![Mendil Altında](/covers/69429571.jpg)
Полная версия:
Mendil Altında
“Konya’da da bir Ereğli var mı acaba? Varsa ne fena, bu bunak Doktor’un karşısında cahil, aptal oluyorum. Ereğli’yi bilmemek bir şey değil ama olsun. Ben neler biliyorum ki Doktor onları rüyasında bile görmemiştir. Ne yapmalı da bunun altında kalmamalı? Hınzır kâfir Ereğli, Allah canını alsın inşallah. Babam da yazmaz olaydı!”
Doktor, Sevim Hanım’ın içinden geçenleri gözlerinden okuyarak söze karıştığına pişman oldu. Yanlışını düzeltmek için bir kolayını aramaya başladı. Biraz düşündükten sonra, başka bir söz bulamayarak:
“Nadir Hanım.” dedi. “Hanımlar, beyler büyüdüler; bunları gördükçe iftihar ediyoruz. Nasıl Yusuf Efendi ihtiyarladı mı?”
“A, görseniz Sungur’u tanımazsınız. Eskisinden daha genç. Geçen sene giydiği pantolonlara bu sene sığmıyor, işi olmasaydı zayıflamak için Avrupa’ya gidecekti. Maşallah onun gönlü de geniştir.”
Söz gene kesildi. Sevim Hanım’ın kanı oynadığı pek belliydi. Ne çare bulmalı? Doktor, Nadir Hanım’a oğlunu göstererek:
“Bu bey.” dedi. “Büyüdükçe size benzeyecek; hanım, pederine çekmiş. Burnu, gözleri babasını hatırlatıyor.”
Nadir Hanım itiraz etti:
“A, Doktor Bey!” dedi. “Sevim’i kim görse bana benzetiyor, asıl Salâ babasına benzer.”
Salâ Bey de anasına benzetilmeye razı olmadı. Söze karıştı.
“Ben, babama benzerim.” dedi.
Doktor’un hanımı da çocuklara baktı, tetkiki sonunda o da Nadir Hanım’a hak verecek gibi oldu. Sevim Hanım dayanamadı, anasına:
“Babamı bilmeyenler beni, sana benzetiyorlar.” dedi. “Asıl benim hatlarım babama benzer!”
Salâ Bey cevap verdi.
“Affedersin.” dedi. “Kime istersen sorarız. İstersen babama soralım!”
Sevim Hanım kızgın:
“Soralım.” dedi. “Sen kendin ‘Ben Valantino’ya32 benziyorum.” demiyor muydun? Daha dün bana söylüyordun!”
“Ben ‘Benziyorum.’ demedim, ‘Çocuklar beni, Valantino’ya benzetiyorlar.’ dedim.”
“Senin bir sözün bir sözüne uymuyor ki! ‘Valantino’ya benziyorum.’ diyordun, şimdi ‘Babama benziyorum.’ diyorsun.”
“E, ne olur? Belki babam da gençliğinde Valantino’ya benziyordu.”
“Hiç değil. Babamın gözleri mavi olsa tıpkı Paşa’ya benzer. Kime istersen sor!”
“Paşa’nın babam gibi karnı var mı?”
“Sen karna ne bakıyorsun, yarın Paşa da şişmanlasın, onun da karnı çıkar. Senin karnın var mı da babama benzerim diyorsun?”
“E, senin var mı?”
Sevim Hanım gene sinirlendi.
“Aman Salâ!” dedi. “Seninle konuşulmaz ki! Sen hep böylesin! Dün kendin, ‘Ben Valantino’ya benzerim.’ diyordun. Bugün dönmüş ‘Babama benzerim.’ diyorsun. Sen bir daha Valantino’ya benzerim de de, bak ben sana ne derim.”
“Sen ne dersen de çocukların hepsi bana ‘Valantino Salâ’ diyorlar. İstersen Silindir’i sana getireyim, sor! Hem Valantino’ya benziyorum hem babama…”
Sevim Hanım ne yapsın da bunu sustursun? Burada kendine Doktor’dan başka hak verecek yok. Doktor’a sordu:
“Siz, babamın gençliğini tanırsınız.” dedi. “Babam hiç Valantino’ya benzer mi idi?”
“Kızım, ben babanın gençliğini bilirim ama Valantino’yu tanıyamadım!”
“Aa, Valantino’yu bilmiyor musunuz? ‘Elmas Rüyası’nı oynayan!”
Salâ ilave etti:
“ ‘Kumar ve Sevda’yı oynayan!”
Anlaşıldı ki bu Doktor’un da dünyadan haberi yok. Bütün âlem Valantino için öldü bayıldı, arkasından bir sürü kız kendini öldürdü, Avrupa birbirine girdi, Doktor daha adını işitmemiş…
Salâ cebinden bir kart çıkardı, Doktor’a getirdi. Doktor gözlüğünü çıkardı, resme baktı. Sevim Hanım da uzandı, resmi gördü, beğenmedi.
“Bu hiç kendine benzemez.” dedi. “Şapkasız resmi yok mu? Bilsem, ben getirirdim.”
Salâ:
“Nasıl benzemez.” dedi. “Atmasana! Bu tam kendisidir.”
Doktor ilkin resmi, sonra da Sevim Hanım’ı, Salâ Bey’i süzdü, gözden geçirdi, dedi ki:
“Valla, bana kalırsa bu resim, biraz bu beye benziyor. Ama ben bunun hiçbir yerini Yusuf Efendi’nin gençliğine benzetemiyorum.”
Sevim Hanım memnun.
“Gördün mü?” dedi. “Sen boş yere inat edersin. Kim olsa seni Valantino’ya benzetiyor.”
“Ben ‘Valantino’ya benzemiyorum.’ demedim ki…”
Bu vesile ile Sevim Hanım Doktor’la barışmış oldu. Sevim Hanım babasına benzer, Salâ da Valantino’ya. Sevim Hanım’ın babası da Paşa’ya benzer. Sözün sonu budur. Nadir Hanım’a hiç benzeyen yok! Hâlbuki Nadir Hanım’a sorulsa, bu kız pekâlâ kendisine benzer. Oğlan da erkek çocuktur, olabilir ki babasını andırsın. Valantino ne bildikleri ne de tanıdıkları! Bari bu memleketin adamı olsa… Gebe iken yüzüne bakılmış olur da!.. Doktor da kırk yıllık adam, o da oğlanı Valantino’ya benzetti!
Şaşılacak işler… Dünya değişmiş, ne dersin!
Nadir Hanım sustu. Şimdi burada bir söz söylese sonra evde iki hafta, çocuklarının dillerinden kurtulamayacağını biliyordu. Hele Sungur Bey duyarsa tekdir hazır.
O sırada misafirlere kahve getirdiler. Nadir Hanım istemedi.
“Kahve almıyorum, efendim.” dedi. “Doktorlar kalbim için fenadır diyorlar da…”
Kızı da almıyormuş! O da içmedi. Oğlu da almıyormuş, istemedi.
Doktor’un hanımı üzüldü.
“A, vah vah! Vallahi başka ikramımız da yok…”
Sonra aklına geldi:
“Kız şurup ezsin…”
“Hiç zahmet etmeyiniz, ne olacak. Biz yabancı mıyız!..” diye Nadir Hanım nazlandı, sonra da izahat verdi: Yalnız sabahları, sütün içinde biraz kahve alıyormuş. Bir de saat beşte çay…
Doktor’un hanımı anladı:
“A, çay hazırlayalım!” dedi.
Nadir Hanım ona da nazlanır gibi oldu ise de emir verildi. Doktorlar, Nadir Hanım’a hem “Zayıfla.” diyorlarmış, hem de yol yürümesine izin vermiyorlarmış. Sungur Bey onun dans ettiğini istiyormuş! Nadir Hanım, yalnız biraz fokstrot33 yapıyormuş ama Sevim Hanım ile Salâ Bey çarliston,34 tango,35 vanstep,36 blakbuton37 daha bilmem ne, bunların bütün figürlerini yapıyorlarmış.
Dans lakırtısı olunca Salâ Bey ayağa kalktı.
“Abla.” dedi. “Şimdi bir figür var, sen onu biliyor musun? Bak böyle, lallal lalatirram tirillalala tallalam, tilalallalam…”
“O, yeni mi? Bardaki Arabın figürü.”
“Ben Arabı marabı bilmem, bu daha yeni çıktı. Bizim mektepte bir çocuk var, o yapıyor.”
Nadir Hanım çocukların oynadıklarını da göstermek istiyordu.
“Bir gramofon yok mu?” diye sordu.
Gramofon varmış ama hiç alafranga hava yokmuş. Sevim Hanım dedi ki:
“Belki komşularda vardır.”
“A, iyi aklettiniz, İsmail Beylerde olacak!”
Hemen birini gönderdiler, iki plak geldi. Sevim Hanım çarliston istiyordu, gelen plakların ikisi de fokstrot imiş. Salâ Bey fokstrotla çarliston da yapılacağını söyledi. İki kardeş oynadılar. Bir daha bir daha…
Doktor figürlerin farkında değil, bakıyordu. Oyunun bir aralığında:
“Şimdi de Nadir Hanım’ın figürlerini görelim.” dedi. Salâ Bey de:
“Haydi gel, anne!” diye davet etti.
“Aaa, deli olma, ben şimdi oynayamam.” diye Nadir Hanım biraz nazlandı ise de dinlemediler, oynattılar.
Doktor, besleme kızın da oynamak istediğini gözlerinden okuduğu için, Nadir Hanım ile oğlu oynarken Sevim Hanım’a:
“Bu, oyun bilmiyor mu?” diye sordu.
“Bilmez olur mu?”
Sevim Hanım’la besleme kız da ikinci çift oldular, Doktor’un hüzün dolu odasını şenlendirdiler.
Çaylar geldi, oynayanlar yoruldular, terlediler, oyunu bitirip çaylarını içmeye oturdular. Doktor’un hanımı, çayla yemek için misafirlerine bir bisküvit olsun vermemiş. Sade çay Nadir Hanım’ın göynünü bulandırır ama neyse. Ses çıkarmadı. Ev lakırtısını açtı. Yalının satılık olduğunu duymuş, kendisi de bir yer almak istiyormuş. Burayı da bir bildiğe kısmet olsun diye istemiş. Evi biliyormuş ama bir kere daha görmekte ne zarar var!
Doktor “Acaba bunlar son vapurun kaçta olduğunu biliyorlar mı?” diye düşündü ve çaylar bitince hanımına “Haydi evi gezdirelim.” diye acele etti.
Nadir Hanım’ın da ancak o zaman vapuru kaçırmak ihtimali olduğu aklına geldiği için, kızına:
“Sevim, son vapur kaçta idi, tarifeye baktın mı?” diye sordu.
Neyse, evi gezecek kadar vakit varmış. Dışarı çıktılar.
“Şimdi, bu alt kattan başlayalım, burası…”
Doktor’un sözü ağzında kaldı. Sevim Hanım;
“Hol neresi oluyor?” diye sordu.
Doktor, biraz şaşırarak:
“Hol, bilmem.” dedi.
“Şurası kabul salonu oluyor, değil mi?”
“Ya… Evet, işte salon gibi… Bizim misafir odası.”
Doktor, evi Sevim Hanım’ın tabirleri ile onun istediği gibi gösteremeyeceğini anladı. İçeri odadan Salâ Bey de bağırdı:
“Abla bak, burada ‘patebebi’yi oynatırız.”
Sevim Hanım ayrıldı, o tarafa gitti. Doktor’un Hanımı’da Nadir Hanım’a evin köşesini bucağını göstermeye başladı.
Doktor, besleme kızla yalnız kaldı. Karşı karşıya duruyorlardı. Kıza baktı, sırıttı. O da Doktor’a güldü. Besleme dedi ki:
“Siz beni geçen gün gördünüz de tanıyamadınız! Şimdi artık tanıdınız mı? Çok büyümüş müyüm?”
“Büyümüşsün ya tam gelinlik kız olmuşsun!..”
Besleme kız içinden gelen bir sevinçle:
“Aman!..” dedi. “Kim görse ‘gelinlik’ diyor! Gelin olmayı kim istiyor acaba!”
“Gelin olmak mı? Kim olsa ister…”
“Kim ister?”
“Kim olsa ister! Mesela ben bile…”
Kız, kısık bir kahkaha ile güldü:
“Aa, siz gelin olur musunuz?..”
“Olurum ya!”
“Hem bilsen ne tuhaf olurum!” diyecek, genç kızla yârenlik edecekti. “Gider de arkamdan eğlenir misin, ‘İhtiyar bunak hâline bakmıyor da neler söylüyor!’ der misin?” diye düşündü, sustu. Hayırsız koyunu varsın dağda kurtlar yesin!
Misafirler gidiyorlar. Evi beğenmişler mi, alacaklar mı? Belli değil. Doktor sanki biraz mahzundu. Kâküllerini düzelten, burunlarını pudralayan Nadir Hanım’la kızına veda edip odasına döndü. Pencerenin önüne oturdu. Ortalık kararmış, ışıklar yanmış. Her nedense “Ölüm nasıl olsa gelecek!” diye düşündü. Sonra Yusuf’u ve ailesini göz önüne getirdi. Bunlar da değişen, yenileşen yaşayışa ucundan kıyısından da olsa girmiş, sürüklenip giden bahtiyarlar. Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu o demek ki hayat yürümüş gitmiş, o birlikte yürüyememiş. Geride kalmış. Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi…
Doktor’un karısı, elinde ışıkla odaya girdi. Onu biraz kırgın görüp sordu:
“Rahatsız mısınız?” dedi.
“Yok.”
“Yeni kibarlar evi beğendiler sanırım.”
“Ya!”
“Nadir Hanım Yusuf’a danışıp bize ahretlikle haber yollayacak.”
“Yollasın bakalım!”
“Bizim içerideki odaya bir sofa koyacaklarmış…”
“Ne demek?”
“Bilmem, öyle konuşuyorlardı. Sofayı da hol yapacaklarmış. Hol nedir Doktor?”
“Bilmem. O da sofa gibi bir şey olacak.”
“Çamaşırlığı da üst kata çıkaracaklarmış. Şimdi hep öyle yapıyorlarmış.”
“Canım, onlar evi alsınlar da…”
Doktor’un hanımı biraz sustuktan sonra, gene söze başlayıp:
“Ben bu sefer bunları hiç beğenmedim!” dedi. “Hâllerine baktım da kendi hâlimize bin şükrettim. Hele Nadir Hanım’ın yüzü! Yoluyor mu, ne yapıyor bilmem, pişik suratlı olmuş! Ya oğlan, delikanlı demeye bin şahit ister! Sevim Hanım’ı da alan, teller takınsın… Gene içlerinde en cana yakın o ahretlik kız!”
Doktor sesini çıkarmadı. Elini cama siper edip karşı kıyıların ışıklarına baktı.
RÜYA NASIL ÇIKTI?
Postacı Tevfik Efendi yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarında, kendi hâlinde, gençten bir adam. Posta odasının kapısını kapadı, Bakkal Etem Efendi’den boş yağ tenekelerini aldı; eve giderken Kerim’in kahvesinden çağırdılar:
“Tevfik, Tevfik!”
Döndü:
“Ne var?” dedi.
“Seni istiyorlar.”
“Kim istiyor?”
Kahveye girdi, İzzet Bey istiyormuş. Az çok geliri olan bir hanım almış, çoluğu çocuğu olmamış, karısının parasını yer oturur, dünyanın alayında, kurnaz, kendinden başka kimseyi düşünmez bir adam; Tevfik Efendi’nin kapı karşı komşusu. Akşamüstü kahvede yalnız kalmış, kendine konuşacak birini arıyor. Tevfik Efendi’yi görünce:
“Nereye gidiyordun?” diye sordu.
“Hiç, eve gidiyorum…”
“Daha erken, otur. Beraber gideriz.”
Tevfik Efendi oturmak istemedi. Ayakta sallandı. “Gideyim.” diyecekti, İzzet Bey onu alıkoymak için ağır tavırla, yavaş bir sesle:
“Tevfik.” dedi. “Seni bu gece rüyada gördüm… Allah hayırlara tebdil etsin.”
Tevfik sarardı:
“Nasıl?” dedi.
“Seni rüyada gördüm diyorum.”
Tevfik Efendi elinde tenekelerle peykenin kenarına ilişti.
“Nasıl gördün? Pek fena mı?” diye sordu.
“Neden fena olsun, fena da olsa hayra yormalı.”
Kahvecinin çırağına seslenerek:
“Abdullah bir ateş ver!”
Tevfik Efendi tırnağını ne gün kestiğini düşündü. “Yanılıp da ters bir günde kesmiş olmayayım?” Kendince uğursuz saydığı işlerden birini işlemiş olmasından korktu. Fena… İçi sıkıldı. Cebinden posta odasının anahtarını çıkardı, baktı.
“Bir kahve de sana ısmarlayayım!”
“İçmem… Sen beni pek fena mı gördün?”
İzzet Bey, yan gözle Tevfik Efendi’nin yüzüne bakarak:
“İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya.” dedi. “Kaynanan seni her akşam caminin keneflerine38 düşmüş görüyor da ‘Oğlum zengin olacak!’ diye bana tabir ettiriyor… Ne zengin olduğun var ne bir şey!”
Tevfik hiç cevap vermedi. “Acaba posta odasının kapısını iyice kapadım mı?” diye düşündü, korkmaya başladı. “Neden Abidin anahtarları bana bırakıyor?” diye kızdı. “Kendi işine kendi baksın! Yarın anahtarı geri vereyim, başıma bir felaket gelirse bu postadan gelecek… Gidip posta odasını bir daha yoklamalı.”
“Abdullah, bu tenekeler burada dursun, ben şimdi gelirim.” dedi, kahveden fırladı.
“Nereye gidiyorsun? Gel bak ne diyeceğim…” diye İzzet Bey, arkasından seslendi ise de aldırmadı.
“Şimdi gelirim.” dedi, gitti.
Posta odasının kapısı kapalı, yokladı, sarstı, kapalı. Açıp açmamakta tereddüt etti. Ya birisi cıgara attı ise… Kapıyı açtı. Her şey yerli yerinde, ne duman var ne de kâğıt kokusu. Yerlere, tahta aralıklarına, dolapların altına bakıyordu. Sanki bir taraftan bir ateş çıkacakmış gibi bekliyor, odayı bırakıp gidemiyordu.
Muhabere Memuru Hakkı, kapıdan başını uzattı:
“Sen demin gitmedin miydi?” diye sordu.
“Gittimdi ya gene geldim.”
“Ne o, bir şey mi kaybettin?”
“Yook, bir şey kaybetmedim.”
“E, ne bakınıp duruyorsun?”
“Hiç, bir ateş filan olmasın diye bakıyorum.”
Hakkı ateşi işitince içeri girdi:
“Yoksa bir cıgara filan mı düşürdün? Vallaa hepimiz yanarız… Burası zaten çıra gibi…”
Hakkı da aranmaya başladı.
“Nereye düşürdün?” diye sordu.
“Ben bir şey düşürmedim. Ama olur ya belki biri düşürmüştür diye bakıyorum.”
Hakkı’nın gelişi ona kuvvet oldu. Eğer Hakkı gelmeseydi odayı güç bırakıp çıkardı.
“Haydi gidelim, bir şey yok!”
Çıktılar. Kapıyı kilitlerken Tevfik: “İzzet Bey beni rüyasında görmüş.” diyecekti, alay ederler diye korktu, sesini çıkarmadı. Kahveye döndü. İzzet Bey gitmiş.
“Nerede İzzet Bey?” diye sordu.
Abdullah:
“Bilmem, galiba eve gitti.” dedi.
Tenekeleri alıp o da evin yolunu tuttu. “Sabahtan beri zaten içimde bir sıkıntı var, İzzet Bey’in rüyası da boşuna değildir.” diye düşünüyor, kendisi için sanki bir uğursuzluk hazırlandığını sanıyordu.
Eve girdi. Karısı Tevfik’ten daha kuruntulu, hırçınlıktan kurumuş bir kadın. Bu haberi duyarsa sabaha kadar uyuyamaz. İzzet Bey’in rüyasını karısına, kaynanasına söylemedi.
“Nen var, niçin böyle küskün duruyorsun?” dediler.
“Hiç.” dedi. “Başımda bir sangılık39 var!”
Yaz gecesi sıcak, uyku uyunmuyor. Buna kuruntu da karıştı. Tevfik Efendi yatakta dönemez. Sağ yanına yatıp uyumalıdır. Yoksa ertesi gün başına bir felaket gelir. Kafasında hep İzzet Bey’in rüyası, biraz dalıyor; uyku ile uyanıklık arasında hep onu düşünüyor, İzzet Bey’i görüyor, uyanıyor, yeniden dalıyor. Bu sıkıntı içinde yarı geceyi geçirdi. Yarı geceden sonra da yağmur yağmaya başladı, her yeri tatlı bir serinlik kapladı. O serinlik içinde Tevfik dalmış. Uyandığı vakit güneş çoktan doğmuştu.
Kalktı, don gömlekle bahçeye çıktı. Karısı ile kaynanası çoktan kalkmışlar, bahçede pekmez kaynatıyorlar, Tevfik’i görünce karısı uzaktan gülümsedi. Kaynanası:
“Ay canım oğlum.” dedi. “Gel biraz yardım et de tavayı düzelteyim. Biz bu ocağı denk yapamadık.”
Karısı düz bir taş buldu, getirdi. Tevfik Efendi’nin içi sıkılıyor… Gönülsüz yaklaştı. Tavada kara pekmez kaynıyor, sarı köpükler veriyor, hafif bir duman çıkarıyordu. Biraz kaldırmak için tavanın kulpuna bir odun geçirdiler. Kaynanası bir yandan tuttu, bir yandan da Tevfik, karısı da ocağın taşlarını düzeltiyor.
“Yok onu değil, bunu, bunu. Hah, it bu yana. Sen kaldır, çek çek…”
Kaynanası ile Tevfik Efendi, ikisi de kumanda verirlerken nasıl oldu ise tava eğrildi, kaynar pekmez Tevfik’in ayaklarına döküldü. Hepsi şaşırdılar. Tavayı bir yana bırakıp telaşa başladılar. Tevfik Efendi duvarın dibine çöküverdi.
Pekmezi ayaklarından silecek oldular, derileri beraber kalkacak! Su döktüler, çamur sıvadılar, komşulara seslenip ilaç sordular, herkes ayrı bir şey söyledi. Petrol sürdüler, pamuk sardılar. Tevfik Efendi bir taşın üstüne oturmuş hem can acısı çekiyor hem de içinden gizli gizli seviniyordu. İzzet Bey’in rüyası bununla geçmiş oldu. Demek başına gelecek felaket bu imiş.
Birkaç saat sonra Tevfik’in acıları biraz savuşmuş, sundurmada bacaklarını uzatmış oturuyor, dinleniyordu. Karısı ona kahve getirdi. Kadın acıyarak kocasının yüzüne baktı, o da karısına baktı, güldü.
“Ben sana söylemedim.” dedi. “Dün gece İzzet Bey beni rüyasında görmüş!”
“Nasıl görmüş?”
“Nasıl görmüş bilmem ama fena görmüş olacak. Bak bugün nasıl çıktı!”
“Sen bana niye söylemedin; sadaka verirdik, adak adardık.”
“Merak edersin diye söylemedim.”
Ertesi günü dostlardan, ahbaplardan gelip yoklayanlar oldu. Komşu değil mi, bir aralık İzzet Bey de uğradı. Tevfik ona rüyadan söz açınca:
“Canım Tevfik.” dedi. “İyi çocuksun, hoş çocuksun ama bu rüyalarla bozmuşsun. Ben onu sana mahsus söyledim. Oturasın diye!”
Tevfik Efendi kendi bildiğinden şaşmadı:
“Mahsus söyledin ama bak nasıl çıktı!” dedi…
ANA BABA
Kış gecesi, komşu kadınlar bize oturmaya gelmişlerdi. Onları dinledim. Geç kalmışım. Yatmaya giderken babamın çalıştığı odaya uğradım. Babam, gündüz ders okutur, geceleri saatçilik ederdi. Gene bir saatle uğraşıyordu. Beni görünce:
“Sen daha yatmadın mı?” dedi.
“İçeride masal söylüyorlardı, onu dinledim.” dedim.
Benimle konuşmaya başladı.
Bana güvercinleri sordu. O günlerde babamın okuttuğu çocuklardan birine bir uçurtmayla içine kurşun akıtılmış bir ceviz meşe vermiş, biri dişi biri erkek iki güvercin almıştım. Babam bu güvercinlere, gaz sandıklarından genişçe bir yuva yaptı. Dişi güvercin yumurtlayıncaya kadar güvercinleri yuvalarında kapadık. Dişi, iki yumurta yumurtladı. Kuluçka oldu. Yakında yavruları çıkacak.
Kaç güne kadar yavruları olacağını hesapladık. Sonra babam, çocukluğunda beslediği güvercinleri anlatmaya başladı.
Babamı dinlerken masanın üstünde duran anahtar zincirini elime almış, çevirip, parmağıma sarıp çözmeye başlamışım. Sözleri arasında babam dedi ki:
“Onu çevirme, lambanın şişesine değerse kırar.”
“Peki!” dedim.
Durdum. Zinciri elimden bırakmalı idim, bırakmamışım. Biraz sonra dalmış, gene çevirmeye başlamışım; çok geçmedi, zincirin ucundaki anahtar lambanın şişesine değdi, şişenin karnında bir ufak delik açtı. Ben şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim.
Babam hiç istifini bozmadı, sözünü de kesmedi; sesinde, yüzünde de hiçbir şey değişmedi. Sanki o söylememiş, ben de şişeyi kırmamışım. Yalnız uzandı, is çıkarmaya başlayan fitili kıstı. Şişe kırılmadan iyice aydınlık olmayan oda büsbütün karardı.
Babam, güvercinleri anlatıyordu ama ben artık dinleyemiyordum. Tatlı tatlı konuşurken bu aksilik nereden başıma geldi! Ne dedim de uğursuz zinciri elime aldım. Babam söyledikten sonra hemen atmalı idim. Şeytan beni dürttü…
Bu uğursuzluklar, hiç beklenilmeyen saatte adamın başına gelir!
Babam, sözlerini bitirdi, sonra bana dedi ki:
“Hadi, kalk bir ışık arayalım. Bununla artık çalışılmaz.”
Büyükçe lambamız misafirin yanında. Başka lambamız da yok. Babam, mutfakta kullandığımız idare kandilini yaktı. Odaya döndük. Babam, bu idare kandili ile çalışabilecek mi? Ben suçluyum. Babam da hiç sesini çıkarmıyor. “Ben sana söyledim, benim sözümü dinlemedin.” dese ben de “Evet, suç bendedir!” desem yahut yalnızca “Suç benimdir, senin sözünü dinlemedim.” diyebilsem gidip rahat yatacağım. Babam:
“Sen artık yatarsın, ben görebilirsem, biraz daha çalışırım. Gecen hayırlı olsun!” dedi.
Başka hiçbir söz söylemedi. Ben sesimi çıkaramadım.
Sıkıntılı günlerin gecesinde yatak, bana her yerden daha iyi gelir. Başka yerde düşünmesinden üzüldüğüm sözleri, işleri, yatakta üzüntüsüzce uzun uzun düşünürüm. Bu düşünceler arasında kendimi avuttuğum da olur.
O yıllarda ben, sekiz-dokuz yaşlarında idim. Oturduğumuz yer bir ufak kasabacıktı. Babam hesap okutuyordu. Saatçilik de ederdi. Ekmek paramızı ancak çıkarabiliyorduk. Aç, açık kaldığımız yok ise de babam bir aylığını alamadığı günlerde aç kalmak korkusu da kendini gösteriyordu. Babam, alacaklıları ile bizim aramızda eziliyordu. Evinde oturduğumuz adamın, alışveriş ettiğimiz bakkalın kapıya kadar gelip acı sözler söyledikleri de olurdu. Haklı olmadıklarını da şimdi anlıyorum. Bizde alacakları kalmıyordu. Geç kalıyor ama bütün borçlarımızı veriyorduk.
Bu yoksulluktan anam, her gün hasta. Babamın hocalık etmesine, sessizliğine kızıyor, hamallık etse bizi daha rahat geçindireceğini söylüyor, yok yere ablamı, beni haşlıyor; bunlar bittikten sonra da oturup ağlıyordu.
Yokluk içinde yüzen bu evde bir lamba şişesi kırmanın ne acıklı bir şey olduğunu anlarsınız. Bunun daha acıklısı, babamın hiç sesini çıkarmaması oldu. Benim ne kadar üzüleceğimi bilirdi. Suratını biraz asar, öğüt verir kılıklı birkaç söz söyler, ben de suç işlemiş, karşılığını da görmüş olurdum. Şimdi de rahatça uyurdum. Babama hem acıyor hem de ona kızıyorum. İçimdeki bu üzüntüyü susturmak için yarın güvercinleri satıp bir lamba şişesi almayı düşünebildim. Bu düşünce bana biraz rahatlık vermiş olacak ki uyumuşum.
Ertesi sabah yatakta uyandım. Biraz sonra akşam kırdığım şişe aklıma geldi. Güvercinleri satmak, bana akşam düşündüğüm kadar kolay olmayacak gibi geldi ise de biraz düşündükten sonra gene en yapılabilecek bir şey varsa o da bu olduğuna inanarak hemen bu işi bitirmek için yataktan fırladım, giyinmeye başladım.
Belki babam, güvercinlerin satıldıklarını iyi karşılamayacaktır. Daha iyi. Ben de ondan öç almış olacağım.
Ben bunları düşünürken anam odaya girdi. Öfkesi yüzünden belli oluyordu.
“Lambanın şişesini sen mi kırdın?” diye sordu. “Ben kırdım.” dedim.
“İyi halt ettin!” dedi. “Ben de kızların günahlarına girdim.”
Nasıl olmuşsa gece anam şişenin kırıldığının farkına varmamış, babam da söylememiş olsa gerektir ki anam sabahleyin şişeyi kırılmış görünce ablama ve gündüzleri gelip boğaz tokluğuna hizmet edip geceleri evine giden Naime adındaki kıza tutunmuş. İkisini de ağlatıncaya kadar söylenmiş.
Benim kırdığımı anlayınca bana söylenmeye başladı:
“Babanın hazineleri olsa sizin ziyankârlığınıza yetişmez.” dedi. “Bana acımıyorsanız, bari babanıza acıyınız. Biz de çocuk olduk! Evde bir şey kırılacak diye ödümüz kopardı. Size bakıp şaşıyorum. Bak! Daha evin kirasını veremedik. Herif her gün kapıda.”
“Ben şişeyi isteyerek mi kırdım?” dedim.
“Zahir, bir de isteyerek kıraydın! Baban parayı sokaktan topluyordu! Gidin bir komşu çocuklarına bakın! Bak sizin gibisi hiç var mı?”
Anam doğru söylemiyor; komşularımızın çocukları, hemen hepsi kötü terbiye almış, haylaz, haşarı, yalancı çocuklar. Bunları, bizim bildiğimiz kadar anam da bilir. Göz göre göre yanlış söylüyor.
“Bak, Sait Kalfaların Ahmet, kız çocuğu gibi anasına hizmet ediyor.” diyor. “Bizim sanki kızımız var! Kendiliğinden bir kahve fincanı yıkadığını görmedim. Ama suçun başı babanızda… Baba olup da kendini saydırmaz ki! Evde yenilmiş, içilmiş, kırılmış, dökülmüş, sokağa atılmış… Haberi bile olmaz. Bırak, akşama kadar köpek yavrularıyla güvercinlerle oynasın! Bir gün kafam kızarsa yapacağımı bilirim. Birini çağırıp o güvercinleri vereyim de sen de görürsün!”
Ben yüzümü yıkadım geldim, giyindim, zeytin ekmek yedim, anam hep söylendi ve o söylendikçe ben de kızdım. Hem de hafifledim. Anam, lamba şişesini kırmak üzüntülerini yüreğimden sildi. O kadar ki “Ne iyi etmiş de kırmışım!” diyesim geliyor gibiydi. Nasıl ki güvercinleri vereceğini söyleyince dayanamamışım:
“Ben de evde ne kadar şişe varsa kırarım.” dedim.
Benden böyle sözler işitmeye alışık olmadığı için annem çok gücendi. Ben, çantayı kapınca kaçtım. Kim bilir arkamdan ne kadar söylenmiştir. Bereket versin ki öfkesi tez geçer. Bir suç yaparsam babamın susuşundan korkar, beni kızdırsa da anamın yürekte üzüntü bırakmayan söylenişlerini arar ve sanırım ki anamı daha çok severdim.
ŞAİR TAVÂFİ