Полная версия:
Sahan Külbastısı
“Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı?” diye sordum.
“Geçen yıl asker kaçakları vardı ya birini Mut’ta vurdular.” dedi.
“Ya öteki?” dedim.
“O, kim bilir…” dedi. “Ne yana gitti…”
“Mut’takini kim vurdu?”
“Kim vurduğu belli olmadı.” dedi. “Geçen yıl bu Hancı’nın avradını dağa kaldırdılardı. Hancı onları Yüzbaşı’ya haber vermiş, onlar da herifin avradını dağa kaldırdılar.”
“Ee, sonra ne oldu?”
“Hiç. Karıyı parçalamışlar.”
Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim Hancı’ya acıdım.
Bu kırlarda yaşamak ne müthiş bir şey. Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar…
Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı’nın dibinde tatlı bir serap gördüm. Durgun bir su gibi görünüyordu.
Suyun boyunca uzanmış ağacın arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz tabiat, insanları bu ıssız çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icat ediyor diye düşündüm.
Acaba Arabacı serabı biliyor mu diye merak ettim.
“Bu görünen göl neresidir?” diye sordum.
“Göl yoktur! Öyle görünür!” diye cevap verdi.
“Gölü görmüyor musun?” dedim. “ ‘Göl yoktur.’ olur mu?”
“Göl yoktur!” diye tekrar etti. “Öyle görünür.”
Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı seyretmeye başladım. Bu defa Arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, “Parayı çıkar!” diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.
“Ee, atlarını almadılar mı?” dedim.
“Atları n’edecekler?” dedi.
“Üstüne biner giderler!”
“Benim atlar yaramazdı!” dedi. “Arıktı. Başlarına bela mı alacaklar?”
“Ee, sen şimdi korkmaz mısın?” dedim. “Bak, bıçak batırmışlar, dövmüşler!”
“Ne korkayım!” dedi. “Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya.”
“Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?”
“Sakladım.” dedi. Fakat yerini söylemedi.
“Ee… Seni kesseydiler, ne yapardın?”
“Kessin, yine de demezdim.” diye güldü ve atlarını kamçılayarak “Ben adama para mı veririm?” dedi. “Gebertse de vermem!”
Ben ise böyle bir vakaya tesadüf etsem canıma dokunmasınlar, bana eziyet etmesinler diye evvela paraları çıkarır ortaya dökerim. Bu fikrimi Arabacı’ya da söyledim.
“Ahh…” dedi. “Öldüreceği varsa parayı alır, yine de öldürür.”
“Ee, bir daha önüne çıkarlarsa diye korkmaz mısın?
“Korkup ne göreyim!” dedi.
Düşündüm, haklı. Sustum.
Aramızda bir daha lakırtı olmadı. Arabacı uyuklamaya hazırlanıyordu. Benim de gözlerim kapanıyor, yaylının içinde uzandım. Yattığım yerden serabı seyreder, düşünürken uyumuşum. Rüya mı görüyorum yoksa kabus mu basmıştı bilmem, bana haydutlar bizi basmışlar gibi geldi. Arabanın içinde bağırarak uyandım. Arabacı’yı da korkutmuştum. Dehşetle, bir müddet birbirimizin yüzüne baktık. Bor bahçelerinin içinden geçiyorduk. İki tarafta kerpiç duvarlar arasında ağaçlar uzanıyordu ve latif bir akşam serinliği ortalığı kaplamıştı. O cehennem ateşleri saçan ovayı geçtiğimize memnun oldum.
ÇAYA GİDERKEN
Lise talebesinden Necdet Efendi, on dokuz yaşlarına göre gürbüz, idmancı bir genç; arkadaşı, yeni banka memurlarından Suat Selâmi’nin evinde, ayna önünde maşa ile saçlarını kıvırıp dalgalandırmaya uğraşıyordu.
Suat Selami, maroken27 kanepe üstünde tıraş oluyor ve Necdet’e mektebe dair sualler soruyordu:
“Necdet! Sizin sınıfta hayvanat da okutuyorlar mı?”
“Hayır, yalnız insanları okuturlar.”
“Alayı bırak, sahi hayvanat okutuyorlar mı?”
“Okuturlar.”
“Nereye kadar geldiniz?”
“Vallahi, pek farkında değilim! Galiba cihaz-ı teneffüsideyiz.”28
“Hâlâ cihaz-ı teneffüside misiniz?”
“Ne sandın ya?”
“E, tarihten nereye kadar geldiniz?”
“Tarihten mi? Onu hiç bilmiyorum ama çok okumadık.”
“Hocanız kim?”
“Hoca yeni geldi, adını söylüyorlardı, ben unuttum. İyi bir adam; yalnız konuşursak kızıyor yoksa uyu, kitap oku, ne yaparsan yap, hiç ses çıkardığı yok, derse de kaldırmıyor. Gelir, talebe ile konuşur, gider. Ders verecek olursa yalvarıyoruz, ‘Geçen dersi iyi anlamayadık, bir daha baştan söyleseniz.’ diyoruz, o da bizi sahi anlamadılar sanıyor, baştan anlatıyor.”
“Hoca da sizin gibi desene.”
“Ne bizim gibi? Vallahi bizim mektepte en iyi sınıf yine bizim sınıf. Ötekiler büsbütün havyarcı.”29
“Kardeşim, sizden havyarcısı can sağlığı!”
“Canım, beni kızdırıp durma. Sen mektepte iken ne idin? Sanki sen bir sene doğru dürüst imtihan verebildin mi? Boyuna ıska geçtin! Bana söylemesene.”
“Sen bana ne bakıyorsun? Sen sınıfa bak. Vallahi bizim sınıfta öyle efendiler vardı ki hoca derse kaldırdı mı, bir saat tıraş geçerlerdi.”30
“E, tıraş geçmek iyi bir şey mi?”
“Tıraş ama… O yine kafa ile olur.”
“Ne kafa sen de! Öyle tıraş geçecek olduktan sonra ben iki saat tıraş ederim. Hem ben kendim çalışmıyorum. Çalışsam…”
“E, çalış! Niye çalışmıyorsun?”
“Suat, bunu bari sen söyleme. Sen niye çalışmadın da mektebi bıraktın? Avrupa’ya gittin?”
“Mektebi çalışmamak için mi bıraktım, öyle olsa Avrupa’ya gidip mektebe girmezdim.”
“Avrupa’da çok çalıştın ya Allah için!”
“E, ne yapayım, para olsa çalışacaktım, para göndermediler; ben de döndüm geldim.”
“Onu sen bana anlatma. Bir sene gittin Avrupa’ya, geldin hadi bankaya. Arkadaşların daha mektepte. Mektebi bitirecekler de ali mekteplere girecekler de çıkacaklar da… Ben dalganın farkındayım. Hem bak sana bir şey söyleyeyim, gideceğimiz yerde beni ‘lise talebesi’ diye prezante etme.”31
“Neden?”
“Etme! Hanımlardan utanırım.”
“Ne diyeyim?”
“Ne bileyim, at bir şey. ‘Bir dairede kalem-i mahsus müdürüdür.’ de.”
“Ya tanıdık çıkarsa?”
“Tanıdık çıkarsa ne yapalım? Ben zaten bu sene mektebi bırakacağım.”
“Niçin?”
“Sen niçin bıraktın? Sen niçin bıraktıysan, ben de onun için.”
“Ben tahsili bırakmak niyetinde değildim ki. Sonradan mecbur oldum.”
“Evet, fokstrot32 tahsili için İsviçre’ye teşrif etmek niyetinde idik.”
“Sen alay ediyorsun, benim şimdiki aklım olsa daha mektepte okurdum.”
“Okurdun da sonra ne olurdun?”
“Hukuka girer, sonra Avrupa’ya gidip hukuk doktoru olurdum.”
“Sonra buraya gelip aç kalabilir miydin?”
“Ne diye aç kalayım? Olanlar aç mı kalıyorlar?”
“Aç ya.”
“Peki sen mektebi bırakıp ne olacaksın?”
“Ben mi? Ben tayyareci olacağım.”
“Tayyarecilik sanki iyi bir şey mi?”
“Geçiyor ya sen ona bak, dünyanın atisi33 tayyarede. Hem tayyareci olursam nerede olursa geçinirim. Senin gibi hukuk doktoru adam açlığından ölür.”
“Hiç de ölmez, neden ölsün? Ben hukuk doktoru olsam Avrupa’da kalır, bey gibi yaşardım.”
“Onu sen affedersin, sen hukuk doktoru olmuş, Avrupa’da kalmış bir tane gördün mü? Nerede hukuk tahsil etmiş, iktisadiyat tahsil etmiş, içtimaiyat tahsil etmiş varsa hepsi iki sene sonra koltuğunda bir çanta burada; Avrupa’da kalan amele olmuş kalmış. Yahut bilmem makinist olmuş, boyacı olmuş. Avrupa’da ekmek bulan onlar.”
“Ee, ben memlekete geldim de aç kalmadım ya hem tahsilimi de ihmal etmedim.”
“Fazla zahmet ettin, iltimasın olduktan sonra İsviçre’ye gitmesen de girerdin, ne var? Ama şimdi adın süslü oldu: ‘Avrupa’da tahsilden gelmiş.’ diyorlar. Herkes senin İsviçre’de bir sene fokstrot tahsil ettiğini bilmez ya!”
“Fokstrotu da sen uyduruyorsun! Ben belki ömrümde beş defa fokstrot oynamamışımdır.”
“Fokstrot olmasın, cazbant olsun. Yahut tango. Hem Avrupa’da tango oynanırken elektrikleri söndürüyorlarmış.”
“O neden?”
“Musikinin aydınlıkta inkişaf edemediğini tecrübe etmişler.”
“Fena değil, talihsizlik eseri olacak böylesine tesadüf edemedim.”
“Çok teessüf etme, burada da var.”
“Ya! Ciddi mi? Beni götürsene.”
“Ben, mektep talebesi, öyle yerlere gidebilir miyim?”
“O da doğru ya! Bari tarif et de ben gideyim.”
“Sen böyle şeylerin mevki-i hendesesini34 benden iyi bilirsin. Hem gevezeliği bırak, saat dört buçuk. Biliyor musun, beni mektebin birinci timine kabul ettiler.”
“Tebrik ederim, senin geçer şeylere merakın olduğu buradan belli. Yakında bütün sosyetelerde meşhur olursun. Sen, beni mektep talebesi diye takdim etme diyordun ama bak yakında kendini teşhir edeceksin!”
Necdet, bu defa ciddi düşünür ve:
“Hakkın var.” der. “Gazetelerde çok bahsediyorlar, sonra tayyareci olursam ‘Dün mektepte idi, bugün tayyareci olmuş.’ derler. Ben bir çaresini bulur oynamam. Şöhretim tayyarecilikte olsun.”
“Sen acele ediyorsun ama daha bir saçlarını düzeltmedin.”
“Ben hazırım, sen giyinmeye başla!”
İki genç giyindiler, süslendiler, ikisi de kalıpsız feslerini büküp ellerine alarak Behice Hanımefendi’nin çayına gittiler.
APTAL, SEN DE!
Mahallenin ihtiyar hanımlarından Hacı Hanım’ın oğlu Ekrem Bey; yirmi beş-otuz yaşlarına girdiği hatta bir saraylı hanımla da izdivaç ettiği hâlde yine belli başlı bir iş tutup ekmek sahibi olamamıştı, anasının kırıntısı ile geçiniyordu. Güzel balık ağı örer, konu komşunun terkos borularını tamir eder, gayet güzel kayık boyar, tavuk besler, ağaç aşılar, hatır için komşu kuyularına girip tulumba tamir ederken anasıyla karısı arasında geçimsizlik başlayınca bir hizmete girmek derdine düştü ve günün birinde köyüne zabıta-i belediye memuru tayin olundu.
Komşulardan Hafız Efendi, ona resmî elbiseyle iskelede tesadüf edince hayret etti.
“Ekrem Bey!” diye seslendi.
“Efendim.”
“Ayol, bu ne kıyafet, böyle?”
“Zabıta-i belediye memuru oldum.” diye cevap verdi.
“Ya, âlâ! Uğurlu kademli olsun! E, gel bakalım; otur, bir kahve içelim.”
“Yok.” dedi. “Vazifeye gidiyorum.”
“Canım, gidersin. Hele gel bakalım.”
“Yok.” dedi. “Gideyim, Muharrem bekler.”
“Muharrem de kim oluyor?”
“Bizim arkadaş, o da zabıta-i belediye memuru.”
“Sanki gidip ne iş yapacaksınız, acele bir işiniz mi var?”
“Yook. İşte, çarşı pazara bakarız.”
“Çarşı pazarın nesine bakarsınız?”
“İşte limon, maydanoz, işportacı filan olursa kaldırırız.”
“E… Siz gidince onlar tekrar gelir.”
“Gelir ya.”
“Ee?”
“Ne yapalım?”
“Yani boşuna emek. Daha ne yaparsınız?”
“Daha, işte, kahvelerde, gazinolarda kırık, çatlak kadehleri, fincanları kaldırtırız.”
“Nereye kaldırtırsınız?”
“Bir tarafa kaldırtırız, kullandırmayız.”
“Nasıl kullandırmazsınız?”
“Onları bir tarafa kor, kullanmazlar.”
“Kullanmasın diye siz de baş ucunda beklemezsiniz ya?”
“Yook.”
“Ha, âlâ. Siz savuşunca o yine kullanır!”
“E… Kullanırsa ne yapalım?”
“Hiç yani. Bir şey yapın diye söylemiyorum. Kullanır diyorum. Ee, daha neler yaparsınız?”
“Daha… İşte her şeyi yaparız.”
“Ne gibi?”
“Ne gibi… Mesela her dükkâncı dükkânının önüne yalnız bir küfe koyabilir, birden ziyade koyarsa kaldırtırız.”
“Bir tane koyar ya?”
“Koyar.”
“Kâfi, yaya kaldırımı kapandı. Geçenler de indi aşağı demek.”
“?”
“Anlatamadım. Yani bir küfe koyunca zaten yaya kaldırımı kapanıyor. Ondan sonra isterse daha otuz küfe koysun. Değil mi?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
İrat etmek: Söylemek.
2
Tehalük: Can atma, çok isteme.
3
Tevzi etmek: Dağıtmak.
4
Ricat: Vazgeçme.
5
Hazirun: Hazırda bulunanlar.
6
Taravet: Tazelik.
7
Sarkldoryan: Cercle d’Orient adında ünlü ve önemli bir kulüp.
8
İstikraz: Borçlanma.
9
Akdetmek: Sözleşme yapmak.
10
Samiin: Dinleyiciler.
11
Müsahabe: Konuşma, görüşme.
12
Mahviyet: Alçak gönüllülük.
13
Nezafet: Temizlik.
14
Mülazemet: Devamlı gidip gelme, bağlanma.
15
Linolyum: Yer döşemesi olarak kullanılan muşamba.
16
Tebeddül: Değişme.
17
Muayyen: Belirli.
18
Monşer: Azizim, dostum anlamında kullanılan bir seslenme sözü.
19
Endişenâk: Endişeli.
20
Hafit: Erkek torun.
21
Sabık: Geçen, önceki.
22
Mutedilane: Orta hâllice, ne çok hızlı ne de çok yavaş olmadan.
23
Münkeşif: Açığa çıkmış.
24
Hâlât: Hâller.
25
Supe: Akşam yemeği.
26
Beyaban: Çöl.
27
Maroken: Fas’ta işlenen yumuşak bir türk keçi derisi.
28
Cihaz-ı teneffüsi: Akciğer.
29
Havyarcı: Dalgacı, tembel kimse.
30
Tıraş geçmek: Gevezelik etmek.
31
Prezante etmek: Tanıtmak.
32
Fokstrot: Bir dans türü.
33
Ati: Gelecek.
34
Mevki-i hendese: geometrik nokta, yer.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов