Читать книгу Karanlık Yüz (Хеннинг Манкелль) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Karanlık Yüz
Karanlık Yüz
Оценить:
Karanlık Yüz

3

Полная версия:

Karanlık Yüz

“Komşular ne bir şey görmüş ne de duymuşlar. Sanırım bunu yapanlar sıradan hırsızlar.”

“Yani bu vahşeti sıradan diye mi tanımlıyorsun?”

Rydberg heyecanlanmıştı. Wallander seçtiği sözcükten pişmanlık duydu.

“Yani benim de demek istediğim, bunu yapanlar kesinlikle canavar. Yerleşim merkezlerinden uzak çiftliklerde yalnız yaşayan yaşlıları hedef alıyorlar.”

“Bunları yapmış olanları mutlaka yakalamalıyız,” dedi Rydberg. “Onlar böyle bir işe yeniden kalkışmadan.”

Kurt Wallander, “Evet,” diye yanıtladı. “Bu yıl başka kimseyi yakalayamayacak da olsak, bunları mutlaka bulmalıyız.”

Arabaya binip oradan ayrıldı. Dar arazi yolunda viraja hızla giren bir arabayla az kalsın çarpışacaktı. Sürücüyü tanıdı. Bu, çok satan günlük gazetelerden birinde çalışan ve Ystad çevresindeki tüm bölgeyi ilgilendiren olaylarda ortaya çıkan bir gazeteciydi.

Wallander, Lenarp’ta birkaç tur attı. Pencerelerden evlerin ışıkları görünüyordu ama insanlar henüz sokaklara çıkmamışlardı.

Bu olayı öğrendiklerinde ne düşünecekler acaba, diye düşündü.

Bitkin ve şaşkındı. Boğazına ip geçirilmiş yaşlı kadının görüntüsü onu rahat bırakmıyordu. Böylesi vahşiliği anlamasına imkân yoktu. Bunu kim yapmış olabilirdi? Neden kadının kafasına bir balta indirip de birkaç saniyede işini bitirmemişti? Neden böylesi bir işkenceyi seçmişti?

Küçük köyde arabasıyla ilerlerken soruşturma planını kafasında oturtmaya çalıştı. Blentarp yönündeki kavşakta durdu, motoru kapatmadı, kaloriferi yükseltti çünkü donuyordu. Sonra da kıpırdamadan oturup ufka baktı.

Soruşturmayı yürütebilecek tek kişi kendisiydi, bunu biliyordu. Bir başkasının bu işle görevlendirilmesi söz konusu olamazdı. Rydberg’den sonra Ystad’daki en deneyimli cinayet polisiydi. Oysa henüz kırk iki yaşındaydı.

Soruşturmanın büyük kısmı rutin iş olacaktı. Olay yeri incelenecek, Lenarp’ta ve hırsızların kaçış yolları sayılabilecek sokaklarda oturan insanlar sorgulanacaktı. Şüpheli bir durumla karşılaşan oldu mu? Olağan dışı bir durumla? Bildik sorular kafasından geçiyordu.

Ama Kurt Wallander çok iyi biliyordu ki bu geniş düzlüklerdeki saldırıları çözmek çok zordu.

Ümidini bağladığı tek şey yaşlı kadının hayatta kalabilmesiydi. Kadın her şeyi görmüştü. Bir şeyler bilmek zorundaydı.

Ama eğer ölürse, işte o zaman bu çifte cinayeti çözmek çok zorlaşacaktı. Huzursuzdu.

Normalde böylesi bir huzursuzluk onu daha enerjik ve hazır yapardı. Bunlar her türlü polis işinin temel şartları olduğundan, kendisinin iyi bir polis olduğunu düşünürdü. Ancak bu defa kendini bitkin hissediyordu ve hiç de hazır değildi.

Kendisini zorlayarak arabayı birinci vitese aldı. Araba birkaç metre ilerledi. Fakat sonra tekrar durdurdu. Sanki bu dondurucu kış sabahında neler yaşadığını tam o anda anlamıştı.

Bu olayda hiç tereddüt edilmeden ve korkunç şekilde yaşlı, savunmasız bir çiftin hedef alınması ona korku veriyordu. Bu bölgede karşılaşılmaması gereken bir olaydı. Pencereden dışarıya baktı. Rüzgâr arabanın kapıları arasından ıslık çalıyordu.

Artık harekete geçmeliyim, diye düşündü.

Aynen Rydberg’in dediği gibi. Bunu yapanlar mutlaka yakalanmalı.

Arabayı doğruca Ystad Hastanesi’ne sürdü. Hastaneye vardığında asansöre binerek yoğun bakım bölümüne çıktı. Koridorda, kapının yanında sandalyeye oturmuş genç polis adayı Martinson’u fark etti.

Kurt Wallander bu duruma iyice sinirlenmişti. Genç ve deneyimsiz bir polis adayından başka hastaneye gönderebilecekleri kimse yok muydu gerçekten? O da neden dışarda, kapının yanında oturmaktaydı ki? Neden tüm vahşeti yaşamış kadının en sessiz fısıltısını bile yakalayabilmek için yatağının başucunda beklemiyordu?

“Selam,” dedi Kurt Wallander. “Durum nasıl?”

“Kadın baygın,” diye yanıtladı Martinson. “Doktorlar pek ümitli görünmüyorlar.”

“Sen neden dışarda bekliyorsun? Neden odada değilsin?”

“Durumu değişirse bana haber verecekler.”

Kurt Wallander, Martinson’un huzursuzlandığını sezdi.

Yaşlı ve aksi bir öğretmen gibiyim, diye düşündü. Kapıyı dikkatle bir parmak kadar aralayarak göz ucuyla içeri baktı. Ölümün bu bekleme odasında bir dizi makine harıl harıl çalışıyordu. Duvarlarda saydam solucanları andıran hortumlar döşeliydi. İçeri girdiği sırada bir hemşire diyagramı incelemekteydi.

“Buraya giremezsiniz,” dedi sert bir sesle.

“Ben polisim,” diye karşılık verdi Wallander alelacele. “Sadece durumunu öğrenmek istemiştim.”

“Size dışarda beklemeniz gerektiği söylendi,” diye yanıtladı hemşire.

Wallander bir şey söyleyecekti ki içeriye hızlı adımlarla bir doktor girdi. Doktor şaşılacak kadar genç görünüyordu.

“Buraya görevliler dışında girilmesi yasaktır,” dedi genç doktor bir yandan Wallander’i incelerken.

“Hemen gideceğim. Sadece kadının durumunu öğrenmek istiyorum. Adım Wallander ve polisim. Cinayet Masası’ndan,” diye ekledi, bunun pek de etkili olmayacağı endişesiyle. “Bu işten sorumlu kişi ya da kişileri bulabilmek için soruşturma yürütüyorum. Durumu nasıl?”

“Hâlâ yaşıyor olması bir mucize,” dedi doktor ve başıyla yatağı işaret etti. “Şimdilik ne gibi iç yaralanmalara maruz kaldığını söyleyemeyiz. Öncelikle hayati tehlikeyi atlatması önemli. Ancak gırtlak oldukça zarar görmüş. Sanki biri onu boğmaya çalışmış.”

“Tam anlamıyla böyle oldu,” diye açıklayan Wallander örtü ve hortumlarla çevrili zayıf yüzü inceledi.

“Aldığı darbeler öldürücüymüş,” diye belirtti doktor.

Wallander, “Umarım yaşar,” diye karşılık verdi. “Elimizdeki tek tanık o.”

“Biz tüm hastalarımızın yaşamasını ümit ederiz,” diye yanıtladı doktor sert bir biçimde ve yeşil çizgilerin sonsuz dalgalar çizdiği ekranı inceledi.

Doktor bir kez daha henüz kesin bir yorum getiremeyeceğini söyledikten sonra Kurt Wallander odadan çıktı. Ne olacağı belli değildi. Maria Lövgren’in, kendine gelmeden ölmesi pekâlâ mümkündü. Bunu kimse bilemezdi.

“Dudak okuyabilir misin?” diye sordu Martinson’a.

“Hayır,” dedi genç polis adayı şaşkın bir ifadeyle.

“Yazık,” dedi Wallander ve oradan ayrıldı.

Hastaneden çıkınca doğrudan şehrin doğu çıkışındaki kahverengi emniyet binasına gitti.

Masasına oturdu, pencereden görünen eski, kırmızı su kulesine baktı.

Belki de günümüz farklı nitelikte polisler gerektiriyor; ocak ayının erken saatlerinde, İsveç’in güney bölgesinde bir insan mezbahasına girdiğinde gözünü bile kırpmayan polisler gereklidir belki?

Benim gibi korku ve endişe duymayan polislerden?

Bu düşünceleri telefonun çalmasıyla bölündü.

Hastane, diye geçti yıldırım hızıyla aklından.

Maria Lövgren’in öldüğünü bildirmek için arıyorlar. Acaba ölmeden önce kendine geldi mi? Bir şeyler söyledi mi?

Çalan telefona baktı.

Kahretsin, diye düşündü. Kahretsin.

Duyacağı bu olmasın.

Ama ahizeyi alırken telefondakinin kızı olduğunu anladı. Öyle şaşırdı ki neredeyse telefonu masadan düşürecekti.

Kızı, “Baba,” derken, Wallander telefon kulübesinde düşen bozuk paranın sesini duydu.

“Selam,” diye yanıtladı. “Nereden arıyorsun?”

Lima’da olmasın bari. Ya da Katmandu. Ya da Kinşasa’da.

“Ystad’dayım.”

Buna sevindi. Demek kızını görebilecekti.

“Aslında seni görmek istemiştim,” dedi kızı. “Ama fikrimi değiştirdim. Şu an gardayım. Yine yola çıkıyorum. Seni gerçekten görmek istediğimi bilmiş olmanı istedim.”

Sonra hat kesildi. Wallander elinde telefon öylece kalakaldı.

Sanki bir şeyler sönüvermiş, hâlâ elinde tuttuğu bir şeyler parçalanıvermişti.

Canı çıkmayasıca, diye düşündü. Neden böyle bir şey yapıyor?

Kızının adı Linda’ydı, on dokuz yaşındaydı. On beş yaşına kadar araları iyiydi. Sormaya çekindiği güç bir durumda ya da istediği bir şey olduğunda annesine değil de hep kendisine gelmişti. Onun tombul bir çocuktan iddialı bir çekiciliğe sahip genç bir kadına dönüşmesine şahit olmuştu. On beş yaşına basmadan önce içindeki, onu aldatıcı ve gizemli bir dünyaya yönelten şeytanları hiç belli etmemişti.

On beşinci yaş gününden kısa süre sonra bir ilkbahar günü birdenbire, önceden en küçük bir uyarı sezdirmeden canına kıymaya kalkışmıştı. Bu bir cumartesi günü öğleden sonra yaşanmıştı. Kurt Wallander bahçe sandalyelerinden birini onarıyor, karısı da pencereleri siliyordu. İçinde ansızın uyanan bir huzursuzluk, onu elindeki çekici bir yana bırakıp eve girmeye zorlamıştı. Kızı odasında yatağında yatıyordu, bir jiletle bileklerini ve boğazını kesmeye çalışmıştı. Daha sonra, her şey atlatıldıktan sonra, doktor ona, eğer yetişmeseydi ve tampon bastırmayı akıl etmeseydi kızının ölmüş olacağını söylemişti.

Bu şoku hiçbir zaman tam olarak atlatamamıştı. Linda’yla arasındaki bağ ise o günden sonra bozulmuştu. Kızı ondan uzaklaşmıştı. Kendisi de neyin kızını bu intihar girişimine sürüklediğini hiçbir zaman anlayamamıştı. Linda okulu bırakmış, geçici işlerde çalışmaya başlamıştı ve ara sıra uzun süre ortadan kaybolduğu oluyordu. İki kez karısının ısrarı üzerine kızının kayıp olduğunu ihbar etmiş, onu aratmıştı. Bu aramalara katılmasının onu ne kadar üzdüğüne iş arkadaşları bizzat tanık olmuşlardı. Ama günün birinde Linda geri dönmüş, o da ceplerini gizlice karıştırarak pasaportunun sayfalarındaki yolculukları incelemişti.

Lanet olsun, diye düşündü. Neden burada kalmazsın ki? Neden aklından bambaşka düşünceler geçer?

Telefon bir kez daha çaldı. Ahizeyi kaptığı gibi kulağına götürdü.

“Alo, ben baban,” dedi beklemeksizin.

“Bu da ne demek oluyor?” diye karşılık verdi babası. “Neden kendini baba diye tanıtıyorsun telefonda? Polis değil miydin sen?”

“Şimdi seninle konuşacak vaktim yok. Seni daha sonra arasam?”

“Hayır olmaz. Nedir bu kadar önemli olan?”

“Bu sabah kötü bir şey oldu. Seni ararım.”

“Ne oldu?”

Babası onu hemen her gün arıyordu. Bazı günler santrale babası aradığında bağlamamalarını tembihlemişti. Ancak bu taktiği boşa çıkmıştı çünkü babası kendisini farklı isimlerle tanıtmaya, ayrıca santral memurları tanımasın diye sesini değiştirerek konuşmaya başlamıştı.

Kurt Wallander onu başından savabilecek tek çıkar yol görüyordu.

“Bu akşam sana uğrarım,” dedi. “O zaman konuşuruz.” Babası buna isteksizce razı oldu.

“Yedide gel. O saatte seninle ilgilenebilecek vaktim var.”

“Güzel, öyleyse yedide görüşmek üzere. Hoşça kal.” Ahizeyi yerine koydu ve telefonu her türlü aramaya kapattı.

Arabasını alıp tren garına gitmeyi, orada kızını aramayı geçirdi aklından. Onunla konuşmayı, böyle esrarengiz biçimde kaybedilen o güzel bağı yeniden yaşama döndürmeyi düşündü. Ama bunu yapmaması gerektiğini biliyordu. Kızının kendisinden sonsuza dek uzaklaşmasını göze alamazdı.

Kapı açıldı ve Näslund kafasını içeri uzattı.

“Selam,” dedi. “Onu içeriye getireyim mi?”

“Kimi içeriye getireceksin?”

Näslund saatine baktı.

“Saat dokuz,” dedi. “Dün bu saatte Klas Månson’u sorgu için istemiştin.”

“Hangi Klas Månson?”

“Şu doğu çevre yolundaki dükkânı soyan adam. Unuttun mu yoksa?”

Şimdi hatırlıyordu. Ayrıca Näslund’un yaşanan cinayetten haberdar olmadığını da anladı.

“Månson’u sen devral. Gece bir cinayet işlendi, Lenarp’ta. Hatta belki de çifte cinayet. Yaşlı bir çift. Månson’u tek başına halletmen gerekiyor. Ama onu da ertelesen iyi olur. Şu an en önemli şey Lenarp cinayeti.”

“Månson’un avukatı geldi bile,” diye karşılık verdi Näslund. “Onu yine evine gönderecek olursam çok öfkelenecek.”

“Ön sorgu gibi bir şey yap,” diye yanıtladı Wallander. “Avukat mızmızlanacak olsa da yapabileceğim bir şey yok. Benim orada saat onda toplanalım. Herkes gelsin.”

Birden canlanmıştı. Şimdi yine polis olmuştu. İşte şimdi katilin peşine düşebilirlerdi.

Masasındaki evrak yığınını bir yana kaldırdı, doldurmaya fırsat bulamayacağı bir bahis kuponunu yırtıp attı, kantine giderek kendine bir kahve doldurdu.

Saat onda herkes odasında toplanmıştı. Pencerenin yanındaki sandalyede oturan Rydberg cinayet mahallinden gelmişti. Odada toplam yedi polis vardı. Wallander hastaneyi arayıp yaşlı kadının kritik durumunun değişmediğini öğrendi.

Sonra olanları ayrıntılarıyla anlattı.

“Orada olanlar hayal ettiğinizden de kötü,” dedi. “Sen ne dersin Rydberg?”

“Doğru,” diye yanıtladı Rydberg. “Tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi. Hatta kan kokusu bile var. Böylesini hiç görmemiştim.”

“Katilleri yakalamak zorundayız,” sözleriyle bitirdi konuşmasını Kurt Wallander. “Böyle gözü dönmüş canilerin ortalıkta dolaşmalarına göz yumamayız!”

Oda sessizliğe gömüldü. Rydberg sandalyenin kolunu parmaklarıyla tıkırdatıyordu. Dışarda koridorda bir kadının kahkahası duyuluyordu.

Kurt Wallander etrafına göz gezdirdi. Bunların hepsi onun birlikte çalıştığı kişilerdi. Hiçbiriyle sıkı bir arkadaşlığı yoktu. Ama birbirlerine bağlıydılar.

“Şimdi,” dedi, “ne yapmalıyız? Artık işe koyulmamız gerekiyor.”

Saat on bire yirmi vardı.

3

Öğleden sonra saat dörde çeyrek kala Kurt Wallander acıktığını fark etti. Öğlen yemek yemeye fırsat bulamamıştı. Sabahki soruşturma toplantısından sonra Lenarp katillerinin soruşturmasıyla meşguldü. Nedense katilin bir kişi değil de birden fazla olduğunu düşünüyordu. Ona göre, bir kişinin tek başına bu kanlı katliamı gerçekleştirmiş olması imkânsızdı.

Masasındaki koltuğuna geçip basın metnini düzenlemeye başladığında hava çoktan kararmıştı. Masanın üzerinde santral memurlarından birinin getirdiği, telefon edenlerin adlarının yazılı olduğu bir dizi not kâğıdı duruyordu. Notların arasında kızının adını boşuna aradıktan sonra hepsini bir yığın halinde toparlayıp gelen posta bölmesine koydu. Yerel televizyonun karşısına çıkıp polisin henüz katil ya da katillerle ilgili herhangi bir ipucu bulamadığını söylemek zorunda kalmanın doğuracağı sıkıntıdan kurtulmak için Rydberg’e âdeta yalvararak bu işi üstlenmesini istedi. Buna rağmen basın metnini kendisi hazırlayacaktı. Acaba ne yazmalıydı? Gün boyu çalışmış ama sonuçta bir yığın soru işaretinden başka bir şey ortaya çıkmamıştı.

Bekleyişle geçen bir gündü. Boynundaki ipten son anda kurtulan yaşlı kadın yoğun bakımda yatıyor, burada ölüm kalım savaşı veriyordu.

Kadının o korkunç gecede, ıssız çiftlikte neler gördüğünü öğrenmeyi başarabilecekler miydi? Yoksa bunları anlatmaya fırsat bulamadan ölüp gidecek miydi kadın?

Kurt Wallander pencereden dışarıya, karanlığa baktı.

Basın metni yerine o gün neler yapıldığına ve hangi izlerin peşinde koştuklarına dair bir özet yazmaya başladı.

Hiçbir şey, diye düşündü yazısını bitirdiğinde. Yaşlı iki insan, sakladıkları paraları da yok, vahşice saldırıya uğramış ve işkence görmüşler. Komşular hiçbir şey duymamış. Ancak katiller ortadan kaybolduktan sonra yaşlı kadının yardım çağrısını duymuşlar ve pencerelerden birinin kırılmış olduğunu fark etmişler. Hepsi bu.

Yerleşim merkezlerinden uzak çiftliklerde yaşayan yaşlı insanlar eskiden beri hırsızların hedefiydi. Bu tür olaylarda saldırganların yaşlıları bağladığı, dövdüğü, hatta öldürdüğü görülürdü.

Ancak bu kez başka bir şey var, diye düşündü Kurt Wallander. Boğaza geçirilmiş olan ip bu olayın endişe verici boyuttaki vahşetine ve nefretine, hatta belki de bir öç alma olayı olduğuna işaret ediyor.

Bu saldırıda alışılmadık bir şeyler vardı.

Şu an yapılabilecek tek şey beklemekti. Bütün gün polisler Lenarp sakinleriyle konuşmuştu. Belki bir şeyler gören birileri vardı? Çoğu kez saldırganlar eyleme geçmeden önce çevredeki yaşlı insanları araştırırlardı. Ayrıca belki Rydberg de her şeye rağmen olay yerinde birkaç ipucu bulmuş olabilirdi.

Kurt Wallander saate baktı. Hastaneyi en son ne zaman aramıştı? Kırk beş dakika önce mi? Bir saat mi?

Basın metnini tamamlayana kadar beklemeye karar verdi.

Kasetçaların kulaklıklarını takıp Jussi Björling’in bir kasetini koydu. Otuzlu yılların kaydından gelen tiz ses, “Rigoletto” müziğinin güzelliğini bastıramıyordu.

Basın metni sekiz satırdı. Kurt Wallander bir sekreter bulup metni bilgisayarda yazdıktan sonra çoğaltmasını rica etti. Bu arada Lenarp çevresinde yaşayan herkese postalanacak anketi okudu. Bu vahşi cinayetle bağlantılı olabilecek olağan dışı bir şeyler görülmüş müydü? Bu anket işine pek olumlu bakmıyordu, olsa olsa fazladan uğraştırmış olacaktı. Telefonların durmadan çalacağına ve iki polisin bütün gün bu olay hakkında önemsiz açıklamalar getirmeye çalışacak insanları dinlemek zorunda kalacaklarını biliyordu.

Yine de bu uygulama gerekli, diye düşündü. Böylece en azından kimsenin bir şey görmediğinden emin olacağız.

Odasına döndü, bir kez daha hastaneyi aradı. Ancak durumda değişiklik yoktu, yaşlı kadın hâlâ yaşam savaşı veriyordu.

Telefonu henüz kapatmıştı ki odaya Näslund girdi.

“Haklıydım,” dedi Näslund.

“Haklı mı?”

“Månson’un avukatı öfkeden kudurdu.”

Kurt Wallander umursamaz tavrını omuz silkerek gösterdi.

“Bu gerçekle yaşamak zorundayız.”

Näslund kafasını kaşıdı, bir ilerleme olup olmadığını sordu.

“Henüz elimizde bir şey yok. Ama her zamanki işleri tamamladık. Şimdilik bu kadar.”

“Adli tıbbın ön raporunun geldiğini gördüm.”

Kurt Wallander kaşlarını kaldırdı.

“Benim neden haberim yok?”

“Rapor Hansson’da.”

“Orada işi ne?”

Kurt Wallander kalkıp koridora çıktı. Hep aynı, diye düşündü. Evraklar hiçbir zaman ait oldukları yere ulaşmaz. Polis işlerinin büyük kısmı gün geçtikçe bilgisayarlarda yapılıyor olsa da önemli evraklar eskisi gibi yanlış adreslere gidiyor.

Kurt Wallander kapıyı vurup içeri girdiğinde, Hansson telefon görüşmesi yapıyordu. Hansson’un önündeki masanın beceriksizce gizlenmeye çalışılmış kupon ve yarış bültenleriyle kaplı olduğunu gördü. Emniyetteyken Hansson’un vaktinin çoğunda çeşitli antrenörleri arayıp tüyo almaya çalıştığı herkesçe bilinirdi. Akşamları ise güya kendisine büyük ödülü garantileyecek en delice bahis sistemlerini bulmakla geçirirdi. Ortalıklarda dolaşan bir söylentiye göre Hansson bir zamanlar büyük tutturmuştu. Ancak kimse bu konuda daha fazla şey bilmiyordu. Zaten Hansson da öyle bol keseden yaşamıyordu.

Kurt Wallander içeri girince Hansson ahizeyi kapattı.

“Adli tıp raporu,” dedi Kurt Wallander. “Sende mi?” Hansson, Jägersro yarış bültenini kenara itti.

“Ben de şimdi raporu sana getirecektim.”

“Yedinci koşuda banko dört numara gelir,” dedi Kurt Wallander ve evrak dosyasını masadan aldı.

“Ne demek istedin?”

“Diyorum ki banko gelir.” Kurt Wallander, Hansson’u ağzı açık bakakalmış bir halde orada bırakarak çıktı. Koridordaki saatten basın toplantısına daha yarım saatinin olduğunu gördü. Odasına gitti, raporu iyice inceledi. Cinayetin vahşetini o sabah Lenarp’ta gördüğünden daha iyi anlamıştı, mümkün olduğunca tabii.

Cesedin ilk yüzeysel incelemesinde doktor gerçek ölüm nedenini teşhis edememişti.

Fazlasıyla olasılık vardı.

Tırtıklı ya da keskin bir nesneyle vücut sekiz yerinden kesilmiş ya da bıçaklanmıştı. Rapor bunun bir testere olabileceğini söylüyordu. Bundan başka, uyluk kemiği darbeyle kırılmıştı, sol kolun pazu kemiği ve bilek kemiği de. Vücutta yanık izleri bulunmuş, hayalar şişmiş ve alın kemiği içeri göçmüştü. Asıl ölüm nedeni henüz kesin olarak teşhis edilememişti.

Doktor resmî raporun yanı sıra bir de kenara not düşmüştü.

“Çılgınca bir iş,” diye yazıyordu. “Bu adama öyle bir vahşet uygulanmış ki onu dört beş kez öldürmeye yeter.”

Kurt Wallander raporu bir kenara bıraktı. Gitgide kendini daha kötü hissediyordu. Bu olayda ters giden bir şeyler vardı.

Yaşlı insanları hedef alan hırsızlar böylesine nefret dolu olmazlardı. Düşündükleri şey sadece para olurdu.

O halde bu anlamsız vahşet de neydi?

Bu soruya kendi başına yeterli bir yanıt bulamadığını kabullendiğinde, yazmış olduğu notları tekrar okudu. Unuttuğu bir şey var mıydı? Sonradan önemli olduğu anlaşılacak herhangi bir ayrıntıyı gözden kaçırmış olabilir miydi? Polislik çoğunlukla birbiriyle bağlantılı faktörlerin titizlik ve sabırla aranması olsa da gördüklerinden öğrendiği şey, olay yerinin ilk izleniminin önemli olduğuydu. Özellikle de polis, suç işlendikten sonra olay yerine ilk gelenler arasındaysa.

Yazmış olduğu notlarda onu düşündüren bir şey vardı. Bir ayrıntıyı mı atlamıştı?

Uzun süre oturup düşündü, ancak bunun ne olduğunu bulamadı.

Sekreter bilgisayara geçirildikten sonra kopyalanarak çoğaltılmış basın metnini getirdi. Basın toplantısına giderken tuvalete uğradı, aynada kendisini inceledi. Berbere gitmesi gerekiyordu. Kahverengi saçları kulaklarını örtmeye başlamıştı. Ayrıca kilo da vermeliydi. Karısı onu terk ettiğinden beri yedi kilo almıştı. Dayanılmaz yalnızlığı içinde pizza, yağlı hamburger ve börek gibi hazır yemeklerden başka şey yememişti.

“Seni yağ torbası,” dedi yüksek sesle kendine. “Yaşlı ve çirkin bir adam olmanın zamanı mı şimdi?” O andan itibaren yeme alışkanlıklarını değiştirmeye karar verdi. Hatta gerekirse kilo verebilmek için sigaraya tekrar başlamayı da düşündü.

Her iki polisten birinin boşanmış olmasının nedenini merak ediyordu. Neden karıları onları terk etmişti? Bir zamanlar okuduğu polisiye romanda da durumun aynı şekilde yazıldığını üzülerek fark etmişti.

Polisler boşanmış kişilerdi. İşte o kadar…

Basın toplantısının yapılacağı oda çoktan dolmuştu. Gazetecilerin çoğunu tanıyordu. Ama aralarında tanımadığı yüzler de vardı. Sivilceli suratlı genç bir kız, ses kayıt cihazını çalıştırırken cilveli bakışlarla kendisini süzüyordu.

Kurt Wallander, pek fazla bilgi içermeyen basın metnini dağıttı ve odanın bir köşesine kurulu küçük bir kürsüye geçti. Aslında Ystad Emniyet Müdürü’nün de toplantıya katılması gerekirdi ama izne çıkmıştı. İspanya’da kış tatili yapıyordu. Rydberg televizyoncularla görüşmesi biter bitmez geleceğine dair söz vermişti. Bu durumda Kurt Wallander yalnız sayılırdı.

“Basın metnini aldınız,” diye söze başladı. “Aslında bu metindekilerden başka şu an için söyleyebileceğim bir şey de yok.”

“Soru sorabilir miyiz?” dedi, Kurt Wallander’in Arbetets gazetesinin yerel muhabiri olduğunu hatırladığı bir gazeteci.

Kurt Wallander, “Burada olmamın nedeni de bu,” diye yanıtladı.

“Dürüst olmak gerekirse, bu metni oldukça yetersiz buldum,” diye açıkladı gazeteci. “Biraz daha bilgi sunmanız gerekirdi.”

“Katillerin izini henüz bulamadık,” diyerek karşılık verdi Kurt Wallander.

“Yani birden fazla kişi mi söz konusu?”

“Büyük olasılıkla.”

“Bunu nasıl anladınız?”

“Öyle sanıyoruz. Ancak bundan henüz emin değiliz.” Gazetecinin yüzü asıldı, Kurt Wallander, tanıdığı bir başka gazeteciye başıyla işaret ederek söz hakkı verdi.

“Adam nasıl öldürülmüş?”

“Güç kullanılarak.”

“Bu pek çok anlama gelebilir.”

“Nasıl olduğunu bilmiyoruz. Adli tıp işlemleri henüz bitmedi. Birkaç gün sürebilir.”

Gazetecinin sormak istediği başka sorular da vardı, ancak ses kayıt cihazı tutan sivilceli kız sözünü kesti. Kurt Wallander kızın üzerindeki armadan onun bölge radyosundan gelmiş olduğunu anladı.

“Hırsızlar evden ne çalmışlar?”

“Bunu bilmiyoruz,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Hatta bunun bir hırsızlık olup olmadığını dahi bilmiyoruz.”

“O halde başka ne olabilir?”

“Net bir şey söyleyebilmek için henüz çok erken.”

“Bunun bir hırsızlık olmadığını gösteren herhangi bir ipucu var mı?”

“Hayır.”

Wallander bu dar odada terlemeye başladığını hissetti. Bir zamanlar genç bir polisken basın toplantılarını yönetmeyi ne kadar da çok düşlediğini hatırladı. Ama düşlerindeki görüntü, hiç de böyle sıkıntılı ve terletici değildi.

“Bir soru sormuştum,” dediğini duydu odanın öte ucundaki gazetecinin.

“Sorunuzu anlayamadım,” dedi Kurt Wallander.

“Polis bunun önemli bir cinayet olduğu görüşünde mi?” diye sordu gazeteci. Bu soru Wallander’i şaşırtmıştı.

“Tabii ki, bu cinayetin çözülmesi bizim için önemli. En kısa sürede olayın çözüme kavuşmasını istiyoruz. Sorunuzu hâlâ anlamış değilim.”

Henüz çok genç olan ve kalın camlı gözlük takan gazeteci kalabalığın arasından öne ilerledi. Kurt Wallander onu daha önce hiç görmemişti.

“Demek istediğim şu: Günümüz İsveç’inde yaşlı insanlar kimsenin umurunda değil.”

“Bizim umurumuzda,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Katilleri yakalamak için tüm gücümüzü kullanacağız. Skåne bölgesinde de yerleşim merkezinden uzakta yaşayan pek çok yaşlı insan var. En azından elimizdeki tüm olanakları kullanacağımızdan emin olabilirsiniz.” Ayağa kalktı. “Elimize yeni bir bilgi geçtiğinde size bildireceğiz. Geldiğiniz için teşekkürler.”

Odadan ayrılmak üzereyken bölge radyosundan gelen kız yolunu kesti.

“Ekleyeceğim hiçbir şey yok,” dedi Kurt Wallander.

“Kızınız Linda’yı tanıyorum,” diye atıldı kız. Kurt Wallander durdu.

“Tanıyor musun?” diye sordu. “Nereden?”

“Birkaç kez karşılaşmıştık.”

bannerbanner