembay mısın, nesin? Ne diye “arzım var” diyerek yola çıkmak üzere olan kişiye yapışıyorsun? Çekilsene kenara, dedi. Son kelimelerini fısıldayarak söylese de öfkeyle söylemişti.

Fakat Darkembay ondan korkmuş değildi. Şimdi Kunanbay ve Maybasar’ın, oradaki hazirundan çekindiğini fark etmiş, sesini özellikle sertleştirerek herkese duyururcasına konuşmaya başlamıştı:

– Binlerce fakir fukaranın içinden gelen bu çocuğun arzı, senin dinlemen gereken bir söz. Allah yoluna giderken özel olarak dinlenilmesi gereken bir söz.

– Bu çocuk kim? Arzı nedir? Çabucak söylesene, diyen Kunanbay’ın kaşları hâlâ çatık, sesi memnuniyetsiz idi. Darkembay çocuğu tanıttı:

– Çocuk, evvelki Borsak Kodar’ın torun kardeşi. Bu Kögaday’ın evladı. O zamanlar Kodar ölünce tek kardeşi Kögaday Sıbanlar arasında gündelikçi olarak çalışıyordu, ırakta kalmıştı. Kendisi hayatı boyunca can çekişen hasta bir adamdı. Altı yıl oldu. Kögaday da öldü. Dolayısıyla Kodar’dan kalan tek nesil şu yetim çocuk Darmen, dedi.

Zayıf yüzünde boz tüyler biten, göz çukurundaki yeşil damarları görünen ve etsiz kemikleri göze çarpan çocuk öylece duruyordu. Gözlerinden birini kirli koluyla silen ve titreyen çenesi ile gözyaşlarını zorla durduran Darmen Kunanbay’ın gözüne baktı. Kunanbay onu da ok gibi fırlatacakmışçasına:

– Bu çocuğun bende nesi var ki, dedi.

– Nesi yok ki, Kuneke, diyen Darkembay keskin gözlerini Kunanbay’ın gözüne dikti ve eleştirmen gibi baktı.

– Söyle öyleyse bunun bana diyeceği sözünü. Yürüyün şöyle, dedi. O, Darkembay’ın konuşmasının ağırlaşarak devam edeceğini tahmin ediyordu. Diyeceği sözleri topluluğun önünde söyletse kendi kendisine yumruk atmış gibi olacağını hissetmiş, Darkembay ile çocuğu önüne katarak kalabalıktan uzaklaştırmıştı…

Bahçe içinde Kunanbay’ı çevreleyen yaşlı genç Irğızbaylar ile tüccarların zenginlik ve varlıklılıklarını gösteren kunduz börklü kaftanlı giyim kuşamı gibi imamların ve imam vekillerinin sarıklı cüppeli görünüşleri de seçkinceydi. Kunanbay, Darkembay ile Darmen’i bu seçkin topluluğun arasından çıkarıp uzaklaştırmış gibi oldu. Tinibek’in bahçesindeki bu iki kişi bitap düşmüş hâlleriyle ve bir deri bir kemik kalmış cılız yüzleriyle bir başkaca eskiyip tozarmış gibi görünüyorlardı. Köhnemiş yırtık giysileriyle farklı bir azap dünyasından hortlayarak gelen, yoksulluk ve ağır muhtaçlık tutkunları gibiydiler. Kunanbay onları topluluktan ayırarak kenara çıkardığında Maybasar ve Takejan da arkalarından geldi. Abay da onların peşine takıldı.

Darkembay konuşuyordu:

– Kodar’ın tek kardeşi ölse de “kan hakkı” demedi. Sesini çıkarmadı zamanının çilekeşi, dedi.

“Zamanının” sözü Kunanbay’ın ta kendisini ifade ediyordu. Bundan huylanan Kunanbay artık kızmaya ve öfkeyle konuşmaya başladı:

– Ne diye boşboğazlık ediyorsun Darkembay? “Kodar’ın kan hakkını iste” diye seni bana gönderen hangi Bökenşi, hangi Borsak? Söylesene şunların adlarını, diyerek kahırlandı. Kunanbay’ın bugün sabahtan beri çehresini kaplayan mülayim derviş, uysal mümin görüntüsü bütünüyle yok oldu. Düşmanlık ve çarpışma sırasında göğererek çatılan eski sert kisvesini yeniden bulmuştu. Bir anda gürüldeyerek saldıran, yakaladığı avın derisini dişleri ve tırnaklarıyla yüzmeye başlayacak olan yırtıcı yabanilerin acımasız vahşilik çehresine bürünüverdi.

Darkembay onun bu görünüşünden de çekinmiş değildi:

– “Kan hakkı iste” diye gönderen Borsak yok. Borsaklarda böyle bir kan hakkı da yok. “Kan hakkı” demiyorum. Fakat Karaşokı’yı ne yapacaksın? Orası bu çocuğun terekesi değil miydi? O Karaşokı’da bugün büyük oban, Künke’nin obası kışlayıp mal bakarak, türeyip çoğalarak oturmuyor mu? Allah’ın evine gideceksin… Böyle yalnız kalmış bir yetimin hakkını boynuna ilerek mi gideceksin, dedi.

Kunanbay bağırıverdi:

– Yeter artık Darkembay!

– Ben diyeceğimi dedim.

– Hayatım boyunca garezini benden esirgemeyen belalı düşmanım! Sen miydin, kan bürüyen gözlerini dikerek arkamı kollayan felaketim?

– Kuneke! Ben belanın başı değilim. Sadece beladan koruyan bir baş idim!

– Eskiden tüfeğin gezini bana doğrultan da sen değil miydin?

– Nişan alsam da ateş etmiş değilim… Günahsızımın boynuna halat takıp darağacına asan karşımda diri dolaşıyor ya, diyen Darkembay sert bir nefes aldı. Keskin bakışlarını hâlâ Kunanbay’ın yüzünden çevirmemişti.

Kunanbay ne kadar kahırlı, ne kadar zehirli olsa da böylesi bir ithamdan alabildiğine korkmuş, beti benzi kaçmış, titremeye başlamıştı.

– O zaman vurmadıysan, bugün vurdun işte! Bu, benim mezarıma sıktığın kurşun oldu, dedikten sonra “daha ne duruyorsun, buna tahammül ediyorsun” der gibi birden bire Maybasar’a döndü. Çaresizliğini anlayarak “bu herif yakama yapıştı yahu, deyiverdi. Maybasar aynı anda sert bir hamleyle Kunanbay ile Darkembay’ın arasına daldı, kaynarcasına kinlenerek müdahale etti. Çok fena küfür ettiği Darkembay’ı uğurlayıcı topluluğun görmeyeceği şekilde zulalayarak gövdesinden yumrukladı:

– Kapat çeneni, dedikten sonra, konuşmasını sona erdirmek için kısık sesle “artık sesini çıkarırsan sakalından tutar, oğlak gibi keserim seni” dedi.

Kunanbay geri dönerken Takejan ve Maybasar iki kolundan tuttukları Darkembay’ı olduğu yerde alıkoydu. Darkembay’ın yumruklandığını gören Darmen avaz avaz ağlamaya başladı:

– Günahım boynuna… Günahım boynuna, diyerek ağlıyordu.

Darkembay iki sağlam yiğidin baskısı altında olsa da son sözünü Kunanbay’ın ardından sertçe söyledi:

– Dün kudretini Ağa Sultan olarak yürütüyordun. Şimdi Hacı Kunanbay olarak yürütmek için gidiyormuşsun. Anladım, bu Allah yolu değil… Yine yas tutturan Kunanbay yolundan gidiyormuşsun. Öldürt, dalat beni eniklerine, dedi.

Maybasar ile Takejan, ikisi iki taraftan boğuk sesle konuşarak Darkembay’a:

– Kes sesini, nesepsiz, diyor ve o arada nefes nefese pençeleyip didikliyorlardı.

O anda onların yanına kadar gelmiş olan Abay, ağabeyi ile amcasının Darkembay’ın yakasına yapışmış olan ellerini yolarcasına çekti ve sertçe itekleyiverdi:

– Allah’ın belaları, arsızlar! Çekin ellerinizi, deyiverdi.

Desteksiz kalınca sırtüstü düştüğü yerden Abay’a bakan Darkembay, onun yüzünün bomboz olduğunu, iki gözüne kan dolduğunu, Takejan ile Maybasar’ı yarıp geçercesine ateş savurduğunu gördü.

Abay:

– Müdahale etmeyin, arsızlar! Bunun talebi, babamın Allah huzurunda cevap vereceği sorunun kendisi. Ne sandınız, ne düşündünüz siz! Basiretsiz utanmazlar! Mekke’ye giderken de “böyle günahlarım var” diye düşündüğü için gitmiyor mu, dedi ve Maybasar ile Takejan’ın konuşmasına fırsat tanımadı. O anda yüzünü Darkembay’a döndü ve şefkatli bir ses tonuyla.

– Darkembay! Söylemesen olmazdı tabii. Bununla ilgili yürek acın olunca, çetin yerde dile getirsen de ayıplayamıyorum. Babam için ben borçluyum. Beddua etmeden, burada beklemeden dönüver ziyalım. Sözün bana yetti. Etimi bırak, kemiğimden geçti. Git şimdi, gidin hadi, dedi. Darkembay’ı öperek ayağa kaldırdı, cebinden çıkardığı yüz somu5 Darmen’e verdi, bahçenin arka kapısına doğru yönlendirdi…

Kunanbay uzun süre ses çıkaramadı. Birbirine sokularak bahçeden uzaklaşmakta olan Darkembay ile Darmen’in arkasından bakarken içinden fısıldayarak tövbe eden biri gibi olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada Izğuttı ve Uljan Kunanbay’ın yanına yaklaştı, yola çıkma vaktinin geldiğini hatırlattı. Kendine gelen Kunanbay bahçedeki kişilerle aceleci bir şekilde çabuk çabuk vedalaştı ve faytona bindi. Izğuttı ile Uljan da faytona binip onun yanına oturdu. Akrabalarıyla birlikte Uljan da kocasını belirli bir yere kadar götürüp uğurlayacaktı…

Al donlu üç atın koşulduğu şık fayton zengin evin geniş kapısından tıkırdayarak, şıngırdayarak akarcasına çıkarken onları uğurlamak amacıyla başka faytonlara ve atlara binmiş olarak peşlerine takılan insanların sayısı hiç de az değildi. Kunanbay’ın faytonunun ardından iki fayton daha çıktı yola. Onların birine Mekiş ile Abay binmişti. Diğerine ise Tinibek ile baybişesi. Böylesine bol sürücüsü olan faytonlar ve atlılar sokağı doldurup yüksek sesle konuşa konuşa tozutarak giderlerken küçücük şehrin kadını erkeği, çoluğu çocuğu koşturarak kapı önlerine yahut pencere diplerine yığılmış, uzun süre dağılmadan hacca giden yolcuları uğurlayanların arkalarından bakmışlardı. Bu şehirde, bugün, kimin seyahate çıktığını ve nereye gittiğini bilmeyen kimse yok gibiydi.

Salınımı uzun süren topluluğun en önünden hızlı bir şekilde giden Kunanbay’ın faytonu kısa bir süre içinde şehrin dışına çıktı, batıya doğru uzanan toprak yola düştü.

Süvarilerin tamamı yele uçuşturuyor, bir toplaşıp bir dağılarak hemen peşlerinden geliyordu.

Kunanbay dönüp arkasına bakmıyordu. En azından bir duraklık mesafe sonrasında bütün akrabalarla tekrar bir araya geleceğini ve hepsiyle vedalaşacağını biliyordu.

Darkembay’dan ayrıldıktan sonra uzun süre ses çıkaramamış, surat asıp kaş çatarak oturup kalmıştı. “Duruluğumu bulandırdı, duruluğumu bulandırdı efendim” diye düşünüyordu. Bazen, çukurda biriken durgun bir suya atılan keseğin oluşturduğu dalgaları ve o suda oluşan bulanıklığı hayal ediyor, gözünün önüne getiriyordu. Gidişiyle ilgili düşünceleri ve önceden kararlaştırdığı mizacı bu sabahki tavrı ve sözlerindeki gibiydi… Sofuca sözler söyleyip tavırlar takınarak geride kalan halkı kendi yolculuğuna hayır dua ettirecek, arkasında bırakarak yoluna gidecekti. Darkembay, fırtına gibi eserek bütün bunları silip süpürmüş, onu bu hayattan kovarak çıkarmış, fırlatarak dışarı atmış, tek başına bırakmıştı sanki.

Bundan dolayı öfkeden kudurarak uzun süre ses çıkarmadan oturmuş, nihayet kendisini zorlukla toparlamıştı. Artık hiç değilse Uljan’la helalleşip, gönlünü alarak gidecekti.

Mırzahan’a atları yavaşlatmadan sürmeye devam etmesini söyledi ve Uljan’a döndü. Hâlden anlayan ve duygusal bir adam olan Izğuttı o anda sürücüye doğru kaydı, Kunanbay ile Uljan’ı son konuşmalarında yüz yüze ve baş başa bıraktı. Kendisi Mırzahan ile yolun gidişi ve dönüşleri hususundaki tahminlerini konuşmaya başladı. İlkbaharın ilk günleri idi. Bu bölgede yeşilliklerin aheste bir şekilde yeni yeni bitmeye başladığından, kış soğuğunun da tam olarak geçmediğinden dem vuruyordu.

Kunanbay bütün vücuduyla Uljan’a doğru döndü, yüzüne bakarak konuştu:

– Baybişe, sadece ev arkadaşım değil, hayat yoldaşım idin. Uzun geçen ömürde hangi zorluğun altına girersem gireyim, arkamdaki desteğim sen idin. “Kaderin baht verdiği bir insanım” diye düşünürdüm… Konuşmasak da her zaman yerimi gösteren bir sima ile yürek vardı sende. Buna güvenirdim de bazen asabileşir, bazen gurbete giderdim. Bahtımın sarhoşluğuyla şımarmış olmalıyım… Şimdi hangi tepenin başında kalacağımızı kim bilebilir. Senin söyleyeceğin bir kusurum varsa bile, benim sana yükleyecek zerre kadar nazım yok… Samimi yüreğin ve iyi niyetlerinden Allah razı olsun, evlatlarının bahtı açık olsun… Hayatım boyunca benim söyleyeceklerimi kendin söyledin, hayallerimi kendi hayalin gibi benimsedin, dedi.

Kunanbay’ın bu konuşması esnasında Uljan’ın nurlanmış akçıl pembe yüzü içini donduran sezgilerle göğerdi ve çok değişti. Fakat ses çıkarmadan oturdu, yüreğindeki duyguları bastırdıktan sonra:

– Mırza, atalarının ülküsünü hayata geçirecek neslin olsun! Senin için de kendim için de dileyeceğim tek dileğim bu. Bu seyahatine kusur yüklemeyi bırak, naz etsem bile bu yaptığım hâlden bilmezlik olurdu. Beni darağacı gibi yükselterek konuştun. Fakat ben öyle değilim ki! Her dönemdeki işlerimi düşünüyorum da, benim de kabahatim çok yahu. Doğru mu, yanlış mı, bilmiyorum Mırza, dedi ve ağırbaşlılıkla kocasının yüzüne baktı.

Uljan artık dengi biriyle kendi arzuladığı gibi serbestçe konuşan düşünceli bir görünüşe bürünmüştü. Bu arada kendi yüzü de yeniden doğal güzelliğini bulmuş, bir türlü nura bulanmış gibiydi. Seyrek karşılaşılan güzellikte, ferah ve eşsiz bir görünüş… Sözünü sürdürdü:

– Gençlik çağında insana döşek de, ev de, hatta dünya da dar imiş. Ama yaşlanıp da zeval çağına yaklaştıkça dünya genişliyor imiş… Zaman geçtikçe insan küçülüyor, çevresindeki kuytu yerleri aramaya başlıyor, başkalarına yer açmak istiyor. Kusurları azalıyor, bağışlayıcılığı çoğalıyor, hevesi kaçıyor. Bu ruh hâlinin bana galip gelişi üzerinden çok zaman geçti, dedi ve biraz fasıla verdi. Kunanbay tüm dikkatini ona veriyor, can kulağı ile dinliyordu. Düşünceli gözleri “daha da söyleyiver” der gibi yalvarırcasına Uljan’ın yüzüne dikilmişti. Karısının söylediği sözler tam da Kunanbay’ın içindekileri okur gibiydi.

Uljan konuştukça nurlanan yüzünü hafifçe kaldırdı, duygulanan gözlerini birazcık kıstı:

– Son zamanlardaki bu durumu söylediğime bakma, ben de diğer kadınlar gibi biriyim. Ben de onların çektiği; bir o yana bir bu yana savrulmaları, dişleri gıcırdatan gerilmelerle bir kenara çekilip büzüşmeleri içimde yaşayarak geçirdim. Yalnızca kadınlar, ana bağrındaki yavru gibi ya erkeklere yanaşıp dayanarak yahut uzaklaşıp çekişerek büyürler. Kadın erkekten kötülük de alır, haysiyet de alır. “Benim iyiliğim varsa o senin de yabancın değildir, kendindendir” diye bilirim. Sen sen olmasan, ben ben olmazdım herhâlde. Eksikliğim olmuşsa, başkalığım olmuşsa, bunun birazı senden olmuştur. Uzun zamanları böyle geçirdikten sonra, bugün gelip memnuniyetini söyleyerek gitsen yeterli olur. Bu saatten sonra ben seninle çekişecek değilim ya Mırza, dedi. Uzun hayatı boyunca kocasından kaynaklanan pek çok üzüntü hafızasında dursa da onlara değinmedi. Duygularının önünü kesti. İkisi de nice yıllardan beri ilk defa tam da bu helalleşme sırasında birbirine bu kadar açılmıştı. Birbirlerine şükranlarını ifade ederek içtenlikle anlaştılar. Bu durum ikisini de memnun etti…

Bu konuşmadan sonra Kunanbay hafif ve uygun düşen başka konulara geçti. Bu mevzulara Izğuttı’yı da dâhil etti. Kunanbay ile birlikte Mekke’ye gidecek olan imam vekili Öndirbay uzun zamandan beri ona saygı gösteren biriydi. Şimdi bütün akrabalardan da yakın olacak, birlikte seyahat edeceklerdi.

Bu Öndirbay’ın Kunanbay’dan bir ricası vardı. “Ya bir kız vereyim, ya bir kızını alayım, hısım olalım” diye arzuluyordu. Bu defa görüştüklerinde Öndirbay ricasını tekrar dile getirirse, Kunanbay söz keserek yola çıkmak istiyordu. Öyle olursa mektupla bildirecekti. Öndirbay’ın genç bir kızı vardı. Uljan onu gelin edip kendi yanına alsa uygun olurdu. Kunanbay’ın en genç oğlu dağdeviren haylaz Ospan evleneli iki üç yıl olmuştu. Fakat kendisi aklına getirmese de ana babası için torun sevemeden geçen yıllar hüzne dönüşüyordu. Böylece, bu defa, Ospan’a bir eş daha alma fırsatı vardı. Uljan buna hazır olmalıydı.

Yol boyunca bu faytonun içinde konuşulan şimdiki sohbet konusu bu oldu…

Üç kulanın koşulduğu ikinci faytonda Abay ile Mekiş vardı. Bu ikisi uzun süre konuşmadan seyahat etti. Her birinin gönlü bir başka türlü düşüncelerle dolup taşıyordu. Kalabalıktan uzaklaştıktan sonra Mekiş hüzünlü yangıyla betimlenen düşüncelerinin ağır akınına teslim oldu, kendisini dizginlemeden ağladıkça ağladı. Abay bir iki defa ona “yeter artık Mekiş, ağlama” diyerek durdurmak istese de ablası onu dinlemedi. Nihayet Abay sessizce kendi iç dünyasındaki düşüncelere dalıp gitti.

Abay’ın aklını tamamıyla meşgul eden düşünce deminki Darkembay’ın sözleri ile tavırları idi. Abay’a göre o, Kunanbay’ın yemek için önüne koyduğu lezzetli aşı tekmelemiş, alt üst edip gitmiş gibiydi. Onun başındaki pis bez garipliğin talihsizlik kursağı gibi hissediliyordu. Çocuk ise bütün hayatıyla, biçareliğiyle ve Darkembay’ın dile getirdiği doğru çekişmelerle Kunanbay’a verilmiş hayat hükmü gibiydi. Bu hüküm duayla, namazla, oruçla ve hacı olmakla başa çıkılamayacak kadar ağır bir hükümdü.

Bu hüküm karşısında “böyle günah bir rezilliğim vardı” diye pişman olan Kunanbay olsa neyse. Yok! Abay babasının yüzünde böyle hakiki bir pişmanlık da görmüş değildi. Sadece onun her zamanki katı hiddetini görmüştü. Bu iki mizaç arasında uçurumlar kadar fark vardı. Bunlar günahkârlık il masumiyet arasındaki kadar birbirine ters duygulardı. Öyleyse… Babasının bu seyahati, bu gidişi niyeydi? Demek ki Darkembay’ın sözlerinde haklılık payı vardı. Kunanbay’ın gidişi Allah rızası için değildi, toplum üzerindeki tahakkümünü pekiştirmeye yönelik bir gidişti… Bu yargıya ulaşan Abay kaşlarını çatıverdi, derin bir alaycı istihza ve memnuniyetsizlikle gülümsedi. Kunanbay’ın hâlini düşünmekten, gönlünü onun seyahatiyle ilgili kaygılardan uzaklaştırdı ve başka bir hâle büründü.

Hızlı giden fayton o sırada tek tük bitmeye başlamış olan ve yolun iki yakasını bürüyen kısacık otların arasından geçiyordu.

İlkbahar, uzun zamandan beri şehirden çıkmayan Abay’a, gelişini daha yeni beyan etmiş gibi oldu. Sol yakada, uzaktaki ufukta, gri bir duman içinde Semey dağı göründü. O da kardan arınmıştı. Sanki kocaman, yamuk ve sert bir dalga kıvrılıp çatılarak gelmiş, ebede kadar susarcasına dağ olarak katılaşıp kalmış gibiydi. Çevresindeki her yanı birbirinin aynı olan geniş bozkır ortasında tek başına yükselen ve yakışıksızca olduğu yerde kalakalan bu tek tepeli dağ, ebediyete kadar sepsessiz kalarak öylesine uzayıp giden çölün bir devrinde herhangi bir şekilde yerden fışkırırcasına yükselen ama önüne çıkan engele takılarak kalan isyan dalgası mıydı? Öfke patlaması mıydı? İşte öylesine bir görünüşteki farklı bir dağ idi, bu dağ…

Abay, dağın siluetinde böylesine ayrıksı bir yapı görerek gözlerini ayırmadan ona bakarken kalpağını çıkardı. Semey dağından efil efil esen elverişli yel sıcaktan bunalan başını ve yüzünü okşadı.

Haz duyarak derin derin iç çektikçe vücudu dinçleşti, uyanık ve duygusal gönlü de ferahlayıp genişler gibi oldu. Düşüncelerinin temelinde babasının bugün helalleşirken söylediği sözler, hayatı boyunca babasından duymadığı laflar, o güne kadar fark etmediği ücralıklar vardı. Uzun ömrü boyunca farklı bir mizaçla yaşayan babası, şu son saatlerde fevkalade dalgalanarak ortaya çıkan yeni bir sırla kendini göstermişti. Şimdi ayrılacakları dönemde içindeki büyük bir sureti ortaya çıkarmış, kim olursa olsun herkesi bağışlatır türden ar ve keder tonuyla konuşmuştu. O vakitten beri Abay babasını seyahate uğurlayan bir kişi gibi değil, babasının ölerek kopup gideceği saatte onun yanı başında durarak candan gelen samimi ve içtenlikli sözlerle konuşan bir kişi gibi olmuştu.

Mekiş’in sıcak gözyaşlarını bir kez daha sildiğini fark eden Abay kendi işini kendisi anlamayan birisi gibi dağa bakıp mırıldanarak şarkı söylemeye başladı. Mekiş onun tam da bu sırada şarkı söylemesini uygunsuz bularak birdenbire başını çevirdi ve kardeşine baktı. Şaşkınlıkla bakan gözlerini Abay’a dikti. Dikkat kesildi. Kardeşinin söylediği şarkı fevkalade keder dolu, içtenlikli ve bilinçli bir ezgiye benziyordu.

Abay, azıcık sözsüz dizemleri seslendirdikten sonra, bir ara Mekiş’e döndü. Ağırbaşlılıkla attığı bakışta, bozararak ilhamlanan nurlu yüzünde “dinle de gör” diyen bir buyurma işareti vardı. Ezgiye söz kattı. Mekiş baş tarafını tam olarak anlamamıştı. Ne hakkında olduğunu bilmiyordu. Biraz sonra tam olarak dikkat kesilip kulak verdiğinde kardeşinin ezgilere kattığı sözleri anladı.

Kardeşi:

 “… Mala değil, insana cömert idi, Hasmı, sıkıntıya iteleyiverdi. Dürüst Mırza utanç duyup, Âleme yayacak örneği.Kazak oğlu zulüm görse de,Aradığı yüzle görüşecekti.Sönmez çıra bırakacak olanGönlünü mala kaptırmaz ki”

dedikten sonra rengi kaçan yüzünü semaya doğru kaldırdı, iki gözü yaşararak tekrar ilhama daldı. Kısa bir süre sonra vücudunu gerdi, bilinçli bir kuvvetle sesini bastırarak şarkısının sonunu söyleyiverdi:

“Buyruğuna Allah’ınÖnceden boyun eğmeli.Mekiş, anlasan olmaz mı?Hayat bitince ölüm gelmeli!Gidenin yolu nurlu olsun demeliSabır göstersen uygun düşmez mi”

deyip durdu ve yüzünü Mekiş’e döndürdü. O ana kadar sığlaştırarak, kısıklaştırarak baktığı gözlerini şimdi birdenbire tam olarak açmıştı. Mekiş sevinçle gülümsüyordu. Ağlaması bitmiş, gözleri kurumuştu.

“Tekrar söyle” diye ısrar etti. Kardeşi bu fayton yolculuğu sırasında ortaya çıkan ve ilk defa dile getirdiği şiirini tamamıyla aynı şekilde tekrar etmese de bir kez daha söyledi. Ablasının bununla avunduğunu anlayınca tereddüt etmedi, birkaç şiir daha okudu.

Böylece, Kunanbay hakkındaki ağır düşünceleri şimdilik bir sakinlik bulmuşa benziyordu. Sükûnet bulan gönülle ikisi de bir süre sessizce oturdu.

Abay, gönlüne hoş gelen dünya görkemini serbestçe şiirleştirebiliyordu…

Abay’ın yüreği, serin üfürüşü kesilmeden esen parlak güneşli bu ilkbahar gününe başkaca bir sevecenlikle bakıyordu. Nice sıcak dalgalı sezgiler gövdesine sığamayıp içinde sıkışıyormuş gibiydi… Şiir şarkıya dönüşüyor, nazlanarak dile geliyordu… O da ara vermeden mırıldanıyordu.

Abay dikkat etmemişti. Mekiş, onun söylediği bütün şiirleri can kulağıyla dinliyormuş. Hem de yabancı birinin değil, kardeşinin kendi şiirleri olduğunu bilerek dinliyormuş:

– Abay, sen şairmişsin ya efendim, dedi ve gülüverdi.

Abay Mekiş’i unutmuştu. Evvela bu sözden ürkmüş gibi utandı:

– E-e, bunu nereden çıkardın, diye sordu. Mekiş gülerek:

– İşitiyorum ya yahu… Niye saklamak istiyorsun ki? Erbol da, diğer bütün arkadaşların da bunu söylüyor ya! “Atışmalara katılmasa da açık seçik şair” diyorlar, bu doğru mu, dedi.

Abay bunu duyunca güldü:

– Dedikleri doğru! Şairim!

– Ne tür şiirler söylüyorsun?

– Ey Mekiş ey! Benim şiirlerim yele yazılıyor yahu.

– O nasıl yani?

– Ben kederimi sevdiğime söylüyorum. Sevdiğim geri dönemeyecek kadar uzakta. Aynı zamanda sabit bir biçimde yanımda! Yâdımda kalacak tek yangım o ya, onu söyleyince yele yazılmışla bir olmuyor mu? Nene gerek?

– Kederin ne? Bu nasıl söz? Sende nasıl bir yangı olacak ki, diyen Mekiş suçlayıcı ve eleştiren gözlerle baktı. Kardeşinin kaşları çatıldı ve yüzü tekrar asıldı. Tombulca yuvarlaklaşan yüzünde tek bir kırışık bile yoktu. Çok güzel olan yüzüne bu günlerde uzatarak bıraktığı kıvrık bıyıkları da çok yakışıyordu. Seyrek kara sakalı da yüzündeki izanı bozmadan birazcık uzayıp kalmıştı.

Mekiş merakla bakarken Abay’ın burnu ile yüzünde azıcık güneş düşünce fark edilen hafif bir nur görüyordu. Bu, daha yeni olgunlaşan yiğitliğin gerçek yakışıklılık çehresiydi. Ateşli ve şuurlu gözlerinin akı ile karası besbelliydi. Hem görkemli hem sıcak bakan gözleri ile çehresi temizdi. Gören kişiyi kendine çeken ve gayri ihtiyari tekrar baktıran elmas gibi etkili gözler. İncecik olan ve uzunca çizilmiş gibi duran kapkara kaşları da yiğit simasının yakışıklılığını açar gibiydi.

Mekiş, öz kardeşine içten içe överek baktı. “Kederim var” deyişine inanmamıştı. Öyle olunca kardeşini konuşturup meseleyi öğrenmek istedi:

– Peki, ne kederinden söz ettin, şunu anlatsana, diye sordu.

Abay’ın şifa bulmaz gönlünde, geçmiş günün serap gibi güzel hayallerinin hatırası vardı. Bu yürek hissiyatını, ta o günlerde, o günlerden sonra yanılmaz yoldaşı olan bir şarkı ile dile getirmişti. Hatırası, Janibek’te geçen bir yayla gecesiyle ilgiliydi. Süyindik obasında kurulan altıbakan salıncakta asılı beşiği Toğjan’la birlikte hızlandırırken bu şarkıya sırlarını katmıştı ikisi de. Herkesin gözü önünde söyledikleri bir şarkıda aynı duyguyla atan yürekleriyle buluşmuşlardı. Şu ilkbahar günü, Toğjan’ı başkaca büyük bir özlemle hatırlatıyor, alabildiğine arzulatıyordu. Bu duygular içindeki Abay, işte o Topaykök şarkısına başladı.

Ablasının “söyle” dediği kederi, onun yüreğindeki arzusu, aklındaki dileği idi. Bu defa Topaykök’e şakıyan bir sesle değil, yumuşak ve sakin bir ezgiyle başlayınca fevkalade nazik bir keder döküldü. Mekiş özellikle şarkı sözlerini can kulağıyla dinledi. Efkârla dolup taşan yiğit içtenlikle söylüyordu:

bannerbanner