Читать книгу Yeşilin Kızı Anne: Ingleside (Люси Мод Монтгомери) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside
Оценить:
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

4

Полная версия:

Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

“Çünkü Doktor Bey kendisiyle beraber gitmemi istiyor. Zavallı Bayan John Paxton’ı görmeye gidecek. Kadın ölüyor… Ona bir faydası yok Doktor’un. Elinden geleni yaptı. Ancak yine de zavallı kadın Doktor’un uğramasını istiyor.”

“Pekâlâ Bayan Blythe. Buralarda Doktor Blythe olmadan kimsenin doğmadığı ya da ölmediği bilinen bir şey. Bu akşam araba yolculuğu için güzel bir akşam. Ben de ikizlerle Shirley’i yatırdıktan sonra mutfak alışverişi için köye iner ve Bayan Aaron Ward’ı gübrelerim diye düşünüyordum. Olması gerektiği gibi çiçek açmadı. Mary Blythe Hanım yukarı çıktı ve her bir adımında iç çekip başının ağrıdığını söyledi. Yani en azından bu akşam birazcık huzur ve sessizlik olacak.”

“Jem’in zamanında yatağa girdiğinden emin ol olur mu Susan?” diyen Anne sözlerine şöyle devam etti. “Sandığından çok daha yorgun oluyor. Hiç yatağa girmek istemiyor. Walter da bu gece gelmeyecek. Leslie orada kalması için izin aldı.

Jem yan kapının merdiven basamaklarında oturuyordu. Dizinin üzerine koyduğu ayağı çıplaktı. Küçük çocuk bir şeylere surat asmakla meşguldü. En çok da Glen Kilisesi’nin kulesinin arkasındaki kocaman aya surat asıyordu. Jem dolunaydan hoşlanmazdı.

“Dikkat et de suratın öyle kalmasın.” dedi Mary Maria teyze çocuğun yanından geçip içeri girerken.

Bunun üzerine Jem suratını daha fazla astı. Yüzünün böyle kalacak olması umurunda bile değildi. Hatta böyle kalmasını istiyordu. “Defol git ve sürekli kuyruğumda dolaşma.” dedi kendisine sokulan Nan’e annesi ve babası arabayla uzaklaştıktan sonra.

“Mızmız!” dedi Nan. Ancak Jem’in yanından uzaklaşmadan önce arkasındaki merdiven basamağına onun için getirdiği kırmızı aslan şekerini bıraktı.

Jem ona aldırmadı. Hatta daha fazla sinirlendi. Kimse ona düzgün davranmıyor, herkes onunla uğraşıyordu. Nan daha o sabah, “Sen bizim gibi Ingleside’da dünyaya gelmedin.” demişti. Di, o gün öğlen tavşan çikolatasını yemişti. Hem de Jem’e ait olduğunu bildiği hâlde. Walter bile onu terk etmiş, Ken ve Persis Ford’la kumda kuyu kazmaya gitmişti. Ne kadar da eğlenceli! Kendisi Bertie ile birlikte dövme yapıldığını görmeyi ne kadar da istiyordu. Jem bir şeyi daha önce bu kadar çok istediği başka bir zamanı hatırlamıyordu. Bertie’nin bahsettiği Kaptan Bill’in şömine rafında duran tam armalı muhteşem gemi maketini görmeyi ne kadar da istiyordu. Bu çok üzücü bir durumdu.

Susan, akçaağaç aromalı krema ve cevizle kaplı koca bir dilim pasta getirdiğinde, “İstemem sağ ol.” demişti soğukça. Kendisine neden zencefilli çörek ve kremadan ayırmadığını merak ediyordu. “Muhtemelen diğerleri yemiş olmalı.” diye düşündü. “Domuzlar!” diye geçirdi içinden. Daha derin bir kedere gömüldü sonra. Çocuklar Liman Ağzı’na gitmek üzere çoktan yola koyulmuş olmalılardı. Bu düşünceye dayanamıyordu. Ailesinden bir şekilde intikam almalıydı. Di’nin içi talaşla doldurulmuş oyuncak zürafasını oturma odası halısında kesip açmayı düşündü. Bu Susan’ı çıldırtmaya yeterdi. Susan ve cevizleri… Susan, pasta kremasında ceviz sevmediğini çok iyi biliyordu. Belki de Susan’ın odasına girip takviminin üzerindeki melek tasvirine bıyık çizmeliydi. O şişko pembe, gülen melekten hep nefret ederdi çünkü Jem Blythe’ın sevgilisi olduğunu söyleyen Sissy Flag’e benziyordu. Sissy Flag! Ama Susan o meleğin çok tatlı olduğunu düşünüyordu.

Belki de Nan’in oyuncak bebeğinin kafasını koparmalıydı. Belki de Gog ya da Magog’dan birinin hatta her ikisinin de burnunu kırmalıydı. İşte o zaman annesi artık bir bebek olmadığını anlardı. Gelecek bahara kadar sabredecekti. Dört yaşından beri her baharda annesine mayıs çiçeği toplardı ama gelecek baharda toplamayacak, ona gününü gösterecekti.

Belki de olgunlaşmamış ağaçtaki küçük yeşil elmalardan bir sürü yiyip kendini hasta ederdi. O zaman korkarlardı. Belki de bir daha asla kulaklarının arkasını yıkamazdı. Belki de gelecek pazar kilisedeki herkese komik surat yapmalıydı. Belki de Mary Maria teyzenin yatağına tırtıl koymalıydı. Kocaman, benekli, kımıl kımıl bir tırtıl… Belki de limana kaçıp Kaptan David Reese’in gemisinde saklanarak ertesi sabah Güney Amerika’ya doğru yola çıkmalıydı. Acaba o zaman üzülürler miydi? Belki de bir daha dönmezdi. Belki de Brezilya’da jaguar avlardı. O zaman üzülürler miydi? Hayır, muhtemelen üzülmezlerdi. Kimse onu sevmiyordu. Pantolonunun cebinde büyük bir delik vardı ve kimse bu deliği dikmemişti. Ama umurunda değildi. Bu deliği Glen’deki herkese gösterip kendisiyle nasıl ilgilenilmediğini kanıtlayabilirdi. Bu düşünceleri gittikçe şiddetlenerek kendisini boğdu.

Tik tak… Tik tak… Tik tak… Salondaki büyükbaba saati böyle sesler çıkarıyordu. Büyükbaba Blythe öldükten sonra Ingleside’a getirilmişti. Zaman diye bir şeyin olduğu eskilerden kalma bir aletti. Jem bu saati genelde çok severdi ama o sırada nefret etmişti. Sanki, “Ha ha! Yatma zamanın geldi.” dercesine kendisiyle alay ediyordu. “Diğer çocuklar Liman Ağzı’na giderken sen yatağa gidiyorsun. Ha ha!.. Ha ha!.. Ha ha!..”

Neden her gece yatağa gitmek zorundaydı ki? Neden?

Glen’e gitmek üzere yola çıkan Susan, ufacık isyankâr silüete şefkatle bakarak,

“Ben geri dönünceye kadar yatağa girmene gerek yok Küçük Jem.” dedi hoşgörülü bir şekilde.

“Bu gece yatağa gitmiyorum!” dedi Jem öfkeyle. “Evden kaçacağım. Yapacağım şey bu olacak ihtiyar Susan Baker. Buradan gidip gölete atlayacağım. Anladın mı ihtiyar Susan Baker?”

Susan kendisine “ihtiyar” diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Bunu diyen küçük Jem olsa bile… Kasvetli bir sessizlikle ağır ağır uzaklaştı. Çocuğun biraz disipline ihtiyacı olduğunu düşündü. Susan’ı izleyen ve birazcık dostluğa ihtiyaç duyan Bücürük, Jem’in karşısında durup siyah arka ayakları üzerine oturdu. Ancak bu zahmetinin karşılığını öfkeli bakışlar ve sözlerle aldı. “Defol buradan! Arkaüstü oturmuş Mary Maria teyze gibi dik dik bakıyorsun. Pislik! Demek gitmeyeceksin ha! Al o zaman!”

Jem, Shirley’nin oyuncağını kediye fırlattı. Bücürük, acılı bir miyavlamayla oradan uzaklaşıp yaban gülü çalılarının arasına kaçtı. Jem kedinin bile kendisinden nefret ettiğini düşünüp sinirlendi. Yaşamaya devam etmenin anlamını sorguluyordu.

Aslan şekeri aldı. Nan, kuyruk kısmını ve arka ayaklarını yemiş olsa da hâlâ bir aslandı bu. Yese de olurdu. Yiyeceği son aslan olacaktı bu. Aslanı yemeyi bitirip parmaklarını yaladığında ne yapacağına çoktan karar vermişti. Hiçbir şey yapmasına izin verilmeyen bir delikanlının yapabileceği tek şeyi yapacaktı.

BÖLÜM 6

“Bu evin ışıkları neden yanıyor böyle?” diye haykırdı Anne.

Gilbert’la birlikte saat on bir civarında bahçe kapısına geldiklerinde.

“Herhâlde misafir geldi.”

Ancak görünürlerde misafir yoktu ve Anne aceleyle eve koştu. Görünürde başka kimse de yoktu. Mutfakta, oturma odasında, kütüphanede, yemek odasında, Susan’ın odasında, üst kat koridorda ışıklar yanıyordu ama ev sakinlerinden kimse yoktu.

“Sence ne…” diye söze başlayan Anne telefonun çalmasıyla beraber cümlesini tamamlayamadı. Telefona bakan Gilbert’tı. Bir an için dinledi. Sonra dehşetle haykırıp Anne’e şöyle bir bakmadan çıkıp gitti. Belli ki korkunç bir olay yaşanmıştı ve açıklamalarla vakit kaybetmenin bir faydası yoktu.

Anne bu duruma alışkındı. Ölümü ve yaşamı bekleyen bir adamın karısı olmanın gereğiydi bu. Sakince omuz silkip şapkasını ve ceketini çıkardı. Işıkları ve kapıları açık bırakıp dışarı çıkan Susan’a biraz kızmıştı.

“Ba… Bayan Blythe…” dedi Susan’a ait olması imkânsız bir ses. Ne var ki bu ses Susan’a aitti.

Anne Susan’a baktı. Susan’ın başında şapkası yoktu ve gri saçları saman parçalarıyla doluydu. Elbisesinin lekesi ve renginin solgun olması şaşırtıcı bir durumdu. Hele yüzü!

“Susan! Ne oldu Susan?”

“Küçük Jem kayboldu.”

“Ne demek kayboldu!” diyen Anne aptalca bakakaldı. “Ne demek istiyorsun? Kaybolmuş olamaz!”

“Kayboldu.” dedi Susan yutkunarak. Ellerini kavuşturmuştu. “Glen’e gittiğimde yan kapının merdivenlerindeydi. Hava kararmadan döndüm… Ama o burada değildi. İlk başta korkmadım. Ama sonra onu hiçbir yerde bulamadım. Evdeki tüm odaları aradım. Kaçacağını söylemişti.”

“Saçmalık! Böyle bir şey yapmaz o. Kendini boş yere tüketmişsin. Bir yerlerdedir illaki. Uyuyakalmıştır. Buralarda bir yerlerdedir.”

“Her yere baktım. Her yere… Etraftaki arazilere ve dış binalara baktım. Elbisemin hâline bakın. Samanlıkta uyumanın çok eğlenceli olacağını söylediğini hatırlayınca oraya çıktım ve köşedeki deliklerden birinden ahırdaki yemliğe düşüp yumurta yuvasına yuvarlandım. Şansıma bacağımı kırmadım. Tabii küçük Jem kayıpken şanstan bahsetmek ne kadar mümkünse.”

Anne hâlâ kabullenemiyordu.

“Peki, sence diğer çocuklarla birlikte Liman Ağzı’na gitmiş olabilir mi Susan? Daha önce hiç itaatsizlik etmedi ama…”

“Hayır gitmedi Bayan Blythe. Küçük kuzu itaatsizlik etmedi. Onu burada arayıp bulamayınca Drewlere koştum. Bertie Shakespeare eve daha yeni dönmüştü ve Jem’in kendileriyle beraber gitmediğini söyledi. Sanki içimden bir şeyler kopup gitti. Siz onu bana emanet ettiniz ve ben… Paxtonlara telefon ettim. Bana oradan ayrıldığınızı ve nereye gittiğinizi bilmediklerini söylediler.”

“Parkerlara uğramak için Lowbridge’e gittik.”

“Olacağınızı düşündüğüm her yere telefon ettikten sonra köye döndüm. Adamlar aramaya başladılar.”

“Bu gerçekten gerekli miydi Susan?”

“Her yere baktım Bayan Blythe… Bir çocuğun olabileceği her yere baktım. Bu akşam neler çektim bir bilseniz! Bir de bana gölete atlayacağını söyledi…”

Anne elinde olmadan ürperdi. Elbette Jem gölete atlamazdı. Saçmalıktı bu. Ancak Carter Flagg’in alabalık yakalamak için kullandığı küçük bir sandal vardı ve Jem akşamki öfkesiyle gölette kürek çekmeye çalışmış olabilirdi. Zaten hep kayıkla kürek çekmek isterdi. Kayığı çözmeye çalışırken bile gölete düşmüş olması mümkündü. Bir anda çok farklı türden bir dehşete kapıldı.

“Ve Gilbert’ın nereye gittiğine dair en ufak bir fikrim yok.” diye düşündü çılgınca.

“Bu gürültü patırtı da ne?” diye sordu aniden merdivenlerde beliren Mary Maria teyze. Saçlarında bigudi vardı ve ejderha işlemeli bir gecelik giyiyordu. “Bu evde sessiz sakin bir uyku uyumak mümkün değil mi?”

“Küçük Jem kayboldu.” dedi Susan bir kez daha. Mary Maria Blythe’ın tavrına aldırmayacak kadar büyük bir dehşete kapılmıştı.

Anne evi kendi başına aramaya koyuldu. Jem bir yerlerde olmalıydı! Odasında değildi. Yatağı bozulmamıştı. İkizlerin odasında ya da anne babasının odasında da değildi. Evin hiçbir yerinde yoktu. Anne kilerden mahzene bir koşu gittikten sonra panik hâlinde oturma odasına döndü.

“Seni endişelendirmek istemiyorum ama.” dedi Mary Maria teyze sesini ürkütücü bir şekilde alçaltarak. “Yağmur fıçısına baktın mı? Geçen sene Küçük Jack MacGregor yağmur fıçısına düşerek boğulmuştu.”

“Ben… Ben oraya baktım.” dedi Susan ellerini bir kez daha kavuşturarak. “Bir sopa alıp dürttüm…”

Anne’in, Mary Maria teyzenin sorduğu soru üzerine duran kalbi yeniden atmaya başladı. Susan kendini topladı ve ellerini kavuşturmayı bıraktı. Bayan Blythe’ın üzülmemesi gerektiğini geç hatırlamıştı.

“Sakinleşelim ve kendimizi toparlayalım.” dedi titreyen sesiyle. “Sizin de dediğiniz gibi buralarda bir yerdedir Bayan Blythe. Herhâlde buhar olup havaya karışacak hâli yok.”

“Kömür kovasına baktınız mı? Peki ya saate?” diye sordu Mary Maria teyze.

Susan kömür kovasına baksa da saatin içine bakmayı akıl edememişti. Saat, küçük bir çocuğun içine saklanabileceği genişlikteydi. Jem’in orada saatlerce çömelir vaziyette durması saçmalığını bir saniye bile düşünmeden saate koştu Anne. Ancak çocuk orada değildi.

“Bu gece yatağa girdiğimde bir şeylerin olacağını hissetmiştim.” dedi Mary Maria teyze iki eliyle şakaklarına bastırarak. “Geceleyin İncil’imi okurken, ‘Günün ne getireceğini bilmezsiniz.’ cümlesiyle karşılaştım. Bu cümle kâğıdın üzerinde çok belirgindi. Bu bir işaret. Kendini en kötüsüne hazırla Annie. Bataklığa gitmiş olabilir. Elimizde birkaç tazının olmaması çok kötü.”

Anne, korkunç bir çabayla gülmeyi başardı.

“Korkarım adada hiç tazı yok teyzeciğim. Eğer Gilbert’ın ihtiyar av köpeği hâlâ yaşasaydı Jem’i kısa sürede bulurdu. Kendimizi boş yere endişelendiriyoruz bence.”

“Carmody’deki Tommy Spencer kırk yıl önce gizemli bir şekilde kayboldu ve bir daha bulunamadı. Belki de bulunmuştur. İskeleti yani. Bu gülünecek şey değil Annie. Nasıl bu kadar sakin karşılıyorsun aklım almıyor.”

Telefon çaldı. Anne ve Susan birbirlerine baktılar.

“Ben… Ben telefona bakamam Susan.” dedi Anne fısıldayarak.

“Ben de bakamam.” dedi Susan donuk bir sesle. Mary Maria Blythe’ın karşısında bu şekilde zayıflık gösterdiği için kendini bir daha hiç affetmeyecek olsa da elinden bir şey gelmezdi. İki saatlik dehşet dolu arama ve korkunç düşünceler Susan’ı altüst etmişti.

Mary Maria teyze ağır adımlarla telefona doğru yürüyüp ahizeyi eline aldı. Saçına sardığı bigudilerle duvara yansıyan silüeti bu kadının ihtiyar şeytanın ta kendisinde benzediğini düşündürmüştü Susan’a.

“Carter Flagg her yeri aradıklarını ama ondan bir iz bulamadıklarını söylüyor.” dedi Mary Maria teyze sakince. “Ama kayığı göletin ortasındaymış ve görebildikleri kadarıyla içinde kimse yokmuş. Kayığı kıyıya çekeceklermiş.”

Susan, Anne’i tam zamanında yakaladı.

“Hayır… Hayır… Bayılmayacağım Susan.” dedi Anne. Dudakları bembeyaz olmuştu. “Sandalyeye oturmama yardım et lütfen. Teşekkürler. Gilbert’ı bulmamız lazım.”

“Eğer Jem boğulduysa bu lanet dünyadaki birçok beladan kurtulduğunu düşün Annie.” dedi Mary Maria teyze kendince teselli etmeye çalışarak.

“Feneri alıp bir kez daha etrafa bakacağım.” dedi Anne ayağa kalkmayı başarır başarmaz. “Evet, baktığını biliyorum Susan… Ama bana müsaade et. Müsaade et. Böyle hiçbir şey yapmadan durup bekleyemem.”

“O zaman üzerinize kazak alın Bayan Blythe. Bu gece hava çok nemli. Sizin kırmızı kazağınızı getireyim. Oğlanların odasındaki sandalyede asılı duruyor. Ben getirinceye kadar burada bekleyin.”

Susan aceleyle yukarı çıktı. Birkaç saniye sonra bir çığlık sesi yankılandı Ingleside’da. Anne ve Mary Maria teyze yukarı koştuklarında Susan’ın koridorda, neredeyse nöbet geçirircesine kahkaha atıp ağladığını gördüler.

“Bayan Blythe çocuk burada! Küçük Jem burada! Kapının arkasındaki pencere oturağında uyuyormuş. Kapı gizlediği için oraya bakmamıştım. Yatağında da göremeyince…”

Rahatlama ve neşenin getirdiği yoğun duygularla güçten düşen Anne, odaya girdi ve pencere oturağının yanında diz çöktü. Her ne kadar kısa süre sonra Susan’la beraber şapşallıklarına gülecek olsalar da o an için sadece sevinç gözyaşları vardı. Küçük Jem pencere kenarındaki oturakta sağ salim uyuyordu. Üzerinde bir battaniye vardı ve yıpranmış oyuncak ayısı güneş yanığı küçük ellerinin üzerindeydi. Onu bağışlamış gibi görünen Bücürük ise ayaklarının dibine kıvrılmıştı. Kızıl bukleleri yastığın üzerine düşüyordu. Tatlı bir rüya gördüğünü düşünen Anne onu uyandırmak istemese de küçük çocuk, yıldız gibi gözlerini açarak annesine baktı.

“Jem canım, neden yatağında değilsin? Bizi biraz korkuttun. Seni bulamadık. Buraya bakmak da aklımıza gelmedi.”

“Buraya uzanmak istedim çünkü eve geldiğinizde babamla beraber dış kapıdan içeri girişinizi görmek istedim. Çok yalnızlık çektiğim için de uyumak istedim.”

Annesi çocuğunu kucaklayıp yatağına taşıdı. Annesinin öpücüğü, battaniyesini örttükten sonra sevildiğini hissettirircesine okşayışı… Yılan dövmesinin yapıldığını görmek umurunda bile değildi. Annesi çok iyiydi. Tanıdığı en iyi anneydi hatta. Glen’deki herkes Bertie Shakespeare’in annesine “Bayan Pinti Cimrioğlu” derdi çünkü çok cimriydi. Ayrıca en ufak bir şeyde Bertie’ye tokat atıyordu.

“Anneciğim.” dedi uykulu uykulu. “Tabii ki gelecek bahar sana mayıs çiçeği getireceğim. Her bahar getireceğim. Bana güvenebilirsin.”

“Tabii ki güvenirim canım.” dedi annesi.

“Neyse velvele sona erdiğine göre sanırım rahat bir nefes alıp yataklarımıza dönebiliriz.” dedi Mary Maria teyze. Ancak ses tonunda hırçın da olsa bir rahatlama vardı.

“Pencere kenarını hatırlamamak benim şapşallığım.” dedi Anne. “Bak şu başımıza gelenlere. Doktor bize bunu unutturmaz, orası kesin. Susan, lütfen Bay Flagg’e telefon et ve Jem’i bulduğumuzu söyle.”

“Bana da sağlam gülecektir.” dedi Susan mutlu bir şekilde. “Ama umurumda değil. Küçük Jem güvende olduktan sonra bana istediği kadar gülebilir.”

“Bir fincan çay olsa iyi olurdu.” dedi Mary Maria teyze iç çekerek. Ejderha işlemeli geceliğini zayıf bedenine iyice sarıyordu.

“Ben şimdi hemen yaparım.” dedi Susan çabucak. “Bir bardak çay hepimize iyi gelir. Sevgili Bayan Blythe, Carter Flagg, Küçük Jem’in güvende olduğunu öğrendikten sonra ‘Tanrı’ya şükür.’ dedi. Bir daha o adam aleyhine tek bir kelime etmeyeceğim. Dükkânındaki fiyatlar ne kadar pahalı olursa olsun. Sizce yarın akşam yemeğinde tavuk mu yesek Bayan Blythe? Kutlama gibi bir şey olsun diye. Küçük Jem’e de kahvaltıda en sevdiği çöreklerden yapacağım.”

Telefon bir kez daha çaldı. Bu kez arayan Gilbert’tı. Liman taraflarında feci yanmış bir bebeği şehirdeki hastaneye götürdüğünü söylemek için aramıştı ve sabaha kadar beklememelerini söylüyordu.

Anne, yatağa girmeden önce pencereden eğilerek teşekkür edercesine baktı dünyaya. Denizden serin bir rüzgâr esiyordu. Ay ışığı Çukur’daki ağaçların arasından süzülüyordu. Bir saat kadar önce yaşadıkları telaş Mary Maria teyzenin verdiği saçma tavsiyeler ve korkutucu anları hatırlayan Anne kahkaha attı. Tabii bu kahkahanın arkasında hafif bir ürperti de yok değildi. Çocuğu güvendeydi. Gilbert başka bir yerlerde başka bir çocuğun hayatını kurtarmak için mücadele ediyordu.

Tanrı’m, ona ve annesine yardım et. Dünyadaki tüm annelere yardım et. Bizden yol göstermemizi, sevgimizi ve anlayışımızı bekleyen bu minicik hassas kalpler için bizim çok fazla yardıma ihtiyacımız var.

Gece samimi bir dost misali kucakladı Ingleside’ı. Herkes, telaşından neredeyse kendini kaybeden Susan da dâhil olmak üzere tatlı ve huzurlu bir uykuya daldı.

BÖLÜM 7

“Yanında yeterince insan olacak. Yalnızlık çekmez. Dört çocuğumuz var. Üstelik Montreal’den gelecek olan yeğenlerim de bizi ziyaret edecekler.”

İri, etine dolgun, neşeli Bayan Parker, Walter’a kocaman gülümseyince küçük çocuk, ilgisiz bir tebessümle karşılık vermekle yetindi. Gülümsemelerine ve neşesine rağmen Bayan Parker’dan çok da hoşlandığı söylenemezdi. Bu kadında bir aşırılık vardı. Ama Doktor Parker’ı severdi. “Dört çocuklarını” ve Montreal’den gelecek olan yeğenlerini, Walter daha önce hiç görmemişti. Parkerların yaşadığı Lowbridge, Glen’den yaklaşık on kilometre uzaktaydı. Walter onların evine hiç gitmemiş olsa da Doktor ve Bayan Parker onları sık sık ziyaret ederdi. Doktor Parker’la babası iyi arkadaşlardı. Ancak Walter, annesinin Bayan Parker’la olan dostluğu konusunda çok da olumlu fikirlere sahip değildi. Henüz altı yaşında olduğu hâlde çocuğunun diğer çocukların fark edemediği şeyleri görebildiğini anlamıştı Anne.

Walter, Lowbridge’e gitmeyi isteyip istemediğinden pek de emin değildi. Bazı ziyaretler muhteşem oluyordu. Örneğin Avonlea’ye gitmek eğlenceliydi. Kenneth Ford’la eski Hayaller Evi’nde bir gece geçirmek ise çok daha eğlenceliydi. Gerçi orayı ziyaret etmiş gibi olmuyordu. Çünkü Hayaller Evi, Ingleside çocukları için ikinci bir ev gibiydi. İki haftalığına Lowbridge’e, yabancıların arasına gitmekse çok farklı bir şeydi. Ama bu konuda karar alınmıştı. Walter, annesinin ve babasının bu durumdan memnun olduğunu hissetmişti. Ancak bu memnuniyetin sebebi hakkında hiçbir fikri yoktu. Tüm çocuklarını başlarından atmak istiyor olabileceklerini düşündü Walter. Bu düşünce küçük çocuğu hem üzüyor hem de tedirgin ediyordu. Jem iki gün önce Avonlea’ye götürülmüştü. Susan’ın gizemli bir şekilde, “Vakit geldiğinde ikizleri Bayan Marshall Elliot’a yollamalı.” dediğini duymuştu. Peki hangi vakitti bu? Mary Maria teyzeyi karamsarlığa sürükleyen bir şey vardı ve sık sık “Umarım sağ salim atlatırsın.” dediğini duyuyordu. Sağ salim atlatılmasını istediği şey neydi? Walter’ın hiçbir fikri yoktu. Ancak Ingleside’da tuhaf bir şeyler dönüyordu.

“Onu yarın götürürüm.” dedi Gilbert.

“Küçükler bunu heyecanla bekleyecekler.” dedi Bayan Parker.

“Çok naziksiniz.” dedi Anne.

“En iyisi bu kesinlikle.” diyen Susan, Bücürük’ü mutfağa kovaladı.

“Bayan Parker’ın Walter’ı başınızdan alması çok iyi oldu.” dedi Mary Maria teyze, Parkerlar gidince. “Bayan Parker bana Walter’dan çok hoşlandığını söyledi. İnsanlar bazen tuhaf şeylerden hoşlanıyorlar, öyle değil mi? Artık en azından iki haftalığına da olsa ayağım ölü bir balığa takılmadan banyoya gidebileceğim.”

“Ölü balık mı teyzeciğim! Siz ne demek…”

“Aynen öyle demek istiyorum Annie. Ne diyorsam onu söylerim her zaman. Ölü bir balık! Sen daha önce hiç ölü bir balığın üzerine yalın ayak bastın mı?”

“Hayır… Ama…”

“Walter dün gece bir alabalık yakaladı ve hayatta kalmasını sağlamak için küvete koydu Bayan Blythe.” dedi Susan kaygısızca. “Eğer orada kalmış olsaydı sorun olmazdı. Ama nasıl olduysa küvetten zıplayıp gece ölmüş. E yalın ayak dolaşan biri de hâliyle…”

“Hiç kimseyle kavga etmemek gibi bir prensibim var.” diyen Mary Maria teyze yerinden kalkıp odadan çıktı.

“Onun beni öfkelendirmesine izin vermeyeceğim Bayan Blythe.” dedi Susan.

“Benim de biraz sinirlerimi bozuyor. Ama tabii bu iş bittiğinde çok da umurumda olmayacak. Ayrıca ölü bir balığa basmak iğrenç bir şey olmalı.”

“Ölü bir balık canlı bir balıktan daha iyi değil mi Anne’ciğim? Ölü balık kımıl kımıl etmez.” dedi Di.

Ingleside’ın hanımı ve hizmetçisi kıkırdadılar.

Sonra Anne o gece, Walter’ın Lowbridge’de mutlu olmayacağından endişelendiğini söyledi Gilbert’a.

“Çok hassas. Hayal gücü de çok kuvvetli.” dedi kederli bir şekilde.

“Hem de çok fazla.” dedi Gilbert. “Ben o çocuğun karanlıkta tek başına yukarı çıkmaktan korktuğunu düşünüyorum Anne. Parker çocuklarıyla birkaç gün geçirmek ona çok iyi gelecektir. Eve bambaşka bir çocuk olarak dönecektir.”

Anne başka bir şey söylemedi. Gilbert’ın haklı olduğuna şüphe yoktu. Walter, Jem olmadığında yalnızlık çekecekti muhtemelen. Ancak Shirley doğduktan sonra olanlar düşünülecek olursa Susan’ın evi çekip çevirmek ve Mary Maria teyzeye dayanmak dışında ne kadar az görevi olursa o kadar iyi olurdu. Mary Maria teyzenin iki haftalık ziyareti çoktan dört haftaya uzamıştı.

Ertesi gün evden ayrılacak olma düşüncesinin kasvetinden kurtulmak için kendini hayallerine kaptıran Walter, yatağında uyanık hâlde uzanıyordu. Çok canlı bir hayal gücü vardı ve bu hayalleri onun için bir kaçıştı. Tıpkı duvardaki resmi tasvir edilen at gibi, hayal gücüne atlayıp zamanda ve mekânda dörtnala koşturuyordu. Gece inmeye başlamıştı. Gece, güney tepesinde, Bay Andrew Taylor’ın korusunda yaşayan uzun boylu, esmer, yarasa kanatlı bir melekti. Walter bazen onu sevinçle karşılardı. Bazen de zihninde fazlasıyla canlı bir şekilde hayal ettiği bu şeyden korkardı. Walter, kendi küçük dünyasındaki her şeye sahne karakterleri misali hayat verirdi. Rüzgâr geceleri ona hikâyeler anlatırdı. Ayaz, bahçedeki çiçekleri ısırarak koparırdı. Çiğ sessizce inerdi. Eğer ötelerdeki mor tepeye çıkabilirse Ay’ı yakalayabileceğinden emindi. Koca Deniz hep değişir ve hiç değişmezdi. Bütün bunların hepsi Walter için kişilik sahibi varlıklardı. Ingleside, Çukur, akçaağaç korusu, bataklık, liman kıyısı ve daha birçok yer; elfler, denizkızları, orman perileri ve gulyabanilerle doluydu. Şömine rafındaki siyah Paris kedisi biblosu masalsı bir cadıydı. Geceleri canlanıp evin içinde dolaşır ve dev gibi büyürdü. Walter, başını battaniyesinin altına saklayıp ürperdi. Kurduğu hayallerden korkardı hep.

Kendisinin çok “endişeli ve gergin” olduğunu söyleyen Mary Maria teyze belki de haklıydı. Gerçi Susan bunu söylediği için onu asla affetmeyecekti ama… Yukarı Glen’deki Kitty MacGregor teyze, “üçüncü gözü” olduğunu söylerken haklıydı belki. Walter’ın uzun kirpikli, duman grisi gözlerine derince baktıktan sonra onun “genç bir bedene sıkışmış yaşlı bir ruh” olduğunu söylemişti. Belki de yaşlı ruh, genç beynin her zaman anlayamadığı şeyler hakkında çok fazla bilgi sahibiydi.

Walter’a o sabah, babasının onu ertesi sabah Lowbridge’e götüreceği söylenmişti. Walter bir şey söylemedi. Ancak akşam yemeğinde boğazına bir ağırlık çöktü ve gözyaşlarıyla buğulanan gözlerini saklamak için başını öne eğdi. Yine de yeterince çabuk davranamamıştı.

“Ağlamayacaksın değil mi Walter?” demişti Mary Maria teyze. Sanki altı yaşında bir çocuğun ağlaması sonsuza kadar ayıplanacak bir şeymiş gibi. “Nefret ettiğim bir şey varsa o da ağlak bebelerdir. Ayrıca etini de yemedin.”

“Hepsi yağ.” dedi Walter cesurca göz kırparak. Yine de kafasını kaldırmaya cesaret edemiyordu. “Ben de yağ sevmem.”

bannerbanner