Полная версия:
Kelepir
Freda; Hasköy’de oturan, İstanbul Balıkpazarı’nda bir ortağı ile balıkçılık eden Yeşua Fiş adında birinin kızıdır. Kurtuluş’ta bir kutu fabrikasında çalışıyordu. Naum Şalem’in torunu denilecek kadar gençtir. Boyu, bosu, rengi, gözleri, saçları ile sayılı güzellerdendir. Sabahtan akşama kadar mukavva kesip kutu yapıştırmak, ihtiyar bir kocaya karılık etmekten daha güç gelmiş olmalıdır ki büyükbabası denilecek yaştaki bir adama varmıştır. Naum’a gelince, bir hizmetçi de tutsa, ihtiyar değil, bulursa bir gencini tutacaktı. Kendisi de ilkin yaşlı bir kadın almayı düşünmüş idi. Sonradan bu düşüncesini değiştirdi. Hesabı şu idi: Evin kirası çıkıyor, üste kalan para ile geçiniyorlar. Bu işlere de bir yaşlı kadın yerine genç bir kadın bakıyor.
Murat Ali, tutacağı odayı görmeye gelince Freda hiç gizlemeyerek, gözlerini kaçırmayarak onu tepeden tırnağa kadar süzdü. Sonra odayı gösterdi. İkinci katta, merdivenin karşısında büyük, bir tek penceresi sokağa bakan sevimsiz bir oda…
Bu büyük pencere yerden yüksek, tavana yaklaşan geniş, uzun bir pencere. Odaya bir çukurluk veriyor.
Freda gözlerini Murat Ali’nin gözleri içine dikerek çok karışık bir Fransızca ile;
“Bu odayı tutunuz, rahat edersiniz, bana inanınız!” dedi.
Yakop, Murat Ali’nin bu karışık cümleyi anlamadığını sanarak Alamancaya çevirdi.
Pencerenin yanında iki eski bez parçası sarkıyordu. Belli ki bunlar yeni asılmış şeyler değil! Yıllardan beridir burada sarka sarka sanki pörsümüşler.
Tahtadan alçak bir karyola, karşısında genişçe eski bir kanepe var. Yere de toprak rengini almış bir halı parçası serilmiş! Kapının sol yanındaki köşede yüz yıkamak için ufacık bir masa konulmuş. Belli ki odaları boş kiralayan Freda, döşeli bir oda tutmak isteyen yeni müşterisi için, bütün bunları bir eskici mağazasından getirmiş, yahut kiralamış!
Duvarlar, kirli mavi rengi badana edilmiş. Karyolanın ayak ucunda yuvarlak, paslı bir soba duruyor.
Murat Ali, yahut onun gibi başka birisi, Freda olmasa bu odayı tutmazdı. Burası soğuk, ıslak yer altı odası, eski bir su sarnıcı gibi bir oda. Böyle olmakla beraber Murat Ali ucuz, elverişli buldu.
FredaYeni odasında ilk kaldığı gece Freda’nın ayak seslerini dinleyerek, başka odalardan gelen anlaşılmaz gürültülere kulak kabartarak, belki biraz de yerini yadırgayarak geceyi hemen hemen uykusuz geçirdi. Ertesi, daha ertesi geceler de evin, sokağın tanımadığı sesleri, uyku arasında bile Murat Ali’yi kuşkulandırıyor; kendisini dalgın uykuya veremiyor, her dakika yabancılık duyuyor, bu evde kalıp kalamayacağını kendisi de bilmiyordu.
Murat Ali’nin odasının yanında, sokak üstündeki büyükçe odada ana, baba, kızları, kızlarının kocası ile bir aile yaşıyor. Bunlardan baba ile kızı işe gidiyorlar. Güvey, evde çalışıp pantolon dikiyor; yalnız, biten işleri terzilere vermek, yeni işlerini getirmek için dışarı çıkıyor. Akşamları derinden mırıltılarla dua ettikleri duyuluyordu.
Bu odanın karşısına gelen karanlık aralıkta, ışıksız oturulamayan bir odada, Pigmalyon adında biri oturuyor, gece giyimlerine, şapkalara takılan çiçekler yapıyordu. Örneklerini, renklerini gün ışığında görmek isterse, Freda’nın odasına geçip pencereye sokuluyordu. Tanıştıktan sonra Murat Ali’nin odasına da gelmeye başladı.
Bu kadın, çiçeklerini odasında satıyor, pazarlığı da Freda yapıyor, birtakımları da ona örnek getirip çiçek ısmarlıyorlardı.
Arasıra giyinip Freda ile sokağa çıkar, hemen her çıkışlarında da sinemaya giderlerdi.
Bu kadınların sokakta giydikleri paltoları, güzel şapkaları, giyimlerini görseniz şaşarsınız. Bunları bu pis odaların neresinden çıkarırlar, anlayamazsınız.
Giyinince Freda daha güzel, ancak daha adi; Pigmalyon daha kibar, daha yakışıklı olur.
Pigmalyon’un odasına Kuzma adında orta yaşlı bir adam gelir gider, arasıra Freda’nın odasında oturup piket oynarlardı. Sonraları Murat Ali bunlara karıştı. Bu adam, Pigmalyon’un sevgilisi midir, hısmı mıdır, bilinmez.
Karanlık aralıkta, en sondaki büyük odada Freda ile ihtiyar kocası Naum Şalem yaşarlar. Bu odanın üç büyük penceresi, arkadaki iki apartman ile bu evler arasında kalmış şekilsiz, dar bir aralığa açılır. Freda’nın pencerelerinden hava, bir kuyu içinden görünür gibi görülebilir.
Bu aralığın dibinde apartman kapıcılarından biri, bir beyaz ada tavşanı ile bir horoz besler. Freda’ya gelip giden Agafi adındaki bir kız, bu horoz ile tavşana merak sarmıştır. Her gelişinde pencereyi sürüp bunlara bakar, her bakışında da bunların kendisinden daha bahtsız olduklarını söylerdi.
Freda’nın odası ile Pigmalyon’un odası arasında dar, uzun, gün ışığı hiç almayan bir yerde Freda yemek pişirir, ara sıra burada öteberi yıkadıkları da olurdu.
Naum Şalem odasına gece olduktan sonra gelir. İlk işi karısından o günün hesabını alır, sonra yemeğini yiyip yatar. Odada Freda’nın misafirleri olsa da aldırmaz. Peylediği bir berber vardır, oraya gidip tıraş olur. Buna meraklıdır.
Dükkâna gidip çayını içer.
Freda da çok erken kalkıp Murat Ali’nin odasına bir fincan çay getirir. Sonra saatlerce de onun odasında kalmaktan çekinmez. Murat Ali tıraş olur, giyinir, işine gider. Freda gene onun odasında kalır, ortalığı toplar, yatağı düzeltir, çantaları bavulları karıştırır, resimlere bakar.
Birkaç hafta geçince Pigmalyon da Murat Ali’ye alıştı. Geceleri onun odasına geliyor, saatlerce oturup konuşuyor, dertleşiyordu.
Pigmalyon, Freda gibi değil. Gülüyor, kızarıyor, utanıyor. Sevilmek, okşanmak istiyor, kadınlık gösteriyor. Freda böyle değil. Murat Ali’nin parasını çekiyor, ondan da kendi hesabına faydalanıyor. Ne var ki Freda çok gençtir, kadınlığının çok elverişli çağındadır. Murat Ali, bu kadının çekinmez bakışlarından, utanmamasından hoşlanıyordu.
Şimdi her akşamüstü, Freda’nın odasında piket oynuyorlardı.
Freda’nın odasına aşağı kat, yukarı kat kiracılarından da gelenler oluyordu. Murat Ali yavaş yavaş evin bütün oturanlarını tanımaya başlıyor, bu evin ağır kokularına alışıyor, bu evde konuşulan Rumcaya, İspanyolcaya, bozuk Fransızcaya, Hebru dualarına da kulak dolgunluğu gün geçtikçe artıyordu.
TevelioğluMurat Ali’nin Freda ile Pigmalyon arasına yeni düştüğü günlerde eski arkadaşı Nazif, onu, bir perşembe günü Nişantaşı’ndaki konağına, öğle yemeğine götürdü.
Bu Nazif ya Rodoslu yahut Kıbrıslı bir adamın oğludur. İzmir’e yerleşmişlerdi. Babası ağır ceza hâkimlerinden ağırbaşlı, temiz bir adam olduğu için Nazif’e böyle konak açacak bir para bırakamazdı.
Nazif, hukuğu bitirince avukatlığa başladı. Armanak Agopyan adında biri ile Galata’da, Hızırbey Hanı’nın birinci katında odaları vardı. Ticaret işlerine bakıyorlardı.
1915 yılında, Rizeli Kavşaracıoğlu Ahmet Bey adında birini de ortaklığa alıp alışverişe başladılar. İlkin Alamanlarla anlaşıp balık verdiler. Sonra bizim ordu hesabına balık yağı çıkarmaya başladılar. Daha sonraları ordu hesabına, Alamanlarla türlü işlere giriştiler, denizaltılara benzin taşıdılar. Mısır, Adalar, İtalya kıyılarında adamlar buldular, epeyce de para kazandılar.
Nazif ile arkadaşları, asker oldularsa da askerlik etmediler. Nazif Alamanya’ya gitti, sonra Romanya’ya geldi. Epeyce para bırakan bir kahve işi yaptılar. Tevelioğlu adı çok duyulmadı ise de hükümetin ileri gelen adamları onu tanıdılar.
1914 yılı başlarında Nazif, Beşiktaş’ta, Valide Çeşmesi’nde oturan, eski feriklerden Hafız Paşa’nın kızını almıştı. Valide Çeşmesi’ndeki evde oturuyorlardı. İşler gelişip Tevelioğlu bir ufak avukat olmaktan çıktıkça, bunlar da bu evde oturamaz oldular. Maçka’da, büyük apartmanlardan Kamelya Apartmanı’nın bir katını tuttular.
Tevelioğlu’nun hiç kimsesi kalmamıştı. Karısı Cavide’nin anası, babası yok ise de çok yaşlı bir teyzesi ile babası gününden kalmış emektar adamları vardı. Bunları da alıp gelince apartmanın dokuz odasına ancak sığabildiler. Daha girdikleri gün darlık yüzünden söylenmeye başladılar. Fazla oda olmadığı için bir erkek aşçı tutamadılar. Yalnız Cavide Hanım, perşembe günleri tanıdıklarına salonunu açtı.
Bir perşembe günü, Nazif, apartmanın kapısı önünü arabalarla dolmuş görünce, sevindi. Büyük bir ev bulup taşınmayı kararlaştırdı. Nişantaşı’nda, arka sokaklardan birinde bir bahçe içindeki bu eski ahşap konağı alıp tamir ettirdi, boyattı. Buraya taşındılar.
İşte Nazif’in Murat Ali’yi çağırdığı ev burasıdır.
Yemekte Nazif Bey, Murat Ali’yi karısı ile tanıştırdı. Murat Ali’nin “doktor” diye anılmak istemesi hakkıdır. Eğer kocası onun için “doktor” dememiş olsaydı, Cavide onun yüzüne, giyinişine bakarak daha kayıtsız davranacaktı.
Sofrada bir kadınla iki erkek daha vardı. Tanıştırırken adlarını da söylediler ise de Murat Ali’nin hatırında kalmadı. Yalnız sonradan anladı ki bu adamlardan biri, bir yerde sefir imiş. Geri getirmişler, bir daha da iş vermemişler. Kadın da onun karısı imiş. Öteki adam hiç ağzını açmadığı, kimse de ona bir söz söylemediği için, kim olduğu anlaşılamadı. Belli ki bu evin alışkanı bir adamdı.
Yemek boyunca sözün çoğunu bu sefir adam söyledi. Başı ağrıyor, yahut canı sıkılıyormuş gibi duran ev sahibi hanım, doktoru da konuşturmak istedi ise de elçi söze karıştı, doktora da başkalarına da, kendi karısına bile söz sırası bırakmadı. Her şeyi bildi, her güçlüğe bir kolaylık buldu; her derdin reçetesi koynunda, yalnız bizim işlerimizi değil, bütün devletlerin, milletlerin işlerini düzeltecek!
Karısı, kocasını susturmak istemiyor, yoksa bir kumaş lakırdısı açabilirdi. O elçiyi susturmak istemediği için ev sahibi hanım da başka söz açmaktan çekindi. Bir-iki kez doktora Alamanya’yı soracak oldu, elçi karşıladı.
Yemekten sonra da misafirler çok kalmadılar. Hiç ağzı açılmayan üçüncü adam da ortadan silindi. Cavide Hanım da doktor ile kocasını yalnız bıraktı. Nazif de Tokatlıyan’da birine söz vermiş, oraya inecekmiş, yayan yürümek istedi. İki arkadaş yolda konuştular. Nazif, işlerin bozulduğunu, alacaklarını alamadığını, hükümette alacağı kaldığını anlattı.
Doktor, ilkin aldırmazken söz ilerledikçe, arkadaşının ağır bir duruma düşmüş olduğunu anladı. Ayrılırken de Nazif, hanımın her perşembe çayı olduğunu, isterse bugün de gelebileceğini söyledi.
Doktor o gün gitmedi ise de ondan sonra gelen perşembeleri de kaçırmadı.
CavideYirmi yaşını geçmiş, iki de çocuk anası olmuş ise de Cavide’yi görenler, on sekiz yaşında bir kız sanırlar. Arkadaşlarından çoğu daha koca bekliyorlar.
Kara kaşlı, kara gözlü, sevimli yüzlü, genç kocaya vardığı, ev sahibi olduğu için biraz şımarık, açık yürekli, düşündüğünü çekinmeyerek söyler bir kadın. Genç kızken gönüllüsü, gözdesi yoktu, bugün de yoktur. Bundan böyle de olacak değildir. Bu yaradılışta kadınların sevişmeye akılları ermez.
Cavide, Hafız Paşa’nın torunu ise de anasını, babasını öldürdükleri için Cavide’yi büyükbabası büyütmüş olduğundan, herkes onu paşanın kızı diye bilir.
Cavide kocaya vardığı yıllarda, Hafız Paşa’nın hanımı sağ idi. Cavide’yi o gelin etmiş, birkaç ay sonra da ölmüştü. Büyükanası ölünce Cavide’nin yalnız bir teyzesi kaldı ki başka kimsesi olmadığı için Cavide’nin yanında oturur. Bir deniz albayının haremi imiş. Yalnız bir kızı olmuş, o da ölmüş. Kocası da Ertuğrul’da, Japon denizlerinde batmış. Teyze Afife Hanım çok yaşlıdır. Yerinden kalkamaz ama evin içinde geçen bütün dedikodular, onun odasında gözden geçirilip ballandırılır. Cavide Hanım’ın dadısı Dilbeste Kalfa da teyzenin başyardımcısıdır.
Bu ikisinin başlıca çekemedikleri de Münire Hanım adında bir kadındır ki uzaktan Hafız Paşaların hısmı da olur. Yaşlıca bir hanımdır. Kızları, oğulları, gelinleri vardır. Çırçır’da, konak yavrusu bir evi de vardır. Cavide kocaya varıp da apartmana çıkınca, Cavide’nin tutumuna, kocasının kazancına bakarak, kendisi gibi birinin bu eve gerekli olduğunu görüp buraya kapılanmıştır. Daha önce de eski maliye muhasebecilerinden Hüseyin Hamdi Efendi’nin yalısında, karısı Mahbube Hanımefendi’ye nedime, evde kâhya kadın gibi yıllarca kalmıştı.
Cavide’nin yanında da gece yatısına gelmiş bir misafir gibi gelip kaldığı iki gecede Cavide’yi hizmetçilerin, aşçının dedikodularından kurtarması ile kendini isteterek yerleşmiş, kilerin anahtarlarını beline takmış, evin idaresini eline almıştı. Hizmetçileri o değiştiriyor, çocukların, matmazellerin densizliklerini o dinliyor, her şeyin yerini o biliyor, odanın ortasına büyük bakır çamaşır leğenini koydurup teyze Afife Hanım’ın başını o yıkatıyor; bakkalın, çakkalın hesabını o biliyor, Nazif Bey, çekmesinin anahtarlarını kaybetse;
“Sorun bakalım, Münire Hanım görmüş mü?” diyorlardı.
Cavide’nin gelip gideni çoğalıp da kapısının önünde arabaların sayıları arttıkça, dışarı salonda da bu Münire Hanım gibi bir kadın daha peyda oldu. Bu da eski vezirlerden birinin kızı, asker paşalardan birinin karısı olan Seniye Hanımefendi’dir.
Gençliğinde Cavide’nin anasını tanırdı. Uzaktan bir tanışmış! Cavide’nin adı duyulmaya başlayınca onunla tanışmaya bir yol aradı. Rahmetli anası ile pek yakından tanışmış, sevişmiş oldukları sözleri kulağına geldi.
Bu Hanımefendi Cihangir’de bir eski konakta oğlu Fazlı Bey’in yanında oturuyor, yazları da Feneryolu’nda kızı Calibe Hanımefendi’nin köşküne gidiyor.
Bu Hanımefendi’nin kocası öldükten sonra babadan, kocadan her ne kalmış ise satıp savup yiyerek evini bozmamış, çocuklarını yetiştirmişti. Şimdi parası kalmadığından para kızlarının, gelinlerinin elinde bulunuyor; Seniye Hanımefendi işi idare edip dışardan kendisine saygı bulamazsa, evde Mahinur Kalfa’dan farksız olacağını görüyordu.
O günlerde Cavide gibi salon açmış kadınlar seyrek olduğu için göze çarpıyordu.
Seniye Hanımefendi Cavide ile tanışınca, onu, anasına pek benzetti. Temkinlice bir-iki damla da ağladı. Hiçbir şey söylemedi ise de bu kızın analığını üstüne almış oldu. Bundan sonra Cavide’nin salonu, Seniye Hanımefendi’nin kanadı altında idi.
Doğrusu da bu, Hanımefendi aklı ile, idaresi ile, bu takım insanlar arasında iyi tanınmış olması ile, eski hotozlu kibar giyinişi, parmağındaki zümrüt yüzüğü ile bu salonda herkesin saygı gösterdiği bir varlıktı. Buraya uğrayan nazırlar elini öpüyorlardı. Alaman subayları onu görmeye geliyorlardı. Kimseye değerinden fazla yüz göstermiyor, konuşmayı biliyordu…
Her perşembe günü Cavide arabasını yollayıp onu aldırıyor, yavaş yavaş yürüyerek, ayakları ağrıdığı için elinde taşıdığı abanoz oyma bastonuna dayanarak gelip, salonda kendi koltuğuna oturuyordu.
Seniye Hanımefendi gençliğinde orta boylu, sevimli bir hanımmış. Yaşlanmış, biraz da etlenmiş olduğundan boyu kısaca görünüyor. Eski kumaşlardan düz bir entari giyiyor, beline de sırma dokunmuş, sırma püsküllü bir kuşak bağlıyordu. Yanına gidenler hafif bir mis kokusu duyuyorlardı.
Kızları, gelinleri onun yanında çok hafif kaldıklarını görerek kıskandıkları için, biraz da Cavide için dedikodu çıkararak öç almış oluyorlardı.
Bu iki kadın; içerden Münire Hanım, dışardan Seniye Hanımefendi, Cavide’nin evini onun istediğinden daha çok düzgün, daha çok olgunlukla yürütmeye başladılar. Bu yıllar 1915-16 yılları idi. Nazif’in işleri her gün biraz daha gelişiyordu. Apartman dar geldi. Daha önce de yazdığımız gibi, konağa taşındılar. İki yıl, her gün biraz daha gelişerek, bu toplantılar yaşandıktan sonra 1918’lerde bir yorgunluk gelir gibi oldu. Buraya gelip giden birtakım hükümet adamları ortadan silindiler. İstanbul’un birçok evi yas içinde kaldı. Tevelioğlu’nun evinde hiçbir şey değişmemiş gibi davranıldı ise de yorgunluğa benzer bir tatsızlık çöktü. İşte Murat Ali’nin bu eve gelişi bu günlerde olmuştur.
Nasıl Karşıladılar?Kendilerine bir ev kurup bu sonu bilinmeyen beklemekten kurtulmak isteyen kızlarla, bu kızların anaları, evlenebilecek çağa gelmiş delikanlıları gözden kaçırmazlar. Böyle evlenmeye elverişli gençler de çokçası böyle tanıdık, eş dost arasında aranır.
Bunun için daha ilk gelişlerinde doktor birtakım kız analarının gözlerine çarptı. Bunların içinde biri ertesi hafta çayında kızını da birlikte getirdi. Saadet adındaki bu kız da doktora sokulganlık gösterdi.
Bir başka hanım da bu doktorun kimin nesi olduğunu Cavide’den sordu. Cavide de kocasından sordu. Kocası da bildiği kadar söyledi. Daha sonra bu Saadet Hanım’la anası, sokulganlıklarını artırdılar. Doktoru evlerine çağırdılar. Geceleri alıp Şehir Tiyatrosu’na, sinemalara götürdüler. Ötede beride kızın anası;
“Çok ağırbaşlı, terbiyeli bir çocuk. Doğrusu, çocuğum da olsa bu kadar severdim.” dedi.
Bu söze bakarak her yerde Murat Ali’nin bu kızı alacağı sanıldı. Başka kızlar da uzak durur gibi oldular; ama Murat Ali kıza açılmamış, sıkı arkadaşlığa yanaşmamış. Görüşmek, konuşmak iyi; o kadar. Sevmek, evlenmek sözleri yok! Bir tutkunluk, manasız sözler, şairleşiş. Hiç böyle şeyler yok!
Kız ağzını arayacak olmuş, “Evlenmek kim, biz kim…” diyormuş.
Kızın babası sabırsızlık edip araya bir adam koyacak, Murat Ali’ye soracak olmuş. Eğer kızı alacak olursa, bir işe girmesi için de yardım edeceğini duyurmuş. Murat Ali bu alışverişe sokulmamış.
Kızın anası, kocasının, böyle araya başka adam koyup oğlanın armut gibi boğazına tıkılmasının işi bozduğunu söylemiş.
“Saadet pekâlâ onu yola getiriyordu. Genç adam dayanabilir mi, elbette yola gelirdi.”
Bu hanım belki doğru düşünüyordu; ama Freda ile Pigmalyon gibi iki güzel kadın arasında kalmış olan doktorun, baş döndürücü kadın isteği kalmıyordu. Ayrıca Saadet Hanım da yaradılıştan cılız bir kızdı. Bir de sanki pek şişman bir şeymiş gibi zayıflamak hastalığına tutulmuştu. Yalnız ne var ki iyi bir kızdı, kocaya varmak istiyordu.
Olmadı. Kızın babası haber yollayınca, Murat Ali biraz daha çekingen davranmanın elverişli olacağını kestirdi. Başkaları da bu soğukluğun farkına vardılar. Bu sefer onlar doktora sokuldular. Alamanya’da okumuş bir iktisat doktoru, kolayca bulunur bir güvey değildir. Buraların kızları, bu yurda göre ucuza geçinir takımından değildirler. Herkes de Tevelioğlu gibi güvey bulamaz ama eh, hiç olmazsa hatırlıca bir memur olmalı! Doktor Murat Ali, şimdilik bir şey değilse de ortalığın bu karışıklığından yarın nasıl olsa bir işin başına getirilecek. Bundan da başka kadınlar onun yüzüne evlenecek, karısına boyun eğecek, uslu bir koca olacak adam damgasının vurulmuş olduğunu görüyorlardı.
Freda ile Pigmalyon olmasa, böyle de olacak idi, denilebilir!
Doktoru yalnız Saadet Hanım değil, başka kızlar da denediler. “Belki Saadet’i sevmemiştir. Doğrusu da sevilecek bir kız değildir. Belki onunla kaynaşmayan bizimle kaynaşır.” dediler. Kendilerini ona beğendirmek için ellerinden geleni yaptılar. Ağır, hülyalı göründüler. Şairleştiler. Şen, şakrak oldular, filozoflaştılar, iktisatçılığa bile ilgi gösterenleri oldu. Hiçbiri tutmadı.
Bunlar dört-beş kız idiler. Çoğu da Cavide gibi Fransız kız okulunu, yahut Amerikan kolejini, yahut Alaman kız okulunu bitirmişlerdi.
İstanbul’un en yüksek tabakasının kızları. Çoğu da kocaya varmak yaşını geciktirmiş değiller. Ancak kız olup da koca beklemek de kolay olmadığı için, karşılarına çıkan her genci tartmayı, denemeyi doğru buluyorlardı. Bunun için doktorun Saadet Hanım’la arası açıldıktan sonra, eskiden adı Nermiye olup da şimdi Necla diye çağırılan bir kız ortaya çıktı. Birkaç hafta o da kendini denedi. Yaradılışı daha şık olan bu kız sanıyordu ki kadınlar isterlerse erkeklerin baştan çıkmayanı olmaz. Bunun için doktorun baştan çıkacağına, bir kere de baştan çıkınca… Doktor, o serseri gençlerden değildir ki bırakıp savuşabilsin. Sonunda işi evlenmek temizler.
Bu yoldan yürümeye çalıştı ise de daha ilk adımda doktor ona yüz vermez göründü. Kız anladı ki benliğini ayak altına almadıkça doktor, sokulmayacak.
Bir başka yol aramak istedi. Onu da bulamayınca küstü. Bir dedikodu çıkardılar. Sanki doktorun Alamanya’da bir sevdiği, ondan da bir çocuğu varmış… İşler biraz düzelince onları getirtmeye çalışacakmış!
Evlenecek adama bu kadar benzeyen doktorun evlenmekten kaçınmasını anlayamayanlar;
“Evet.” dediler. “Böyle bir şey varsa… Ancak ne olursa olsun, evlenmek istemiyor ya! Hayırsız koyunu kurtlar yesin!..”
Kızlar da onu aramaz oldular.
Yalnız bunlardan biri, Cavide’nin çocukluk arkadaşı Nimet, daha genç, daha güzel bir kız; evlenmek için gözden geçirdiği erkekler arasında en elverişli bulduğu bu Murat Ali için çıkarılan dedikodulara inanmak istemedi. Onca, doğrusu şu idi ki bu Murat Ali’ye varmak istemiş Saadet gibi, Necla gibi kızlardan doktor kaçmış ise, akıllılık etmiştir. Bu kızları alıp da ev kuracağım diye uğraşmak boş şeydir. Bunlar kocaya varınca çekilmez baş ağrısı olurlar. Nimet ona eş olabilir; ama onun da güzelliği göze çarpmaz. Gösterişli değildir. Oysa Nimet’e öyle geliyordu ki eli ayağı, kaşı gözü, boyu bosu, saçları adamakıllı güzeldir. Huyu, anlayışı da çok iyidir. Yeter ki biri ona iyice bakmış, oturup onunla konuşmuş olsun! Yoksa o, bir salon dolusu kadının kızın içinde yıldız gibi parlayıp herkesin gözünü, gönlünü tutuşturacak bir ateş değildi. Öyle bir tesadüf olsa ki bir saatçik şu doktorla oturup konuşabilse! Kendisi isteyerek, yahut Murat Ali isteyerek değil, rast gele gibi! Bu rastlayışı Cavide hazırlayabilir.
Düşündüğünü Cavide’ye açtı, o beğenmedi.
“Ne konuşacaksın?” dedi.
“Hiç! O benimle konuşsun! Bir yerde baş başa kalırsak, put gibi oturacak değil ya! Elbet bir şeyler konuşur.”
Cavide dudak büktü:
“Bilmem.” dedi. “Düşünelim!” demek istedi.
Aradan biraz geçince Nimet bu isteğinden vazgeçmiş olacak ki Cavide sorunca;
“Yok.” dedi.“Düşündüm, beğenmedim. O da kendini bir şey sanır!”
KahvecibaşılarBu Nimet’in ailesine Kahvecibaşılar derler. Yalnız bu eski adı mahallelerinde oturdukları eve veriyorlar da, kendileri anıldıkça Azizbeyler diye anılıyorlar.
Evleri Maçka’da. Ihlamur Caddesi’ne doğru inen yokuşlardan birinde sol kolda, yanında genişçe bahçesi olan, iki katlı, yayvan bir evdir. Beyaz boyalı olduğu bugün de bellidir.
Bu evi Sultan Mecit, gününde kızlarağası olan bir zenciden alıp yahut yaptırıp Nimet’in babasının büyükbabası olan Aziz Bey’e bağışlamış. Sultan Mecit’in oradaki arsaları arşını yirmi paraya sattığını, kendisinin de birçoklarına ev, arsa bağışladığını söylerler. Anlaşılıyor ki kulları da padişahın tuttuğu yoldan gitmişler.
Sonradan tamir edilmiş de olsa, aslı ortalama bir hesapla doksan yıllık bir ev demektir. Ahşap olduğuna göre bu kadar dayanması çok görülmemelidir. İstanbul’un yangınları olmasaydı, böyle eski evler çok görülecekti. Şimdi, belki bugün bile bu eve “Kahvecibaşılar’ın evi” derler ama bu ailenin asıl evi İstanbul’da Dökmeciler’deydi. Nimet’in babasının hastalığında satılmış, bugün de artık yıkılmıştır.
Bu aileye adını bırakan Kahvecibaşı’nın kim olduğunu, hangi padişaha kahvecilik etmiş olduğunu bilen yoktur. Yalnız bu addan anlaşılıyor ki bu aileden yetişen adamlar yıllardan beri saray hizmetinde bulunuyorlarmış. Nasıl ki Nimet’in babası Saffet Bey, onun babası Aziz Bey saray hizmetinde idiler.
Bilinen bu üç babadan Aziz Bey, Mabeyn Hassa Hademesinden idi. Meddahlıkta kendinden önce gelenleri geçmiş bir adam olarak tanınmıştır. Ancak “Pişekâr Aziz Bey” diye anılmıştır. Bir gün huzurda oynanan bir orta oyununda Pişekâr’a çıkacak arkadaşının hastalanması ile ustası Çeşnigîr Ali Kalfa’nın emri ile Pişekâr’a çıkıp seyredenlere kendini pek beğendirmesi yüzünden kendisine bu ad takılmış, takıldığı gibi de kalmıştır. Ancak onun asıl ustalığı meddahlıkta idi.
Aziz Bey, Bursa Müftüsü diye anılan Akçaşehirli İshak Hoca’dan ders görmüş, Arif Dede’den Mesnevi okumuştu. Çıraklarından Nasuh Efendi, kölesi Arap Muhyi’ye yetişenler, Aziz Bey’in hikâyelerinden, gülbenklerinden, tekerlemelerinden, kıssalarından, fıkralarından, mesellerinden birtakımını işitmişlerdir. Yazık ki bu Muhyi de öldü, kimseyi de yetiştirmedi. Birçokları gibi, Aziz Bey’den kalan sanat eserleri de kaybolup gitti.
Aziz Bey’in oğlu İzzet Bey de babası gibi hademeden, güzelliği ile tanınmış bir adamdı. “Hünkâr Müezzini İzzet Bey” derlerdi. Genç yaşında öldü, bir oğlu kaldı: Saffet Bey. Nimet Hanım’ın babasıdır. Mabeyn muzikasında flüt hocasıydı. Dışarda da ders verirdi. Hocası bir İtalyan idi. Bütün ömründe dört yahut beş kere flüt konseri vermiştir. Bunlardan biri Atina’da, biri de Roma’dadır. O yıllarda bizim aramızda garp musikisi sevilmediği için bu konserler yabancı salonlarda verilmiş, Saffet Bey’in adı da Türkler arasında pek duyulmamıştır. Dinleyenler eşsiz bulurlardı.
Flüt dersi verdiği gençler, hocalarını severlerdi. Hastalandıktan sonra da onu bırakmadılar. Zaharyadis adında genç bir öğrencisi ona hastalığında büyük yardımlar etti. Bu delikanlının yardımı olmasa, Dökmeciler’deki ev satılamazdı. Saffet Bey’in yetişkin iki oğlu varsa da bunların babalarına yardımları dokunmuyordu.
Büyük oğlu Hikmet Bey, bu ailenin saray hizmetine girmeyen ilk çocuğu oldu. Asker olmak istiyordu, olamadı. Kuleli’den alaya çıktı. Yardımlar, iltimaslarla tabur kâtibi olup İstanbul’da, levazım dairesinde kaldı; sonra da bir hizmetle Taşkışla’ya verdiler. Oraya gidip gelir. Kendisi yakışıklı, oldukça güzel bir adamdır. Eve biraz yakın olduğu için becerebilirse kendine Harbiye Mektebi’nde bir iş bulmak ister. Eve yakın olmayı istemesinin de neden ileri geldiği anlaşılamaz. Evli değildir. Evdekilerle oturup konuşmaz. Bir iş düşmedikçe babasının yanına girmez. Eve ilgisi, olsa olsa beslediği Brahma yahut Koşinşin tavukları içindir. Bunlardan anlar. Nasıl besleneceğini, bakılacağını da bilir. Tavuk meraklıları Hikmet Bey’i tanır, bu evi de bilirler.