
Полная версия:
Kayıp İtfaiye Arabası
“Evet,” dedi Rönn sakince. “İyileştiğinde ona sorman lazım, değil mi?”
“Hıh,” dedi Kollberg.
Öyle bir gerindi ki ceketinin dikişleri gıcırdadı. “Ah, neyse,” dedi. “Şu araba olayı bizim derdimiz değil. Tanrı’ya şükürler olsun.”
7
Pazartesi öğleden sonra Benny Skacke, Cinayet Masası ekibine girdiğinden beri hayatında ilk kez sanki bir cinayeti tek başına çözmek zorunda kalacak gibi görünüyordu.
Ya da en azından bir kasıtsız cinayet davasını.
Güney polis merkezindeki odasında oturmuş, Koll-berg’in Kungsholms Caddesi’ne gitmeden önce ona verdiği bir dizi işi yapmakla meşguldü. Yani kulağı telefondaydı ve raporları ayırıp farklı dosyalara yerleştiriyordu. Bu ayırma işi ağır ilerliyordu çünkü Benny her bir raporu dosyalamadan önce dikkatlice okuyordu. Benny Skacke hırslıydı ve son derece bilinçliydi, polis okulunda cinayet soruşturmaları hakkında öğrenilecek her şeyi öğrenmiş olmasına rağmen, bu bilgilerini henüz pratiğe dökme şansı olmadığını biliyordu. Bu alandaki gizli yeteneklerini gösterme fırsatı umuduyla, kıdemli meslektaşlarının tecrübelerinden her anlamda pay almaya çalışıyordu. Yöntemlerinden biri, sıklıkla konuşmalarını dinlemekti, ki bu Kollberg’i çoktan çıldırtmıştı. Bir diğer yöntemiyse eski raporları okumaktı ve telefon çaldığında Benny tam da bunu yapıyordu.
Aynı binadaki resepsiyon masasından bir adam arıyordu.
“Burada bir adam bir cinayet ihbarında bulunmak istediğini söylüyor,” dedi, ne yapacağını bilemez bir hâlde. “Yukarı mı göndereyim, yoksa…”
“Evet, gönder,” dedi Komiser Yardımcısı Skacke aceleyle.
Ahizeyi yerine koydu ve ziyaretçisini karşılamak için koridora çıktı. Bu arada resepsiyondaki adam lafını kesmeden önce ne diyecekti acaba diye merak etti. Yoksa? Belki de, “Yoksa ona doğru düzgün bir polise gitmesini mi söyleyeyim?” Skacke hassas bir delikanlıydı.
Ziyaretçisi merdivenlerden yukarı yavaş ve kararlı adımlarla çıktı. Benny Skacke cam kapıları açtı ve yakıcı ter, idrar ve bayat alkol kokusunu alınca bir adım geri kaçtı. Adamdan önce odasına girip ona masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. Adam hemen oturmadı, Skacke yerleşene kadar ayakta bekledi.
Skacke sandalyedeki adamı inceledi. Elli elli beş yaş aralığındaydı, boyu 1.40 ya var ya yoktu, çok zayıftı, taş çatlasın kırk beş kiloydu. Seyrek, küllü sarı saçlı, uçuk mavi gözlüydü. Yanakları ve burnu kırmızı kılcal damarlarla kaplıydı. Elleri titriyordu, sol gözü seğiriyordu. Kahverengi takım elbisesi lekeliydi, parlaktı ve içine giydiği makinede örülmüş yelek başka renk bir yünle yamalıydı. Adam alkol kokuyordu ama sarhoş görünmüyordu.
“Evet, söylemek istediğiniz bir şeyler varmış? Konu nedir?”
Adam bakışlarını ellerine indirdi. Parmaklarının arasında gergince bir sigara sarıyordu.
“İsterseniz sigara içebilirsiniz,” dedi Skacke, bir kutu kibriti masada öne iterek.
Adam kutuyu aldı, yanık sigarasını tekrar yaktı, kuru kuru ve boğazı çatlayarak öksürdü ve gözlerini kaldırdı.
“Hanımı öldürdüm,” dedi.
Benny Skacke elini not defterine uzattı, sakin ve otoriter olduğunu düşündüğü bir ses tonuyla sordu:
“Ah, evet. Nerede?”
Martin Beck ya da Kollberg’in orada olmasını dilerdi.
“Yarası mı? Kafasında.”
“Hayır, onu kastetmedim. Şu anda nerede yani?”
“Ah. Evde. Dansbanevägen 11 numara.”
“Adınız nedir?” diye sordu Skacke.
“Gottfridsson.”
Benny Skacke ismi not defterine yazdı, kollarını masaya dayayıp öne eğildi.
“Olay nasıl oldu, anlatabilir misiniz Bay Gottfridsson?”
Gottfridsson denen adam alt dudağını ısırdı.
“Şey,” dedi. “Şey, eve gittim ve başımın etini yemeye başladı, dırdır yaparak üstüme geldi. Yorgundum, cevap vermeye mecalim yoktu, ben de ona kapa çeneni dedim ama konuşmaya devam etti. Sonra birden gözüm döndü ve karım tekmeler atmaya, bas bas bağırmaya başladı. Ben de aldım kafasına vurdum da vurdum. Sonra yere düştü, biraz sonra ben korkup onu ayıltmaya çalıştım ama kalkmadı, yerde yığılıp kaldı.”
“Doktor çağırmadınız mı?”
Adam hayır anlamında başını salladı.
“Hayır,” dedi. “Öldü zannettim, o yüzden doktor getirmenin anlamı yoktu.”
Bir saniye sessizce oturdu. Sonra şöyle dedi:
“Ona zarar vermek istemedim. Sadece sinir oldum. Kafamın etini yerse böyle olur.”
Benny Skacke ayağa kalkıp kapının yanındaki askıdan paltosunu aldı. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Paltosunu giyerken konuştu:
“Yakındaki karakola gitmek yerine, niçin buraya geldiniz? Orası daha yakın.”
Gottfridsson ayağa kalkıp omuz silkti.
“Sandım ki… Böyle bir olay… cinayet falan hani, o yüzden…”
Benny Skacke kapıyı koridora doğru açtı.
“Benimle gelmelisiniz, Bay Gottfridsson.”
Gottfridsson’un oturduğu daireye gitmek birkaç dakikasını aldı. Adam elleri deli gibi titreyerek sessizce oturdu. Önden merdivenleri çıktı, Skacke ondan anahtarı alıp evin kapısını açtı.
Küçük, loş bir hole girdiler, üç tane kapı vardı ve hepsi kapalıydı. Skacke soru sorar gibi Gottfridsson’a baktı.
“İçeride,” dedi adam, soldaki kapıyı gösterip. Skacke üç adım attı, kapıyı açtı. Odanın içi boştu.
Mobilyalar salaş ve tozluydu fakat yerli yerinde görünüyordu ve ortada herhangi bir kavga izi yoktu. Skacke arkasını dönüp Gottfridsson’a baktı, adam hâlâ dış kapının yanındaydı.
“Burada kimse yok,” dedi.
Gottfridsson ona bakakaldı. Kapının eşiğine yaklaşırken elini kaldırıp yavaşça bir noktayı işaret etti.
“Ama,” dedi, “orada yatıyordu.”
Şaşkınlık içinde sağa sola bakındı. Sonra hole yürüyüp mutfak kapısını açtı. Mutfak da boştu. Üçüncü kapı banyoya açılıyordu ve orada da dikkat çeken bir şey yoktu.
Gottfridsson ellerini seyrek saçlarında gezdirdi.
“Ne?” dedi. “Orada yattığını gördüm.”
“Evet,” dedi Skacke. “Belki gördünüz. Ama belli ki ölmemiş. Hem bu sonuca nereden vardınız?”
“Görebiliyordum,” dedi Gottfridsson. “Hareket etmiyordu ve nefes almıyordu. Ve soğuktu. Ceset gibi.”
“Belki de sadece ölmüş gibi gelmiştir size.”
Skacke belki de bu adamın onunla dalga geçtiğini düşündü. Bütün hikâyeyi kafadan uydurmuş olabilirdi. Belki adamın karısı bile yoktu. Ayrıca, bahsi geçen kadının ölümü, dirilişi ve ortadan kayboluşu da adamı zerre kadar etkilemiyordu. Skacke, Gottfridsson’a göre ölü kadının yatmış olduğu yeri şöyle bir süzdü. Ne bir damla kan ne de başka bir şeyin izi vardı.
“Evet,” dedi Skacke. “Şu anda burada değil. Belki de komşulara sormalıyız.”
Gottfridsson onu bu fikirden caydırmaya çalıştı.
“Hayır, yapma. Aramız pek iyi değildir. Ayrıca günün bu saatinde evde olmazlar.”
Adam mutfağa gidip tahta sandalyeye oturdu. “Karı hangi cehennemde acaba,” dedi.
Tam o anda dış kapı açıldı. Hole giren kadın kısa boylu ve tombuldu. Üstünde uzun bir önlük ve hırka vardı, başına eşarp bağlamıştı. Bir elinde file çanta taşıyordu.
Skacke ilk önce söyleyecek bir şey bulamadı. Kadın da ağzını açmadı. Hızlıca yanından geçip mutfağa girdi.
“Ah, evet, bakıyorum da dönmüşsün, dönmeden duramadın değil mi seni sersem?”
Gottfridsson kadına bakakaldı ve bir şey demek için ağzını açtı. Karısı file çantayı güm diye mutfak masasına atıp konuştu:
“Bu yaratık da kim böyle? İçkici arkadaşlarını eve toplaman hiç hoş değil, biliyorsun. Siz ayyaşlar gidin başka yerde kafaları çekin.”
“Affedersiniz,” dedi Skacke emin olamayarak. “Kocanız sizin bir kaza geçirdiğinizi ve şey olduğunuzu sanmış…”
“Kaza mı,” diye homurdandı kadın. “Pabucumun kazası.”
Birden arkasına dönüp Skacke’ye düşmanca baktı.
“Onu biraz korkutayım dedim işte. O hâlde eve gelmiş, günlerce dışarıda içtikten sonra kavgaya tutuşuyor benimle. Her şeyin bir sınırı var.”
Kadın eşarbını çıkardı. Çenesinde küçük bir morluk vardı ama onun haricinde her yeri sağlam gözüküyordu.
“Nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Skacke. “Bir yeriniz acımıyor ya?”
“Püf!” dedi kadın. “Beni yere devirince, öylece yatıp bayılmış numarası yapmaya karar verdim.”
Kadın, adama döndü.
“Biraz korktun, değil mi?”
Gottfridsson utana sıkıla Skacke’ye baktı ve bir şeyler mırıldandı.
“Sen kimsin bu arada?” diye sordu kadın.
Skacke, Gottfridsson ile göz göze gelip kısa ve öz cevap verdi: “Polis.”
“Polis!” diye bağırdı Bayan Gottfridsson.
Ellerini beline koyup mutfak sandalyesinde sinmiş, yüzünde sefil bir ifadeyle oturan kocasına döndü.
“Delirdin mi sen?” diye bağırdı. “Ne diye polisleri buraya topluyorsun! Mesele ne, sorabilir miyim?”
Kadın doğrulup sinirli sinirli Skacke’ye baktı.
“Ya sen, söyle bakalım, ne biçim bir polissin? Masum insanların evine münasebetsizce giriyorsun. Dürüst insanların evine dalmadan önce rozetini göstermen falan gerekmiyor mu bakayım?”
Skacke aceleyle kimliğini çıkardı.
“Yardımcı ha?”
“Komiser Yardımcısı,” dedi Skacke sevimsizce.
“Burada ne bulacağını sandın o hâlde, hı? Ben yanlış bir şey yapmadım, kocam da yapmadı.”
Kadın Gottfridsson’un yanında durdu ve korumacı bir edayla elini kocasının omzuna koydu.
“Arama izni falan mı varmış da böyle evimize elini kolunu sallayarak dalıyor?” diye sordu. “Sana bir şey gösterdi mi, Ludde?”
Gottfridsson hayır anlamında başını salladı, başka yorum da yapmadı. Skacke bir adım ilerleyip ağzını açtı ama anında Bayan Gottfridsson lafı ağzına tıktı.
“Eee, o zaman tası tarağı topla da git. Her an seni evimize zorla girmekten şikâyet edebilirim. Hemen çek git, tepemin tasını attırma benim.”
Skacke adama baktı, adam inatla gözlerini yere dikmiş oturuyordu. Sonra omuz silkti, çifte arkasını dönüp sarsılmış bir hâlde Güney polis merkezine döndü. Martin Beck ve Kollberg, Kungsholms’dan hâlâ dönmemişti. Hâlâ Melander’in ofisindeydiler ve Malm dosyasının kasetini tekrar dinliyorlardı. Bu kez öğleden sonra yanlarına uğrayıp bir ilerleme kaydedebildiler mi diye soran Hammar için çalıyorlardı.
Martin Beck’in sigarasından ve Hammar’ın purosundan yükselen duman odanın içinde sis gibi asılıydı ve Kollberg kül tablasındaki boş sigara kutularını ve yanık kibrit çöplerini birleştirip yaktığı şenlik ateşiyle odadaki dumanı artırdı. Rönn camı açıp Kuzey Avrupa çapında en kirli havaya sahip olan şehrin havasını içeri alarak durumu iyice beter etti. Martin Beck öksürdü ve konuştu:
“Eğer kundaklama teorisini ciddiye alacaksak, bu durumda tüm tanıkların hastanede olması ve sorguya müsait olmayışları durumu zorlaştırıyor.”
“Evet,” dedi Rönn.
“Ben artık kundaklama olduğunu düşünmüyorum,” dedi Hammar. “Fakat Melander olay yerindeki incelemesini ve laboratuvardakiler işlerini bitirmeden acele bir sonuca varmamalıyız.”
Telefon çaldı. Kollberg elini ahizeye uzattı ve aynı anda da kül tablasındaki parlak alevlere boş bir kibrit kutusu attı. Yarım dakika kadar kulak verdi.
“Ne?” dedi, sahici bir şaşkınlıkla ve diğerleri anında tepki gösterdi.
Dalgın dalgın Martin Beck’e bakıp şöyle dedi:
“Size bomba gibi bir sürprizim var, beyler. Göran Malm yangında ölmemiş.”
“Nasıl yani?” dedi Hammar. “Evde değil miymiş?”
“Ah evet, feci yanmış. Patolog bizzat aradı. Diyor ki Malm yangın başlamadan önce zaten ölüymüş.”
8
Gunvald Larsson’un koğuşundaki başhemşire çok sert ve katıydı.
“Elimden bir şey gelmez,” dedi. “Ne kadar önemli olduğu fark etmez. Şu anda en önemli şey Bay Larsson’un iyileşmesi ve siz ikide bir telefon edip onun canını sıkarsanız, bu mümkün olmayacak. Sessizlik içinde istirahat etmeli, bunlar doktorun talimatları. Aynısını Bay Kollberg’e de söyledim, az önce aradı ve çok kaba konuştu. En erken yarına kadar aramanız anlamsız. Hoşça kalın.”
Martin Beck elinde ahizeyle kalakaldı. Sonra omuz silkip ahizeyi yerine koydu.
Güney polis merkezindeki odasında oturuyordu. Saat sabah sekiz buçuktu, günlerden salıydı ve ne Kollberg ne Skacke ortalıktaydı. En azından Kollberg çoktan yollara dökülmüştü ve her an damlayabilirdi.
Martin Beck ahizeyi bir daha kaldırdı, Maria polis merkezinin numarasını çevirip Zachrisson’u istedi. Zachrisson orada yoktu, mesaisi saat birde başlayacaktı.
Martin Beck yeni bir paket Florida açtı, birini yaktı ve camdan dışarıyı seyretti. Karşısında uzanan göz alıcı bir manzara değildi. Kasvetli bir sanayi mahallesi ve bir otoyol, hepsi de salyangoz hızında ilerleyen parlak arabalarla dolu şehir merkezine inen dar sokaklara bağlanıyordu. Martin Beck arabalardan nefret ederdi ve sadece çok olağanüstü durumlarda direksiyonun başına geçerdi. Västberga’daki geçici polis merkezini sevmiyordu, Kungsholms’daki eski polis merkezinin bitmesini ve dört bir yana saçılmış departmanların yeniden aynı çatı altında toplanacağı günü iple çekiyordu.
Martin Beck bu engin manzaraya sırtını döndü, ellerini ensesinde birleştirip tavana gözlerini dikerek kara kara düşündü. Göran Malm ne zaman, nasıl ve niçin ölmüştü ve onun ölümüyle yangın arasındaki bağlantı neydi? Birisinin Malm’ı öldürüp sonra da delilleri yok etmek için binayı ateşe vermiş olması olası bir teori olabilirdi. Fakat bu durumda, olası katil Gunvald Larsson ya da Zachrisson’a görünmeden binaya girmeyi nasıl başarmıştı?
Martin Beck, kapının dışında hızlı, maksatlı adımlarla Skacke’nin geçtiğini duydu ve bir saniye sonra da Kollberg belirdi. Kollberg, Martin Beck’in kapısını yumrukladı, kafasını içeri uzattı, merhaba deyip tekrar ortadan kayboldu. Geri döndüğünde paltosunu ve ceketini çıkarmış, kravatını gevşetmişti. Ziyaretçi sandalyesine oturup konuştu:
“Gunvald Larsson ile telefonda konuşmayı denedim ama olmadı.”
“Biliyorum,” dedi Martin Beck. “Ben de denedim.”
“Öte yandan, şu Zachrisson denen memurla konuştum,” dedi Kollberg. “Bu sabah onu evden aradım. Gunvald Larsson, saat on buçuk civarında Sköld Caddesi’ne gitmiş ve Zachrisson da ondan hemen sonra ayrılmış. Malm’ın dairesinde hayatta olduklarına dair en son iz, saat sekize çeyrek kala ışığın kapanmasıymış. Ayrıca, Roth’un üç misafiri haricinde bütün akşam ön kapıdan giren ya da çıkan kimse olmadığını söylüyor. Fakat gözleri her an açık mıydı, orasını bilemeyiz. Belki de arada içi geçmişti.”
“Evet, sanırım,” dedi Martin Beck. “Ama birinin evin içine kadar girip sonra da görülmeden çıkabilmesi çok zor.”
Kollberg iç geçirip çenesini ovuşturdu.
“Hayır, şüphesiz bu ihtimal zor gibi,” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”
Martin Beck üç kere hapşırdı ve Kollberg her seferinde çok yaşa dedi. Martin Beck de kibarca ona teşekkür etti.
“Bildiğim kadarıyla ben patolojiyle konuşmaya gidiyorum,” dedi.
Birisi kapıyı tıklattı ve Skacke içeri girip ortada durdu.
“Evet, ne istiyorsun?” dedi Kollberg.
“Hiçbir şey,” dedi Skacke. “Yangın dosyasıyla ilgili yeni bir gelişme var mı diye sormaya gelmiştim.”
Ne Martin Beck ne de Kollberg yanıt verince tereddütle devam etti:
“Yani, eğer yapabileceğim bir şey varsa…”
“Kahvaltı ettin mi?” dedi Kollberg.
“Hayır,” dedi Skacke.
“O hâlde başlangıç olarak bize kahve getirebilirsin,” dedi Kollberg. “Bana da üç mazarin kapkek. Sen ne istersin, Martin?”
Martin Beck ayağa kalkıp ceketini ilikledi.
“Hiçbir şey,” dedi. “Ben şimdi Adli Tıp’a gidiyorum.”
Florida paketini ve kibrit kutusunu cebine koyup taksi çağırdı.
* * *Otopsiyi sürdüren patoloji uzmanı, yetmiş yaşlarında beyaz saçlı bir profesördü. Martin Beck’in polis memuru olduğu ilk günlerinden beri polis doktoruydu ve aynı zamanda Martin Beck’in Polis Okulu’ndan da öğretmeniydi. O günlerden bu yana, birçok davada birlikte çalışmışlardı ve Martin Beck adamın tecrübesi ve bilgisine muazzam saygı duyardı.
Solna’daki Adli Tıp’ta patoloji uzmanının kapısını tıklattı, içeride daktilonun tıkırtısını duydu ve cevap beklemeden kapıyı açtı. Profesör cam kenarında oturmuş, sırtı kapıya dönük, daktiloda yazı yazıyordu. İşini bitirdi, kâğıdı makineden çekip çıkardı. Arkasını döndüğünde Martin Beck’i gördü.
“Selam,” dedi. “Ben de tam sana ön raporu yazıyordum. Nasıl gidiyor?”
Martin Beck paltosunun düğmelerini açıp ziyaretçi sandalyesine çöktü.
“Eh işte,” dedi. “Bu yangın işi bayağı gizemli. Bir de üşüttüm. Ama otopsiye hazır değilim.”
Profesör onu alıcı gözüyle süzüp şöyle dedi:
“Muayene olmalısın. Durmadan böyle üşütmen iyi değil.”
“Ah, doktorlar,” dedi Martin Beck. “Şerefli meslektaşlarına saygım sonsuz ama bu sıradan soğuk algınlığının tedavisini hâlâ bulamadılar.”
Cebinden mendilini çıkarıp altını çizmek istercesine sümkürdü.
“Eh, evet, hadi şimdi,” dedi. “İlk ve öncelikle ilgilendiğim kişi Malm.”
Profesör gözlüğünü çıkarıp önündeki masaya koydu.
“Onu görmek istiyor musun?” dedi.
“Tercih etmem,” diye cevap verdi Martin Beck. “Bana anlatacaklarınla yeteri kadar mutlu olurum.”
“Pek görülecek bir yanı yok zaten,” dedi patoloji uzmanı. “Diğer ikisi de öyle. Ne bilmek istiyorsun?”
“Nasıl öldüğünü.”
Profesör mendilini çıkarıp gözlüğünü temizlemeye başladı.
“Maalesef sana onu söyleyemem,” dedi. “Zaten çoğunu anlattım bile. Yangın başladığında ölü olduğunu tespit ettik. Yangın ilk çıktığında yatakta, muhtemelen giysileri üstünde yatıyormuş.”
“Şiddet görmüş olabilir mi?” diye sordu Martin Beck.
Patoloji uzmanı hayır anlamında başını salladı. “Sıfıra yakın ihtimal,” dedi.
“Vücutta herhangi bir yara ya da darbe izi yok muydu?”
“Vardı, doğal olarak. Pek çok. Sıcaklık çok yoğundu ve adam eskrimci pozisyonunda yatıyordu. Kafası çatlaklarla dolu ama bu çatlaklar ölümden sonra olmuş. Aynı zamanda birtakım çürük ve morluklar vardı, muhtemelen düşen kirişler ve başka şeylerden dolayı olmuş. Isıdan dolayı da kafatası içten patlamış.”
Martin Beck başıyla onayladı. Daha önce yangın kurbanları görmüştü ve uzman olmayan sıradan birinin, bu yaralanmaların ölümden önce meydana geldiğini zannetmesinin ne kadar kolay olduğunu bilirdi.
“Yangın başlamadan önce ölü olduğu sonucuna nasıl vardınız?” dedi.
“Öncelikle vücut yangına ilk maruz kaldığında dolaşımın devam ettiğini gösteren bir iz yoktu. Sonra, ciğerlerinde ya da bronş yollarında duman ya da is lekesi bulamadık. Diğer ikisinin solunum organlarında kurum parçacıkları, zarlarında kan pıhtıları vardı. O ikisine bakacak olursak yangın çıkana kadar ölmedikleri kesin.”
Martin Beck ayağa kalkıp cama doğru yürüdü. Dışarıdaki yola baktı, karayollarının sarı araçları neredeyse tamamen erimiş gri buzlu çamura tuz atıyordu. Martin Beck iç geçirdi, bir sigara yakıp cama sırtını döndü.
“Adamın öldürüldüğüne inanmak için iyi bir sebebiniz var mı?” diye sordu profesör.
Martin Beck omuz silkti.
“Tam ev yanmadan önce doğal yollardan vefat ettiğine inanmakta güçlük çekiyorum,” dedi.
“İç organları gayet sağlıklıydı,” dedi patoloji uzmanı. “Tek sıra dışı durum, kanındaki karbonmonoksit oranı biraz yüksekti, hiç duman solumadığı göz önüne alınırsa, bu tuhaf.”
Martin Beck yaklaşık bir yarım saat daha kaldıktan sonra şehre döndü. Norra Bantorget’te otobüsten inip otobüs terminalindeki kirli havayı solurken şehirde yaşayan ve karbonmonoksit zehirlenmesinden mustarip olmayan bir vatandaşın bile olmadığına kanaat getirdi.
Bir süre patoloji uzmanının, ölü adamın kanında karbonmonoksit bulunduğunu söylemesi önemli miydi değil miydi diye durup düşündü fakat sonra bu konuyu rafa kaldırdı. Ardından, metronun daha da zehirli olan havasına doğru yürümeye başladı.
9
13 Mart Çarşamba günü öğleden sonra, Gunvald Larsson’a ilk kez Güney Hastanesi’ndeki yatağından kalkma izni verildi. Gunvald Larsson hastanenin tedarik ettiği sabahlığa zar zor sığmıştı. Durumdan hiç de hoşnut değildi. Kaşlarını çatarak aynadaki yansımasına baktı. Sabahlık ona birkaç beden küçüktü, rengi solmuştu ve ne renk olduğu anlaşılmıyordu. Sonra Gunvald Larsson ayaklarına baktı. Bir çift tahta tabanlı ayakkabı vardı ayağında. Bu ayakkabılar ya Golyat için yapılmıştı ya da bir sabo üreticisinin kapısına asılmak maksadıyla üretilmişlerdi.
Bozuk parası komodinin çekmecesindeki küçük bir kutuda duruyordu, böylece Gunvald Larsson birkaç bozukluk alıp en yakındaki hasta telefonuna gitti, polis merkezinin numarasını çevirdi ve hazzetmediği giysinin kolunu dalgın dalgın çekiştirdi.
“Evet,” dedi Rönn. “Eh, sen misin? Nasılsın?”
“İyi. Ben buraya nasıl geldim?”
“Ben getirdim. Kafan bayağı uçmuştu.”
“En son hatırladığım, gazetede Zachrisson’un resmine bakıyordum sanırım.”
“Eh,” dedi Rönn. “O beş gün önceydi. Ellerin nasıl?”
Gunvald Larsson sağ eline bakıp parmaklarını esnetti. Eli oldukça genişti ve uzun, sarı tüylerle kaplıydı.
“İyi görünüyorlar,” dedi. “Sadece birkaç bandaj var.”
“Eh, iyi, sevindim.”
“Sen her cümleye ‘eh’le başlamak zorunda mısın?” dedi Gunvald Larsson sinirle.
Rönn buna cevap vermedi.
“Eh, Einar?”
“Eh, ne olmuş?” dedi Rönn, hafiften kahkaha atarak.
“Neye gülüyorsun?”
“Hiçbir şeye. Ne istiyorsun?”
“Çalışma masamda orta çekmecenin en arkasında siyah deri bir cüzdan var. İçinde yedek anahtarlarım var. Arabayla Bollmora’ya gidip benim beyaz sabahlığımla beyaz terliklerimi getirir misin? Sabahlık gardırobun içinde ve terlikler de holde, kapının hemen arkasında.”
“Eh, yapabilirim sanırım.”
“Yatak odasındaki çekmeceli konsolda bir NK torbası var, içinde pijama olacak. Onu da getiriver, olur mu?”
“Bunları hemen mi istiyorsun?”
“Evet. Buradaki salaklar en erken iki güne kadar beni salmıyorlar ve bana gri-kahve, gri-mavi bir şey verdiler, üstüme on beden küçük ve ayağımda da tabuta benzer sabolar var. Orada durumlar nasıl?”
“Eh, fena değil. Gayet sessiz.”
“Beck ve Kollberg ne yapıyorlar?”
“Burada değiller. Västberga’ya çekildiler.”
“Güzel. Dosya ne durumda?”
“Hangi dosya?”
“Yangın tabii ki.”
“O kapandı.”
“Ne demek istiyorsun?” diye bağırdı Gunvald Larsson. “Ne diyorsun sen be? Dosya kapandı mı?”
“Evet, kazaymış.”
“Kaza mı?”
“Evet, aşağı yukarı öyle bir şey… anlıyorsun ya, soruşturma bu sabah sona erdi ve…”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Sarhoş musun nesin?”
Gunvald Larsson o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki koğuş sorumlusu hemşire koridordan yanına geldi.
“Hayır, bana bak, o Malm denen yaratık…”
“Bay Larsson,” diye uyardı hemşire. “Böyle olmaz.”
“Kapa çeneni,” dedi Gunvald Larsson alışkanlık gereği.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов