Читать книгу Ses Rengi (Marhabat Baygut) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Ses Rengi
Ses Rengi
Оценить:

5

Полная версия:

Ses Rengi

Ayakkabısını çıkaramıyordu. Botunun bağcıkları kör düğüm olmuştu. Çözmeye zaman kaybetmek istemeyip salona geçmek için sabırsızlandı. Babasını gördü, çok az ilerisinde tanımadığı biri oturuyor.

– Geyik otu dediğimiz işte bu, – babası bir dalını itinayla eline alıp burnuna yaklaştırdı. – İşte, baksana. Bir kokla bak, ta kendisi. Ta kendisi diyorum, çünkü bizim dağdaki geyik otu diğer yerlerdekine benzemez. Tamamen farklıdır. Çiçekleri koyu renkli, yaprakları sık olur. Kokuya ne dersin. Böyle bir kokunun tekrarı yoktur. Ben bugüne kadar sadece köyün geyik otunun hasretini çektim, sadece bunu bekledim. Yoksa her yerden, şu uçsuz bucaksız açık alandan bile bulurdum. Öyle. Bu ağabey de benim çocukluğumda kendimden çok sevdiğim dostum Kasımbek’tir. Benim bir isteğimi, senin yarım sayfa mektubunu hafife almayıp o kadar yerden buraya gelmiş. Tanıştırayım. Bu bizim Kisacık. Köyü soran bir tek Kisa’dır. Bütün kış ilkbaharda veya yazın götüreceğimi söyleyip vaatlerle doyururum. Ancak ilkbahar gelip yaz yaklaşınca bildiğin gibi iş dolup taşar. İnanır mısın iki yıllık iznim yandı. Üstelik her ilkbahar üç aydan fazla hastanede kalıyorum. Bu yüzden de hakkım olan yıllık izni istemeye de utanırım açıkçası. Dostum Kasımbek durumlar işte böyle.

Kanepenin kenarına doğru yan yatan adamı babasıyla karşılaştırdığında bir an daha genç, bir an daha büyük göründü. Daha genç görünmesi yüzündenmiş, hiçbir kırışıklık izi yoktu. Dolgun yanaklarının ucu kıpkırmızı. Babasından büyük görünen yanı ise karın kısmıymış. Göbeğini oldukça serbest bırakmış anlaşılan. Ona rağmen çok hareketli olmasına çok şaşırdı. Yerinden hızla kalkıp balkona çıkarak arabasına baktığında fark etti.

– Demin de söyledim, başının etini yemiş gibi olacağım ama bir daha söylemek istiyorum, dedi babasının arkadaşı. – Köye geldiniz de göğsünüzden mi ittik? İlk başta aksakalın görevi dolaysıyla ilçe merkezine taşındınız. Baban çok geçmeden vefat etti, ne iyi insandı. Sonra da sen kendin şehre kaçtın ve bir daha dönmedin. Ne yaptığını, nerede olduğunu da bilmeyiz. Bundan üç sene önce büyüğümüz üniversite kazandı. O zaman nasıl uğraştığımı bir bilsen. Onu sen sorma, ben de anlatmayayım. İyi olan yanı köye gezmeye, tatil yapmaya giden pek çok insanla tanışıp hayvanımızı da, canımızı da esirgemeden ağırlamış olmamın, yakından tanımamın iyi sonucunu gördüm. Onların arasından yardım edenleri oldu. Akrabadan daha yakın, dosttan daha değerli olduk. Daha geçen sene bir kızıma üniversiteyi kazandırıverdi aslaan! Sonuçta şehirde oturuyorsun, böyle şeylerle ilginin olup olmadığını haber veriversen olmaz mıydı Ormantaycığım. Geyik odununu da büyüterek ağlayacakmışsın gibi istemiş, mektup yazmışsın. Ne olacak ki. Fakat geçen sene fazla toplayamadım. Bu bitkiyi isteyenler de, köyden koşa koşa gelip toplayarak deste dest götürenler de pek çoğaldı. Çay demlemekle kalmayıp küvete demet demet atıp banyosunu yapanlara ne dersin. Fazlalık etmez diye bir çuval toplamıştım. İki avuç kadar kalmış ancak. Alıp hemen buraya geldim. Ah Ormantaycığım, ah dostum. Buralardan sık geçeriz, ama evini bilmeyince. Yoksa bugüne kadar kaç defa gelmiştim. Mektubunu okuduğumda gerçekten gözlerim sulandı. Eskiden bize saman otu getirten baban aklıma geldi… Sen çok zayıflamışsın… Ah Ormantaycığım ah…

Babasının çocuklukta kendinden çok sevdiği dostu bunları söyledikten sonra biraz ara verdi. Babası geyik otundan mıdır, yoksa başka bir şeyden midir bilinmez, terliyordu.

– Ben de buralara bir uğrayıp şu adama ve üniversiteye giden oğlumla kızıma kışın kurutulmuş tuzlu et getirmeyi planlıyordum. Bir baktım mektubun geldi. Sabahın ayazında çıkmıştım öğlen geliverdim. Öğle yemeği yiyip biraz şehri gezdik. Şu adam da çok sıkılmış, iyice kurdunu döktü. İki koyun etiyle değil, yedi sekiz keklik etiyle yetindi. Şehirliler beni çok şaşırtırlar. Az bir şey de sana bırakacaktım, tastamam unutmuşum. Az bir şey bırakır mı, kanadın uçlarını, tırnaklarını bile atmayıp tuzlayarak balkona astı karısı. Çok uyanık bir kadınmış. Hızlıca kekliği haşlayıp eşine çorba da hazırlamayı ihmal etmedi o arada. Ormantaycığım söylemek istediğim bugüne kadar öyle bir çorba içmemiştim. Öyle lezzetli ki dilinle tabağı, parmağı ne varsa yalarsın. Bizim hanım fazla mı haşlıyor, dağın odunu mu hararetli, yoksa tencereye kekliğin yaşlısı mı giriveriyor bilmem eti taş gibi, çorbası kazan gibi kapkara olurdu. Şehir çok rahat tabii. Gaz fırınındaki tencerenin altını kısar, eti yumuşacık haşlarsınız. Tüh, hiç olmazsa bir keklik getirebilseydim. Arabada bırakmalıydım. Hep böyle, aklım öğleden sonra çalışır. Bu sonraki sefer aklımda bulunsun. Keklik ne ki.

Kisa, geyik otunun yaptığı resme oldukça benzediğine çok sevindi. Babasının da morali fena değil. Çocukluk döneminde kendinden çok sevdiği dostu keklikten bahsettiğinde babasının birkaç defa istemeden yutkunarak gülümsediğini fark etti. Kisa keklik etini hiç yemedi. Çorbasının tadını da bilmez. O nedenle ağzından su akmadı, canı o kadar çekmedi.

– Ben artık döneyim, akşamın sert toprağında mesafe almaya bakayım. Ay batana kadar köye varayım, dedi babasının dostu.

– Neden acele ediyorsun? Geceyi burada geçirseydin. Konuşurduk.

– Hayır teşekkür ederim Ormantay. Benim için kanepen varmış, fakat gördüğüm kadarıyla arabama garaj bulamayacaksın. Şu adamda olduğu gibi garajın yokmuş. Onlarda da kalmayacağımı söylemiştim. Şehirde gecelediğimi duyarlarsa ayıp olur. Neyse, hoşça kalın. Geçmiş olsun. Kendinize iyi bakın. Köye bekleriz. Gelirseniz göğsünüzden iten olmaz.

– Geyik odunu değil, geyik otu, dedi babası dostunun yanlışını düzelterek.

– Geyik odunu da var, başka odun da var. Sana hangisi iyi geliyor? Hastalığının adı nedir bu arada?

– Pek çok hastalığın biridir işte, dedi babası.

– İyi hadi.

– Köye bizden selam söyle, dedi babası. – Önümüzdeki yaz şu Kisacığımla gideceğiz. Ne olursa olsun gideceğiz.

– Gelin gelin, dedi dostu, – kimse göğsünüzden itmez. Geyik odunu Haziran başında iyice olmuş olur.

– Geyik otu, dedi babası bir daha düzelterek.

– Onu diyorum, geyik odununu söylüyorum, dedi babasının çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostu.

* * *

Her akşam babası kendisi için çay demleyip içine geyik otunun çiçekleri ile yapraklarını, hatta çıplak sapını atarak keyifle çay içme alışkanlığı edindi. Terleyip rahatladığı zamanlarda mırıldanır da olmuştu. Annesinin uzun süren her zamanki dırdırlarını hiç dikkate almamayı alışkanlık hâline getirdi. Önceden annesi çalışmaya başlayan araba gibi dırdırına başlar başlamaz babasının yüzü mosmor kesilir, burun uçları küçülerek yüzü çok değişirdi. Geyik otu geleli beri öyle değil, eline bir şey alıp siper yapıyor. Yani maske gibi kullanıyor. Bu davranışıyla eşini alaya alıyordu veya önemsemezlikten geliyordu. Kisa’ya yılbaşı etkinliği için harika bir kurt maskesi de yapıverdi. Büyük bir istekle şarkı terennüm ederek yaptı.

Geyik otu gerçekten şifa mı olmuştu bilinmez, babası gitgide iyileşmeye başladı. Eskiden ağzına şarkı sözü almayan adam ilk başlarda mırıldanıp sesli sessiz bir şeyler söylerken günlerin birinde üç odalı evde bağıra çağıra tüm sesiyle türkü söyledi. Kisa, abla ve ağabeyleri, annesi, aşağı kattakiler, yan apartmandan öğrenenlerin hepsi çok şaşırdı. Herkes ondan söz etmiş, ilginç bir şey yaşanmıştı.

O günden sonra komşuları için babası Ormantay türkücü olmuştu.

Kisa’nın sınıf öğretmeni aklında olanı kim olursa olsun saklamadan söyleyebilen, müdürden bile çekinmeyen cesur bir kadındı. İlkbahar gelip okul etrafındaki yaş fidanların topraklarını işledikleri günün akşamında veliler toplantısı yapıldı. Toplantıya öğrenciler de katıldı. Öğretmen ikinci dönemin seyrinden, çocukların başarıları ile genel hâl ve davranışlarından söz etti.

Kisa, öğretmenini sever. Bazen kızdığı olur. Kötü olmaları için kızmaz tabii. Ders notları çok memnun edici. Fakat oturup kalkması, çocuklarla ilişkisi, oynaması ve konuşması ile ilgili uyarıları pek çoktur. Neden hep uğraşır bununla? Her şeyi nereden biliyor? Kisa çok şaşırıyor.

Kisa’nın şaşırdığı bir şey de giderken babası, öğretmen ve kendisinin hep birlikte çıkmış olmasıydı. İlkbaharın yeşil seması ışınlarını arttıran Ay’ın ışığıyla parıl parıl parlıyordu. Ağaçlar henüz tomurcuk açmamıştı. Ancak diplerinden yeşil saplar epeyce uzamıştı. Öğretmeni ile babası yan yana yürüyorlardı.

– Kisa çok yetenekli çocuk, dersleri de çok iyi, dedi öğretmeni kaldırımın yüzü buğulandığından kaymamak için babasının koluna girerek. – Sadece çok çekingen, sıkılgan ve sessiz. Büyüyünce çok zorlanacak. Hep söylüyorum. Çocukların yanında pek belli etmemeye çalışır, yalnızken söylerim. Hatta yılbaşı etkinliğindeki gösteride Kisa’ya kurt rolünü verip koyun yedirdim. Siz biliyorsunuz. – Buraya gelince sınıf öğretmeni sessiz ilkbahar akşamı ile tertemiz gece arasında katıla katıla gülmez mi. Öğretmeninin böyle güldüğünü Kisa sınıfta veya okulda, sınıf veya okul dışındaki etkinliklerde ne duymuş, ne de görmüştür. Bu azmış gibi babası öğretmeninden beter bir keyifle kahkaha atmaz mı! Gülüyor. Annesiyle birlikte neden böyle gülmez ki. Hiç görmemiş. – Yine de kurt tarafına yanaşmadı, diye daha çok güldü öğretmeni. – Kisa kurda dönüşür mü? Nerdee?

Babasının da vücudu sarsıldı. İlkbahar akşamı çok özeldi. Karşılarında aylı gece vardı, hava da çok ferahtı. Babası ile öğretmeni hâlâ konuşuyorlardı. Kisaların evine yaklaştılar. Büyüklerin konuşmalarını dinlemek pek hoş değildir. O yüzden onların biraz ilerisinde gidiyordu.

– Öğretmeniniz harika bir insan, dedi babası buna yetişerek. – Ben seviyorum.

– Ben de, dedi Kisa.

– Fakat seni kurt yapmak istemesi çok ilginç.

– Ben geyik olmak istiyorum, dedi Kisa. – Geyik otunu seviyorum ya.

Babası bir daha demin öğretmenin yanında gelirken olduğu gibi keyifle kahkaha attı.

– Bu yaz seni köye götüreceğim. Ne pahasına olursa olsun gideceğiz, dedi.

Yaz da gelmişti sonunda.

Annesinin ailesinin yanında kalıp okuyan yaşça daha büyük kardeşleri kampa gittiler. Babasının çalıştığı dairenin işleri kızışmıştı. Yıllık izin almak için çok uğraştı. Kisa, babasının tekrar hastalanmasından endişelendi. Altıncı sınıfı sağ salim ve pek iyi notlarla bitirdi. Şimdi geyik eti solmadan dağa bir gidebilse. Geyik otu için güzel bir kahverengi torba hazır etti. Ekmeği ince ince dilimleyip kurutmaya başladı. Su koymak için iki kap hazırladı. Kısacası yolculuk için ihtiyaç duyulan her şeyi önceden hazır etti.

Kısmet olunca her şey daha kolay değil mi, babasına yıllık iznini vermişler. Kisa’nın ne kadar sevindiği malumdur, fakat belli etmedi. Annesinden çekindi. Babasının patronları uzağa gitmemesini, iki haftada bir aramasını söylemişler. İzni bitmeden işe geri çağırabilirlermiş.

Babası ne kadar çok ihtiyaç duyulan, önemli bir uzmanmış. Bunlar dağa yola çıkmadan önce annesi oralarda kendilerini özlemle bekleyen kimsenin olmadığını, boşu boşuna köpek gibi yorulacaklarını, sokakta kalmış gibi olacaklarını söyledi tekrar tekrar.

– Annen çok doğru söylüyor, dedi babası. – Oralardan çok önceleri taşındığımız doğrudur. Gitmeyeli de yıllar olmuş. Duyduğuma göre yerel halk çok az kalmış, temiz hava, klorsuz su arayıp dışarıdan gelen pek çok kimse yerleşmiş. Bu nedenle sokakta kalmış gibi olacağımız kesindir. “Sokakta kalmak” derken atalarımız biraz abartmış olmalı. Şahsen ben bazılarının evinde kalıp mahcup olacağıma sokakta kalmayı tercih ederim. Geçen yüzyıldan kalmış arkadaşımız Kasımbek var ya, göğsümüzden itmez herhâlde kendisi söylediği gibi.

İkisi bavullarını alıp yola çıktı. Annesi sinirlendiği gibi kalakaldı. Babası gergin ortamı yumuşatmak için her zamanki gibi türkü tüttürmeye başladı:

Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…

Büyük yol üzerinde otobüsü çok beklediler. Hepsi tıka basa dolu yanlarından geçiyor da geçiyor. Babasının söylediğine göre insanlar özel araç alıyorlar da alıyorlar. Öyle olunca otobüslerde yolcu azalmalı, kendileri rahat binmeliydi otobüse. O hayalleri henüz gerçekleşecek gibi değil.

İkisi iki saat kadar yol kenarında toz ve duman yuttu. Otobüslerin bir tanesi bile durmadı. Arada bir babasına bakıyor, babası aynı şekilde keyifli duruyor. Merkezdeki otogara gidip bilet alarak otobüse rahat binmeleri için geriye doğru yarım saatten fazla mesafe yürümeleri gerekirdi. Keşke öyle yapsalarmış baştan. Babası hayatta özel araçlara el kaldırıp yalvarmaz. Fakat bazen de onların kendileri gelip dururdu. Bunu düşündükten sonra çok geçmeden bunların önüne kıpkırmızı Ciguli marka araba durdu. Kisa, çok sevindi. Kendisine ait küçük bavulu alıp koşmak istedi, babası pek istekli görünmüyordu.

– Nereye? dedi Ciguli sahibi.

– Gideceğimiz yer dağın dibinde. Öncelikle Obruçevka’ya gitmemiz lazım.

– Obruçevka’ya kadar on beş som, dedi sakalı siyah, kaşı siyah, saçı siyah, fakat gözünün rengi belli olmayan genç adam.

– Sağ ol kardeş, dedi babası. – Otobüsün bir som elli dört kuruş aldığı yer için sen on kat fazla istiyorsun. Hadi senin yolun açık olsun, bizim acelemiz yok. İzindeyiz, tatildeyiz.

– On som.

– Hayır, teşekkür ederim. Yalvarma istersin, yararını göremezsin.

– Beş som, üstüne bilet keserim, – diye dalga geçmeye başladı gözlerinin rengi belli olmayan adam. – Beş kuruş için bilet kesmeyenin kolunu kesersin sen baş belası. Yüzünden belli oluyor. Yoksa bedava götürürdüm seni. Bekle öyle akşama kadar…

Babası yerden taş aldı. Ancak Ciguli hızla hareket etti. Taş büyükmüş, değmedi. Kisa’nın morali iyi idi, şimdi ise nasıl davranması gerektiğini bilemeyip başı zonklamaya başladı. Babasına acıdığından ağlamak üzereydi. Ne yapmalıydılar? Hava da gitgide ısınıyordu.

Sıcak havanın pek zararını görmediler. Obruçevka Köyü’ne giden otobüslerde yolcular azalmış olmalı ki bir otobüs durdu. Babası önce Kisa’yı bindirdi, ardından mırıldana mırıldana kendisi bindi.

Öğleden sonrasının geç bir saatlerinde Obruçevka’dan dağ dibine giden otoyol kenarında bir araba daha bekliyorlardı. Şanslarına fazla beklemek zorunda kalmadılar. İyiliksever bir kamyonet dönüp yanlarına duruverdi. Sürücünün yanında kırmızı eşarplı kız oturuyordu:

– Atlayın arabaya, dedi muhteşem bir gülümsemeyle, – dağa gidiyorsunuz değil mi?

– Dağa gidiyoruz, dedi babası.

– Biz biraz beride, sağıcıların oldukları yerde kalacağız. Sonrasındaki iki üç kilometre sizin gibi turistler için çok sorun olmamalı, dedi kız. – Yalnız çabuk olun, dağdaki öğle sağımına yetişmemiz lazım.

Babası Kisa’yı önce bindirdi, ardından bavulları atıp kendisi de hızlıca atlayıverdi. Kamyonet süt konan beyaz fıçılarla dolu idi. Gidene kadar fıçılardan çıkan şıngır şıngır sesle güneş vurdukça ışıl ışıl olan araba kasası çok keyifliydi. Kisa’nın sevinçten yüreği ağzına gelmişti. Kamyonet yola döşenmiş çakıl taşları üzerinde hızla gidip bir tepeden diğer tepeye çıkıyordu.

Bir vadinin yamacına bunların yeşil kahverengi bavullarına benzer renkte çadırlar dikilmiş. Kisa önce onların kamp olduğunu düşünmüştü, ardından yüzü parlayan su kenarındaki benekli inekleri fark etti. Akarsu yatağında bulunan bu ineklere sürü dendiğini biliyor, okumuştu. Araçtan kırmızı eşarplı kız indi zıplayarak. Üzerinde mavi elbise, ayaklarında beyaz benekli ayakkabı. Bunlara dönüp elini alnına götürüp gölge yaparak:

– Bizim yaylamız işte budur. Sizin gideceğiniz köy şu küçük tepenin diğer tarafında, dedi muhteşem gülücüklerini saçmaya devam ettiği gibi. – Nehrin kenarından giderseniz daha çabuk varırsınız, otoyoldan giderseniz biraz uzun olur.

– Size çok teşekkür ederiz. Sağarın bol olmasını dileriz. dedi babası.

Köy insanlarının bazen imayla, üstü kapalı konuştuklarını, ineğe “sağar” da dedikleri olduğunu kitaptan okumuşluğu vardı Kisa’nın.

– Hayır, şimdilik bırakın teşekkürü, dedi ikinci taraftan inen sürücü genç. – Bakıyorum, şehirlilere benziyorsunuz. Çocuğa süt içirin, o zaman yorulmaz. Tam turist olup çıkar.

– Ayıp olur, dedi babası samimi teklifte bulunan sürücüye, kızdan beter çekinerek.

– Hiç çekinmeyin, her çadırda birer tencere ayran vardır. Süt çok. Bu seneki planın iki katını gerçekleştireceğiz. Çocuğun midesi rahatlasın. Kendisi güçlü delikanlı olacak belli.

Sağıcılar akarsu kenarındaki sürüye doğru gidiyorlar. Hepsi bunlara dönüp yabancı turist görmüş gibi baktı.

– Bal parmaklı güzellerle parmaklarına özen gösteremeyen nazlı hanımlara selamlar! dedi kıvırcık saçlı sürücü genç. – İçmişken yeni sağılmışından içiver, dedi sonra Kisa’ya bakıp. – Hayatın boyunca tadı ağzından gitmez. Sağlık için de çok yararlıdır. İnsanın içini ısıtır, bağırsaklarını yumuşatır ve doymuş buzağı gibi hoplayıp zıplatır seni.

– İçsek içelim ondan, diye imrendi babası.

– İşte şuradaki, – en güzel ve başarılı sağıcımızdır. Görüyor musunuz? Onun sağdığı süt hijyen bakımından korkunç temiz olur, diyen sürücü o tarafa doğru yürüdü. Güzel kızla fısıldaşarak bir şeyler konuştu. Sağıcı kız bunlara bakıp samimiyetle gülümsedi. Evet anlamında başını salladı.

Az sonra buharlı, taptaze ve köpüklü taze sütü lıkır lıkır içen Kisa’nın içini vadi içindeki mavi ışınlar aydınlatmıştı sanki. Boyalı kapla süt sunan kızın iki saç örgüsü dağılmamış, tokayla tutturulmamış, birbiriyle yarışırcasına beyaz önlüklerinin altında bulunuyordu. Hijyen şartları bunu gerektiriyor olmalıydı. Yoksa örgüleri beyaz önlüğün altında değil üstünde görmeyi çok isterdi. Babası sütten midir, ya da başka bir şeyden midir geyik otu çayı içmiş gibi terlemiş.

Sağıcılara, muhasebeci kıza, hayırsever kamyonetin güler yüzlü sürücüsüne kıyamayıp veda eden bunlar dağ dibine doğru yola koyuldular. Babası:

– Özellikle turist olarak geldik madem, nehir boyunca gidelim, dedi.

Nehrin kenarında bolca nane vardı. Yakınındaki yamaçlar, otları hayvanlar tarafından çiğnendiğinden tamtakır olmuş. Şırıl şırıl akan su sesinin dinlendirici etkisi altında kalan ve içtikleri süt bağırsaklarını yumuşatan ikili dağ geçidinden hızlıca geçiverdi. Babası sürekli kafasını salladı, salladı. Bazen imrenerek, bazen üzülerek, bazen kızarak salladı: “Bugüne kadar niye gelmemişiz, nasıl da yıpranmış, o nerede, şu hani… Geyik otu azalmış, aşağılardan korkarak dağa çıkmış”.

Köyün girişinde yeşil kavak ağaçlarının arasından beyazımtırak Niva nazlı nazlı boy gösterdi. Bunlar tanıyıp sevinerek el salladılar. Kasımbek biraz gittikten sonra durdu. Yeşil kahverengi bavulunu sırtına alan babası, küçük bavulunu omzuna geçiren Kisa koşarak geldiler. Kasımbek Niva’dan inip:

– Geldiniz mi? dedi gülerek. – İşte böyle arada sırada gelmek lazım köye. -Ne yazık ki tam da ben yola çıkarken gelmişsiniz. Çok üzüldüm. Ormantay bildiğin gibi bu köyün ilkokulunun sınıf öğretmeni de, rehberi de, müdürü de benim. Tatil olsa da iş çok. Çabuk dönmeye çalışırım. Göğsünüzden iten olmaz, gelin, gidin köye. Hadi, görüşmek üzere…

Babası ikisi yol kenarına çıktıklarında bir demet geyik otu gözlerini kamaştırdı. İkisi iki yanına oturdu, sonra yüzüstü uzanıp kokladı. Koparmaya kıyamadılar, koparmadılar. kâh oturup kâh ayağa kalkıp kokladılar.

– İşte geldik, dedi babası. – Bizim evin yeri burası…

Orada bir şeyler atıştırdıktan sonra köy kenarındaki eve yaklaştılar. Serbest dolaşan bir köpek havlayarak çıktı. Boyu Kisa’nın omzuna kadar olan koca sarı köpek gerçekten köpekliğini yapmak isterse ikisinden de bir şey bırakmaz. Fakat oldukça “insancıl”mış, selamlaşır gibi “hav hav” dedikten sonra eve götüren patika yoldan uzaklaşıp durdu. Evin ikinci tarafından sarışın bir ihtiyar kadın gözüktü. Başına örttüğü beyaz eşarbı kir tutmuştu ve ensesinden saçları fırlamıştı. Kisa’nın pek hoşuna gitmedi. Babası da yadırgayarak selamlaştı ve Kisa’nın anladığına göre yanlış yaptı. Köydür burası. Sıradan bir köy değil, bir zamanlar göbeğinin bağlandığı kendi memleketi, babasının (Kisa’nın dedesinin) yönettiği köy değil mi? Bu yüzden rahatça, hiç beklemeden girmeleri gerekirdi. Babası ise deminki Kasımbek’in, çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostunun söylediklerinin etkisinden ayılamayıp çekinerek turist gibi davranıyordu.

– Kimsin? dedi saçları fırlayan sarışın kadın yorgun bir sesle. – Kimin evini arıyorsun canım? Bavul taşıdığına göre buralardan değilsin.

– Ben Ormantay, dedi babası. – Bu köyde doğmuştum.

– Hangi Ormantay olduğunu bilmiyorum. Tanımıyorum canım. Kimin evini arıyorsun?

Babası daha da kibarlık etti, daha çok çekingenlik sergiledi. Böyle yapar işte.

– Sizin gibi bavulla gelenler şu vadinin diğer tarafında keten çadır dikip temiz hava alıyorlar, temiz suyumuzu içiyorlar, dedi sarışın ihtiyar kadın, – İşte şu yoldan giderseniz doğrudan oraya götürür yol sizi.

– Soyadınızı niye söylemediniz? Dedemin adını neden söylemediniz? dedi Kisa. Ancak bu sırada sarışın ihtiyar evine giriyordu.

Bunlar turist olup çadır diktiler.

Üç gün kadar dağın temiz havasını teneffüs edip temiz suyunu içerek şehirden getirdikleri yiyeceklerle idare ettiler. Dağları, vadileri rahat rahat istedikleri kadar dolaştılar. Diğer turistlerle tanışıp arkadaş oldular. Geceye doğru babası türkü söyledi:

Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…

Hatta bu taraftaki köyün eski ve temiz havası, klorsuz suyu için taşınan sonraki sakinlerinin evlerinden çıkıp türkü dinlediklerini fark etti Kisa.

Dördüncü gün taşlarda yürüyüp dağlara çıkarak, vadileri gezip kırları dolaşarak epey değişen Kisa, babasıyla ve kendileri gibi bavullarla gelenlerle birlikte evine dönüyordu. Geyik otunu koparmadan, çapa ile kesmeden sadece çiçeklerini itinayla kopararak bir torba ot topladılar. Bunu başkalarına da öğrettiler. Babasının söylediğine göre geyik otu çok azalmış, insanlardan ürktüklerinden dağ ve taşların kuytu yerlerine saklanıp korkarak yetişir olmuşlardır.

Kendileri gibi bavul taşıyanlarla birlikte itişe kalkışa Obruçevka’ya vardılar bir şekilde. Yolda giderken sağıcıların bulunduğu merhametli vadiye tekrar tekrar baktı Kisa. Susuzluktan çatlayan dudakların ara ara yaladı Kisa.

Büyük köye ulaşıp şehre giden otobüse bilet aldıktan sonra ikisi de kurt gibi aç olduklarını ve midelerinin zil çaldığını hissetti ancak. İkisi aynı anda hissettiklerinden birbirlerine bakıp aynı anda kahkaha attılar. Birbirlerini çok iyi anladıklarından ve anlamaya devam edeceklerinden duydukları memnuniyetle yemekhaneye acele ettiler. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra babası ile oğlu iştahla yemekhanenin yemeğine saldırmıştı. Otobüsün kalkmasına en az iki saat kadar vardı. Kisa, babasına ve kendisine yandan bakarak (kendi kendini dışarıdan izlemeyi çoktan öğrenmişti) sulu yemek içindeki kemiği hızla çekip çıkarmalarını, alelacele çekerek yemeye başlamalarını hiç kimseye ve hiçbir şeye değil, aynı kurtlara benzeterek tekrar gülesi geldi. Kurdu televizyondan iyi tanımıştı. İkisinin böyle oturduğunu, az da olsa kurda benzediklerini keşke sınıf öğretmeni görebilseydi. O da güzel bir kahkaha atardı.

İlçe merkezindeki yemekhanenin içini mis gibi geyik otu kokusu sarmıştı.

SES RENGİ

Mayıs ayında Yesmakan Dosbolov vefat etmişti. Merhum 50. doğum gününü geçen sene kutlamıştı. Yesmakan’ın doğum gününü kutladığı günlerde o, sanatoryumda kalıyordu. Bilerek gitmişti senatoryuma. İnsan olur da canını düşünmez olur mu? Birisi elli yaşını dolduracak, sonra büyük tören düzenleyecek diye o sağlığından mı vazgeçecekti? Yesmakan’ın dostu, akrabası çoktu zaten. Nasıl olsa, tören onsuz da geçerdi. Hatta yokluğu hissedilmezdi bile.

Aslında o da Yesmakan’ın yakın arkadaşı idi. Dostu sayılırdı.

Yesmakan’ın doğum gününe sanatoryumdan bir kutlama mektubu göndermişti.

Acaba Yesmakan konuklarının önünde okuyacak mıydı onu? Kim bilir. Faksla gönderilen kutlamalar az olursa okurdu tabii. Fakat şu zamanda kâğıdı israf etmekten kimse çekinmez. Faksla gönderilen mektuplar sayısız olmalı. Yesmakan’ın adı unvanı var, adı kadar da işi var sonuçta. Evvela adı unvanı olan kutlamaları okur belki de onun gönderdiği mektubu öylesine geçiştirecekti. Falandan filandan ve sanatoryumda bulunan Yensebek Asilov’dan (belki de – dostu diye ekler… Bu kutlamayı kimin okuyacağına da bağlı) geldi arkadaşlar der eskisi gibi. Tabii ki kutlamaları Aripbek Baybolov okuyacaktır. Yesmakan hiç bırakmaz bu herifi. Eğer görevi yine yükselirse, yerine Aripbek’i bırakır.

Yensebek Asilov sanatoryumda kalırken hep bu tür düşüncelere daldı.

O sabah erkenden telefon ısrarla çaldı.

– Alo! Alo! Yensebek beyle mi görüşüyorum? Merhaba, abi! Abim, ben Aripbek kardeşinizim. Ne var ne yok? İş zorlaştı abi… Yesmakan Ağa’dan ayrıldık. Evet, evet? Hayır, bizim Yesmakan Bey… Gece birde… Sonunda hani şey… Vardı ya… İşte öyle oldu. Evet, öyle olduğunu söylediler… Ben de bunu haber verecektim. İşte… Böyle oldu… Ok. Tamam, abi…

bannerbanner