Читать книгу Rüzgârın Kızı Anne (Люси Мод Монтгомери) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Rüzgârın Kızı Anne
Rüzgârın Kızı Anne
Оценить:
Rüzgârın Kızı Anne

4

Полная версия:

Rüzgârın Kızı Anne

Geçen ay gittiğim hemen hemen tüm evlerde akşam yemeğinde kabak reçeli vardı. İlk yediğimde sevmiştim. Altın sarısı rengi bana konserve gün ışığı yiyormuşum hissi yaşattı. Sonra düşüncesizce tatlıyı övmüş bulundum. Bunun üzerine kabak reçelini sevdiğim rivayeti dört bir tarafta konuşulmaya başlandı. Böylece ziyaret ettiğim her evde bana kabak reçeli ikram edildi. Dün gece Bay Hamiltonları ziyaret edecekken Rebecca Dew kabak reçeli yemek zorunda olmadığımı çünkü Hamiltonların hiçbirinin bu tatlıyı sevmediğini söyledi bana. Ancak yemeğe oturduğumuzda yan sehpanın üzerinde kristal bir kâsenin içinde kaçınılmaz kabak reçeli duruyordu.

“Bizde hiç kabak reçeli yoktu.” dedi Bayan Hamilton koca bir kepçe dolusu tatlıyı bana uzatırken. “Ama bu tatlıyı çok sevdiğinizi duyduğum için geçen pazar Lowvale’deki kuzenimi ziyaret ettiğimde ona, ‘Bayan Shirley bu hafta misafirim olacak. Kabak reçelini de pek severmiş. Ona ikram etmem için bana bir kavanoz ödünç verir misin?’ dedim.O da bana bir kavanoz ödünç verdi. Kalanını da eve götürebilirsiniz.”

Eve döndüğümde yanımda Hamiltonların verdiği üçte ikisi kabak reçeli ile dolu cam kavanozu gördüğünde Rebecca Dew’ün yüzünün aldığı hâle şahit olmanı isterdim. Burada da kabak reçelini seven kimse olmadığı için gece yarısında tatlıyı bahçeye gömdük.

“Bunu hikâyene koymayacaksın değil mi?” diye sordu endişeyle. Rebecca Dew arada bir dergiler için kurgu hikâyeleri yazdığımı duyduğundan beri Windy Poplars’da yaşanan her şeyi hikâye edeceğim korkusu ya da ümidiyle dolu. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyorum. Pringlelar hakkında yazmamı ve onları zor durumda bırakmamı istiyor. Ancak zor durumda bırakanlar Blisterlar. Onlar ve okuldaki işimden kurgu hikâye yazmaya vakit bulamıyorum.

Şu anda bahçede kurumuş yapraklar ve donmuş kökler var. Rebecca Dew gül çalılarını çubuk ile dik tutarak patates çuvallarına sabitledi. Bu hâlleriyle alaca karanlık vakitlerinde bastona tutunan yaşlı kamburlara benziyorlar.

Bugün Davy’den bol öpücüklü bir kartpostal aldım. Priscilla da Japonya’daki bir arkadaşının kendisine yolladığı bir kâğıda yazılmış bir mektup yolladı. Solgun kiraz tomurcukları figürleriyle süslü ipeği andıran incecik bir kâğıttı bu. Bahsettiği bu arkadaşıyla ilgili bazı şüpheler baş gösterdi zihnimde. Ancak senden aldığım kocaman şişman mektup günün bana verdiği en güzel hediyeydi. Mektubu iyice sindirmek için tam dört kez okudum. Mama kabını silip süpüren bir köpecik misali… Bu kesinlikle pek de romantik bir benzetme olmadı. Ancak aklıma ilk gelen buydu. Yine de en güzel mektuplar bile yetmiyor artık. Ben seni görmek istiyorum artık. Noel tatiline sadece beş hafta kaldığı için çok mutluyum.

5

Anne dudaklarında kalemi, gözlerinde hayallerle bir kasım akşamında kule odasının penceresinden alaca karanlığa doğru bakarken bir anda eski mezarlıkta yürümek istedi. Bu mezarlığı henüz ziyaret etmemişti. Akşam gezintileri için huş ve akçaağaç korusu ya da liman yolunu tercih ediyordu çünkü. Ancak kasım ayında öyle zamanlar oluyordu ki ağaçlar yapraklarını döktükten sonra ormanlara dalmak neredeyse uygunsuz geliyordu. Çünkü görkemli maddi varlıkları onları terk etmişti ve ihtişamlı saflık ve beyazlıktan oluşan manevi varlıkları onlara henüz uğramamıştı. Böylece Anne mezarlığın yolunu tuttu. O sırada öylesine keyifsiz ve ümitsiz hissediyordu ki kendini, mezarlık göreceli olarak neşeli bir yer olabilirdi. Ayrıca Rebecca Dew’ün de belirttiği üzere mezarlık Pringlelarla doluydu. Nesillerdir bu mezarlığa gömülüyorlardı ve burası artık daha fazla Pringle’ı barındırmayacak kadar kalabalıklaşmadan da yeni mezarlığı tercih etmeyeceklerdi. Anne, çok sayıda Pringle’ın hiç kimsenin sinirini bozamayacak bir yerde olduğunu görmenin kendisini şevklendireceğine inanıyordu.

Pringlelar konusunda sabrının sonuna geldiğini hissediyordu. İçinde bulunduğu hâl gün geçtikçe bir kâbus hâlini almaya başlamıştı. Jen Pringle’ın liderlik ettiği itaatsizlik ve saygısızlık harekâtı doruk noktasına ulaşmıştı. Geçen hafta son sınıf öğrencilerinden “Haftanın En Önemli Olayları” konusunda bir kompozisyon yazmalarını istemişti. Jen Pringle mükemmel bir yazı yazmıştı. Küçük şeytan çok zekiydi. Araya bir de öğretmenine yönelik sinsi bir hakaret sıkıştırmayı ihmal etmemişti. O kadar belirgindi ki görmezden gelmek imkânsızdı. Anne onu eve yolladı ve okula tekrar gelmesine müsaade etmeden önce özür dilemek zorunda olduğunu söyledi. Bu da kıyametin kopmasına sebep oldu. Artık Pringlelarla düpedüz savaş hâlindeydi. Zavallı Anne hangi tarafın zafer bayrağının dalgalanacağını da çok iyi biliyordu. Okul mütevelli heyeti Pringleları destekleyip ya Jen’in geri dönmesini ya da istifa etmesini şart koşacaktı.

Kendini çok kötü hissediyordu. Elinden geleni yapmıştı ve eğer mücadele etme imkânı olsaydı başarılı olacağından da emindi.

“Bu benim kabahatim değil.” diye düşündü perişan hâlde. “Böylesi bir kalabalık ve taktikler karşısında kim başarılı olabilir ki?”

Ancak bir de Green Gables’a yenilmiş hâlde dönmek vardı! Bayan Lynde’in öfkesi ve Pyeların sevincine dayanmak zorunda kalacaktı. Dostlarının anlayışı bile ona çile gibi gelecekti. Bir de eğer Summerside hezimeti etrafta duyulacak olursa başka bir okula asla giremeyecekti.

Ancak bu oyunda yine de Anne’i alt edememişlerdi. Bir miktar kötücüllük barındıran bir kahkaha attı ve hatırladığı şeyin sebep olduğu haylaz keyfin coşkusu kapladı yüzünü.

Anne, planladığı küçük projelerden birini finanse etmek için Lise Drama Kulübü kurmuş ve küçük bir oyunun yönetmenliğini yapmıştı. Projesi ise sınıflar için güzel oymalar satın almaktı. Kendini zorlayarak Katherine Brooke’tan yardım istedi çünkü Katherine hep bir şeylerden dışlanıyor gibiydi. Bu davetine defalarca pişman oldu çünkü Katherine her zamankinden daha sert ve alaycıydı. Yıpratıcı yorumları olmadan bir işin yapılması nadiren mümkün oluyordu. Bu süreçte kaşları fazla mesai yapmıştı. Daha da kötüsü Jen Pringle’a İskoçların Kraliçesi Mary rolünü vermekte ısrarcı olan Katherine’di.

“Okulda bu rolü oynayacak başka kimse yok.” demişti sabırsızca. “Buna uygun kişiliğe sahip kimse yok.”

Anne bundan pek emin değildi. Kendisi Sophy Sinclair’i uygun görmüştü. Uzun boylu, ela gözlü, kestane rengi güzel saçları olduğundan Kraliçe Mary rolüne Jen’den çok daha uygun olurdu. Ancak Sophy drama kulübüne üye bile değildi ve hiçbir zaman bir tiyatro oyununda rol almamıştı.

“Bu konuda acemilerle uğraşmak istemeyiz. Başarılı olmayan bir işle anılmak istemiyorum.” dedi Katherine itici bir şekilde ve Anne pes etti. Jen’in bu rol için çok iyi olduğunu inkâr edemezdi. Oyunculuğa doğuştan kabiliyeti vardı ve kendini bu işe canıgönülden vermişti. Haftada dört akşam proje yaptılar ve görünüşte her şey iyi gidiyordu. Jen rolüyle o kadar ilgiliydi ki oyun söz konusu olduğunda gayet uslu duruyordu. Anne ise ona bulaşmadı ve yönlendirme sorumluluğunu Katherine’e bıraktı. Ancak arada bir Jen’in yüzünde sinsi bir zafer ifadesi yakalamak Anne’in şaşırmasına sebep olmuştu. O an için bunun ne anlama geldiğini tahmin edememişti.

Bir gün provalar başladığında Anne, Sophy Sinclair’i kızların palto odasında ağlarken buldu. İlk başlarda ela gözlerini inkârcı bir tavırla kırpsa da sonrasında kendini bıraktı.

“Ben de oyunda olmak istemiştim. Kraliçe Mary’i oynamak istemiştim.” diye hıçkırdı. “Ama hiç şansım olmadı. Fakat babam drama kulübüne katılmama izin vermedi. Çünkü katılmak için aidat gerekiyormuş ve her sent önemliymiş. Bir de tabii hiç tecrübem yoktu. Ben Kraliçe Mary’i hep sevmişimdir. Sadece ismi bile beni tepeden tırnağa ürpertiyor. Darnley’nin ölümünde payı olduğuna inanmıyorum. Kısa bir süre için de olsa o olduğumu hayal etmek müthiş olurdu!”

Sonrasında verdiği şu cevabı koruyucu meleğine bağladı Anne.

“Senin için bir rol ekleyeceğim ve seni kendim yönlendireceğim. Sana da güzel alıştırma olur. Bir de oyun burada başarılı olursa başka yerlerde de oynama planımız var. Ne olur ne olmaz diye Jen’in yedeğinin olması da iyi olur. Ancak bundan kimseye bahsetmeyeceğiz.”

Sophy bir sonraki güne rolünü ezberlemişti. Her öğleden sonra Anne ile birlikte Windy Poplars’a döndü ve kulede prova yaptı. Birlikte çok eğlendiler; çünkü Sophy oldukça neşeliydi. Oyun, kasımın son cumasında belediye salonunda sergilenecekti. Bol bol reklamı yapıldı ve tüm biletler satıldı. Anne ve Katherine oyun salonunu düzenlemek için iki gün harcadılar. Bir bando tutuldu ve perdeler arasında şarkı söylemesi için Charlottetown’dan bir soprano getirtildi. Elbise provası başarılı olmuştu. Jen rolünü mükemmel oynadı ve ekibin geri kalanının da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Cuma sabahı Jen okula gelmedi ve annesi Jen’in boğazının çok ağrıdığını belirten bir mektup yolladı. Bademcik iltihabından korkuyorlardı. Durumla ilgisi olan herkes çok endişeliydi. Ancak o geceki oyunda rol alması söz konusu bile değildi.

Birbirine bakan Katherine ve Anne üzüntüde ortak olmuşlardı.

“İptal etmemiz lazım.” dedi Katherine yavaşça. “Bu da başarısızlık demek. Aralık geldiğinde çok şey olacak zaten. Yılın bu zamanında bir oyun sahnelemenin çok aptalca olduğunu düşünürdüm zaten.”

“Ertelemeyeceğiz.” dedi Anne. Her ne kadar Katherine Brooke’a söylemese de Jen Pringle’ın bademcik iltihabına yakalanmadığından adı kadar emindi. Bu kasten yapılmış bir şeydi. Diğer Pringleların bu tuzakta yer alıp almadığından emin olmasa da amaç Anne’in organize ettiği oyunu mahvetmekti.

“A, madem öyle diyorsun!” dedi Katherine çirkin bir omuz silkmeyle. “Peki ne yapmayı düşünüyorsun? Başka birinin bu rolü okumasını mı? Bu her şeyi mahveder. Oyun Mary’nin üzerine kurulu.”

“Sophy Sinclair de bu rolü Jen kadar iyi oynayabilir. Kostüm ona da uyar çünkü ne de olsa Jen değil sen diktin.”

O gece oyun tıklım tıklım izleyici kitlesi için sergilendi. Keyiften havalara uçan Sophy, Mary rolünü oynamakla kalmadı Mary oldu âdeta. Mor elbiseler, fırfırlar ve mücevherler arasında Jen Pringle’ın hiç olmadığı kadar Mary’e benziyordu. Sophy’i sade, hırpani, koyu renkli yün kumaşlardan yapılma elbiseler dışında bir şey giyerken hiç görmemiş olan Summerside Lisesi öğrencileri ona şaşkınlıkla bakakaldılar. Drama kulübünün kalıcı bir üyesi olması için ısrarda bulunuldu. Üyelik ücretini Anne ödemişti ve Sophy o andan itibaren Summerside Lisesinin tanınan öğrencilerinden biri oldu. Ancak o gece hiç kimse Sophy’nin yıldızlara uzanan bir patikanın başlangıcına adım attığını bilmiyordu ve hayal bile edemezdi. Buna en az inanacak kişi de Sophy’nin ta kendisiydi üstelik. Yirmi yıl sonra Sophy Sinclair Amerika’nın en önemli oyuncularından biri oldu. Ancak o gece Summerside belediye binasında perde indiğinde duyduğu alkış kadar güzel olanını daha önce hiç duymadı muhtemelen.

O gece Bayan James Pringle eve döndüğünde kızı Jen’e öyle bir hikâye anlattı ki genç kız mosmor oldu. Rebecca Dew ise tüm içtenliğiyle Jen’in layığını bulduğunu söyledi. Bunun nihai sonucu ise “Önemli Olaylar” kompozisyonundaki hakaret oldu.

Anne eski mezarlığa yüksek, yosun kaplı taş duvarlarla çevrelenmiş ve donmuş eğrelti otlarının püsküllediği derin tekerlek izleriyle kaplı yoldan gitti. Kasım rüzgârlarının henüz tüm yapraklarını sıyırmadığı ince ve sivri karakavaklar, uzaklardaki tepelerin mor renginin oluşturduğu arka planda karanlık bir hâlde uzanıyorlardı. Ancak mezar taşlarının yarısı sarhoş misali yalpalamış hâlde eğik duran eski mezarlık, sıra sıra upuzun uzanan hüzünlü köknar ağaçlarıyla çevriliydi. Anne mezarlıkta kimseyle karşılaşmayı beklemediğinden mezarlık kapısının hemen içinde Bayan Valentine Courtaloe ile karşılaştığında biraz afalladı. Uzun, narin bir burnu, ince hassas ağzı ve eğimli zarif omuzları ile tartışmasız bir hanımefendi havası vardı bu kadında. Summerside’daki herkes gibi o da Bayan Valentine’i tanıyordu hâliyle. Kendisi kentin terzisiydi ve gerek yaşayan gerekse ölmüş kimseler hakkında bilmediği yok denilebilirdi. Anne tek başına gezinerek eski ve tuhaf mezar yazıtlarını okumak ve mezar taşlarının üzerini kaplayan yosunların altından unutulmuş âşıkların isimlerini çözmeye çalışmak istedi. Ancak Bayan Valentine koluna girince kaçamadı. Meğerse bu mezarlıkta Pringlelar kadar çok sayıda Courtaloelar gömülüymüş. Ancak Bayan Valentine’in damarlarında bir damla bile Pringle kanı yoktu ve Anne’in en gözde öğrencilerinden biri onun yeğeniydi. Yani ona kibar davranmak için çok fazla zihinsel savaş vermesine gerek yoktu. Tabii ona ekmek parasını “dikiş yaparak kazandığı” imasını yapmama konusunda çok dikkatli olmak gerekliydi. Bayan Valentine’in bu konuda çok hassas olduğu söylenirdi.

“Bu akşam burada olduğum için çok mutluyum.” dedi Bayan Valentine. “Burada gömülü olan herkesi anlatabilirim sana. Bir mezarlığın keyfini çıkarabilmek için cesetlerin içinin de dışının da bilinmesi gerektiğini hep söylerim. Ben burada yürüyüş yapmayı yeni mezarlıkta yürüyüş yapmaktan daha çok severim. Burada sadece eski aileler gömülü. Tomları, Dickleri ve Harryleri yeni mezarlığa gömüyorlar. Courtaloelar bu köşede gömülü. Aman aman ailemizde çok sayıda cenazemiz oldu.”

“Sanırım tüm eski aileler için böyledir.” dedi Anne, çünkü belli ki Bayan Valentine bir şeyler söylemesini bekliyordu.

“Hiçbir ailede bizim kadar olduğunu söyleyemezsin.” dedi Bayan Valentine kıskançlıkla. “Bizde çok veremli vardı. Çoğumuz öksürükten öldük. Bu benim Bessie teyzemin mezarı. Eğer azize diye bir şey varsa o da Bessie teyzedir. Ancak onun kız kardeşi Cecilia teyze ile konuşmak çok daha ilginçtir. Onu son gördüğümde bana, ‘Otur canım, otur. Bu gece on biri on geçe öleceğim ama son kez güzel bir dedikodu yapmamıza engel değil bu.’ demişti. Tuhaf olan şeyse saat tam on biri on geçerken vefat etti. Bunu nasıl bilebildiğini bana söyleyebilir misiniz?”

Anne cevap veremedi.

“Büyük büyük dedem Courtaloe burada gömülü. Buraya 1760 yılında geldi ve geçimini sağlamak için çıkrık yaptı. Tüm yaşamı boyunca tam 1400 tane yaptığını duydum. Öldüğünde papaz şu ayeti okumuş, ‘Onları işleri takip eder.’ İhtiyar Myrom Pringle ise o zaman onun arkasından cennete çıkan yolun çıkrıklarla dolu olduğunu söyledi. Sizce bu söz söylenecek şey midir Bayan Shirley?”

Eğer bu ifadeyi Pringle dışında bir kimse söylemiş olsaydı Anne bu kadar keskin bir cevap vermezdi muhtemelen, “Kesinlikle söylenmez.” dedi Anne. O sırada kurukafa ve çapraz kemiklerle süslenmiş bir mezar taşına bakıyordu. Bunun da yapılacak şey olmadığını düşünür gibi görünüyordu.

“Kuzenim Dora burada gömülü. Tam üç kocası vardı ama hepsi de hızlıca öldüler. Zavallı Dora’nın sağlıklı koca bulma konusunda yüzü gülmedi. Son kocası Benjamin Banning. Ama burada gömülü değil. Lowvale’de ilk karısının mezarı yanında gömülü. Ayrıca ölüm fikrine hiç alışmamıştı. Dora ona daha iyi bir yere gideceğini söyleyince, ‘Belki de. Ama ben iyisiyle kötüsüyle bu dünyaya alıştım.’ demiş zavallı Ben. Tam altmış bir tane farklı ilaç almış ama yine de süründü. David Courtaloe amcamın tüm ailesi burada. Burada her mezarın ucuna okka gülleri dikilmiş ve öyle güzel açıyorlar ki! Her yaz buraya gelir ve kendi gül vazom için toplarım. Ziyan olmalarına göz yummak yazık olmaz mı sence de?”

“Ga… Galiba öyle.”

“Benim zavallı gencecik kardeşim Harriet burada yatıyor.” diye iç çekti Bayan Valentine. “Muhteşem saçları vardı. Rengi seninkine benzerdi. Ama belki bu kadar kızıl değildi. Dizlerine kadar gelirdi saçları. Öldüğünde nişanlıydı. Senin de nişanlı olduğunu duydum. Ben evlenmeyi pek istemedim ama nişanlı olmak isterdim. Tabii ki kısmetlerim oldu. Ama ben kolay beğenen biri değildim. Ne de olsa bir Courtaloe herkesle evlenemez öyle değil mi?”

Bu söylediği pek olası görünmüyordu.

“Frank Digby… Şurada sumakların altında uyuyor. Benimle evlenmek istemişti. Onu reddettiğim için biraz pişmanlık duyuyorum. Ama bir Digby ne demek bilir misin? Georgina Troop ile evlendi sonra. Sırf kıyafetlerini göstermek için kiliseye hep geç gelirdi Georgina. Aman aman nasıl da düşkündü kıyafetlerine. Güzelim mavi bir elbiseyle gömdüler onu. O elbiseyi bir düğünde giymesi için dikmiştim ama kısmet cenazesineymiş. Üç tane dünya tatlısı çocuğu oldu. Kilisede hep önümde otururlardı ben de onlara şeker verirdim. Sizce kilisede çocuklara şeker vermek yanlış mıdır Bayan Shirley? Ama nane şekeri değil. Nane şekeri sorun olmazdı sonuçta. Sizce de nane şekerinde dinî bir hava yok mu? Ancak çocuklar pek sevmiyorlar.”

Courtaloeların tüm mezarları gezildikten sonra Bayan Valentine’in yâd edişlerinin tadı sertleşti. Courtaloe olmayan kimseler pek de önemli değillerdi.

“İhtiyar Bayan Russell Pringle burada yatıyor. Cennete gitti mi gitmedi mi çok merak ediyorum.”

“Ama neden?” dedi oldukça şaşırmış Anne.

“Çünkü kendisinden birkaç ay önce vefat eden kardeşim Mary Ann’den hep nefret ederdi. ‘Eğer Mary Ann cennetteyse orada kalmam.’ derdi. Kendisi hep sözünü tutan bir kadın olmuştur, canım benim. Tam bir Pringle gibi. Bir Pringle olarak dünyaya geldi ve kuzeni Russell ile evlendi. Bu Bayan Dan Pringle. Yani Janetta Bird. Öldüğünde yetmiş yaşındaydı. Söylenildiğine göre yetmiş yaşından bir gün bile fazla yaşamanın yanlış olduğunu düşünürmüş. İncil’deki sınır yetmiş diye. İnsanlar tuhaf şeyler söylüyorlar, öyle değil mi? Duyduğuma göre kocasından izin almadan yapmaya cesaret edebildiği tek şey ölmekmiş. Bir keresinde kocasının beğenmediği bir şapka satın aldığında ne yaptığını biliyor musun canım?”

“Aklıma bir şey gelmiyor.”

“Adam şapkayı yedi.” dedi Bayan Valentine ciddiyetle. “Tabii küçük bir şapkaydı. Dantelleri ve çiçekleri vardı. Kuş tüyü yoktu. Yine de hazmetmesinin zor olduğunu düşünüyorum. Duyduğum kadarıyla midesinde bir müddet ağrılar olmuş. Tabii onu şapkayı yediğini görmedim ama bana bu hikâyenin doğru olduğunu söylediler. Sence doğru mudur?”

“Bir Pringle’dan her şey beklenir.” dedi Anne buruk bir şekilde.

Bayan Valentine anlayışla eline dokundu.

“Seni çok iyi anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. Sana çok kötü davranıyorlar. Ama Summerside sadece Pringlelardan oluşmuyor Bayan Shirley.”

“Ben bazen öyle olduğunu düşünüyorum.” dedi Anne acıklı bir tebessümle.

“Hayır, bu doğru değil. Ayrıca onların hakkından geldiğini görmek isteyen çok sayıda insan var. Ne yaparlarsa yapsınlar onlara teslim olma. Onların içine ihtiyar şeytan girmiş, bir arada vakit geçiriyorlar. Ayrıca Bayan Sarah onların kuzeninin okulu almasını istemedi.”

“Nathan Pringle ailesi burada. Nathan hep eşinin kendisini zehirlemeye çalıştığını düşünse de buna aldırış etmedi. Bunun hayatı heyecanlı hâle getirdiğini söyledi. Bir keresinde lapasına arsenik koyduğundan şüphelenince lapayı domuza verdi. Domuz üç hafta sonra öldü. Bunun belki de bir tür tesadüf olduğunu düşündü ve ölen domuzun o domuz olduğundan emin değildi. En sonunda kadın ondan önce öldü. Nathan ise bu kusuru hariç onun iyi bir eş olduğunu söyledi. Bu konuda yanıldığını düşünmek gerek diyorum.”

Bayan Kinsey’in hatırasına, yazan bir mezar taşını hayretle okudu Anne. “Ne kadar da ilginç bir mezar yazısı bu böyle! Başka bir adı yok muydu?”

“Vardıysa da kimse bilmiyordu.” dedi Bayan Valentine. “Buraya Nova Scotia’dan geldi ve George Pringlelar için kırk sene çalıştı. İsminin Bayan Kinsey olduğunu söyledi ve herkes tarafından bu isimle anıldı. Sonra birdenbire ölünce asıl ismini kimsenin bilmediğini fark ettiler ve hiçbir akrabasına da ulaşamadılar. Bu sebepten mezar taşına bu adı yazdılar. George Pringle ona güzel bir cenaze töreni düzenledi ve mezarını yaptırdı. Sadık, çalışkan bir yaratıktı. Ama eğer onu görmüş olsaydın dünyaya Bayan Kinsey olarak geldiğini düşünürdün. James Morleyler burada. Onların ellinci yıl dönümlerinde ben de vardım. Evlere şenlik bir törendi. Hediyeler, konuşmalar, çiçekler… Tüm çocukları da oradaydı. Gülümsüyor, selam veriyor ve birbirlerinden ellerinden geldiğince nefret ediyorlardı.”

“Birbirlerinden nefret mi ediyorlardı?”

“Hem de nasıl. Herkes bilirdi bunu. Yıllarca nefret ettiler hem de. Tüm evlilikleri boyunca neredeyse. Kilisedeki törenden sonra eve dönüş yolunda hep kavga ettiler. Burada yan yana böylesine huzurlu bir şekilde yatmayı nasıl başardıkları merak konusu.”

Anne ürperdi. Masada karşılıklı otururken, geceleri aynı odada uyurken, bebeklerini vaftiz ettirmek için kiliseye götürürken hep birbirlerinden nefret etmiş olmaları korkunçtu. Yine de ilk başlarda birbirlerini seviyor olmalıydılar. Acaba Gilbert’la o da bu hâle… Saçmalık! Pringlelar sinirlerini bozmuştu.

“Yakışıklı John MacTabb burada gömülü. Annetta Kennedy’nin intihar etme sebebinin o olduğundan şüphelenirler hep. MacTabblerin hepsi de yakışıklıydı. Ama söyledikleri tek bir söze bile inanmak mümkün değildi. Amcası Samuel için burada bir taş vardı bir zamanlar. Onun elli yıl önce denizde boğulduğu söylenir. Adamın canlı olduğu anlaşılınca ailesi taşı aldı. Mezar taşını satın aldıkları adam iade kabul etmeyince Bayan Samuel taşı pişirme tezgâhı olarak kullandı. Üzerinde hamur açmak için mermer tezgâh kullanmak da iş yani! Söylediklerine göre eski mezar taşı da iyiymiş. Mac-Tabb çocukları okula üzerinde harfler ve desenler olan kurabiyelerle giderlermiş. Mezar yazıtındaki harflerin şekli hamura çıkarmış. Bu kurabiyeleri cömertçe ikram etseler de ben bir tane bile yiyemedim. Ben biraz tuhafım bu konuda. Bay Harley Pringle burada yatıyor. Bir keresinde bir seçim iddiası yüzünden Peter MacTabb’i bone takarak Ana Cadde’de el arabasıyla getirdi. Tüm Summerside bu olayı görmek için hazırda bulundu. Pringlelar hariç tabii. Onlar utançtan neredeyse yerin dibine gireceklerdi. Milly Pringle burada. Ben Milly’i pek severdim. Pringle olduğu hâlde. Çok güzel ve zarifti. Âdeta bir peri gibiydi. Böyle gecelerde mezarından çıkıp eskiden olduğu gibi dans ettiğini düşünüyorum bazen canım. Ancak sanırım bir Hristiyan’ın böyle düşünceler barındırmaması gerekir. Herb Pringle’ın mezarı da burada. Neşeli Pringlelardan biriydi. İnsanı hep güldürürdü. Bir keresinde kilisede güldü. Meta Pringle’ın şapkasındaki fare dua etmek için eğildiğinde düşünce kahkahayı patlatıverdi. Ben pek gülemedim. Çünkü farenin nereye gittiğini bilmiyordum. Eteklerimi bileklerimin üstüne kadar çektim ve kilise dağılıncaya dek o hâlde bekledim. Vaaz benim burnumdan gelmişti. Herb arkamda oturuyordu ve öyle bir bağırdı ki. Fareyi göremeyen insanlar onun delirdiğini düşündüler. Bana o kahkahası asla ölmeyecek gibi gelirdi. Eğer yaşasaydı seni savunurdu. Sarah, yok Sarah değil. Bu tabii ki de Kaptan Abraham Pringle’ın anıtı.”

Bu mezar, tüm mezarlığın üzerindeydi. Dört taş levha kare bir taban oluşturuyordu ve bu tabanın üzerinde koca bir mermer sütun yükseliyordu. Sütunun üzerinde de saçma bir şekilde işlenmiş vazo vardı. Vazonun altında ise borazan üfleyen bir melek çocuk heykeli vardı.

“Ne kadar da çirkin!” dedi Anne çekinmeden.

“Ah, öyle mi düşünüyorsun?” dedi oldukça şaşırmış görünen Bayan Valentine.

“Ben bu anıt dikildiğinde çok güzel olduğunu düşündüm. Borazan çalan Gabriel heykeli olması lazım. Mezarlığa bir parça zarafet dokunuşu katıyor. Tam dokuz yüz dolara mal oldu. Kaptan Abraham çok zarif bir adamdı. Ölmesi yazık oldu. Eğer yaşasaydı sana böyle eziyet edemezlerdi. Sarah ve Ellen’ın onunla gururlanmalarını anlıyorum ama çok abartıyorlar.”

Mezarlığın kapısına geldiklerinde Anne arkasını dönüp geriye baktı. Rüzgârsız topraklarda huzurlu bir sükûnet uzanıyordu. Ay ışığının uzun parmakları koyu renkli köknarları delmeye başlamıştı. Arada bir de mezar taşlarına dokunuyor ve aralarında tuhaf gölgeler oluşmasına sebep oluyordu. Ancak en nihayetinde mezarlık o kadar da hüzünlü bir yer olmamıştı Anne için. İçinde yatan insanlar Bayan Valentine’in hikâyelerinde hayat bulur gibi olmuşlardı.

“Duyduğuma göre hikâyeler yazıyormuşsun.” dedi Bayan Valentine endişeli bir şekilde. O sırada yoldan aşağı iniyorlardı. “Sana anlattıklarımı hikâyelerine koymazsın değil mi?”

“Emin olun koymam.” diye söz verdi Anne.

“Sence ölülerden kötü konuşmak yanlış… Ya da tehlikeli midir?” diye fısıldadı Bayan Valentine. Sesinde hafif bir kaygı vardı.

“İkisi de değildir diye düşünüyorum.” dedi Anne. “Sadece… Haksızlık olur. Kendilerini savunamayacak olanlara vurmak gibi bir şey. Ancak kimse hakkında korkunç bir şey söylemediniz Bayan Courtaloe.”

“Sana Nathan Pringle’ın karısının kendisini öldürmeye çalıştığını düşündüğünü söyledim…”

“Ama bunu söylerken makul şüpheye de yer bıraktınız…” Böylece Bayan Valentine huzurlu bir şekilde yoluna devam etti.

6

Anne, eve döndükten sonra Gilbert’a yazdığı mektubunda,

Bu akşam yolum mezarlığa düştü. Bence “yolum düştü” çok hoş bir ifade ve bu ifadeyi elimden geldiğince kullanmak istiyorum. Mezarlık gezintimden hoşlandığımı söylemem çok tuhaf kaçacak ama gerçekten böyle oldu. Bayan Courtaloe’nun hikâyeleri çok komikti. Komedi ve trajedi hayatın içinde birbirine karışmış gibi Gilbert. Ancak aklıma takılan tek şey aynı evde birlikte elli yıl yaşayıp da birbirlerinden nefret eden çiftin hikâyesiydi. Bu şekilde yaşamış olmalarına inanamıyorum. Biri bana, “Nefret yolunu kaybetmiş aşktır.” demişti. O nefretlerinin altında birbirlerini gerçekten sevdiklerinden eminim. Tıpkı senden nefret ettiğimi düşündüğüm o yıllar boyunca aslında seni sevmiş olmam gibi. Ayrıca ölümün onlara gerçeği göstereceğini düşünüyorum. Ben gerçeği hayatta görmüş olmaktan memnunum. Ayrıca düzgün Pringlelar olduğunu da öğrenmiş bulundum, ölü Pringlelar yani.

bannerbanner