Полная версия:
Güvenlik Duvarı
“Daha büyük gösteriyor.”
“Sonra ne oldu?”
“Birer bira daha söyledik.”
“Ondan sonra?”
“Taksi çağırdık. Ama bunların hepsini zaten biliyorsunuz. Neden sorup duruyorsunuz?”
“Bu taksiciye saldırmaya mı karar verdiniz?”
“Para lazımdı.”
“Ne için?”
“Hiç, öylesine.”
“Dur bir bakalım, doğru anlamış mıyım: Paraya ihtiyacınız vardı ama herhangi bir şey için değil, öylesine.”
“Evet.”
Hayır, hiç de değil, diye düşündü Wallander. Kızın cevabında bir parça öz güvensizlik sezinlemişti. Dikkatini arttırdı. “Normalde insanlar paraya bir şeyler için ihtiyaç duyar.”
“Bizde öyle olmadı.”
Ah, evet, öyleydi, diye içinden geçirdi Wallander. Fakat şimdilik bu konunun üstüne gitmemeye karar verdi.
“Bir taksiciyi soyma fikri nasıl geldi aklınıza?”
“Konuştuk işte.”
“Restoranda mı?”
“Evet.”
“Yani daha önceden konuşmamıştınız?”
“Niye konuşalım ki?”
Lötberg ellerine bakıyordu.
“Yani restorana gitmeden önce taksiciye saldırma niyetinizin olmadığını söylesek doğru olur mu? Kimin fikriydi?”
“Benim.”
“Eva itiraz etmedi?”
“Hayır.”
Bir şeyler tutmuyor, diye düşündü Wallander. Kız yalan söylüyor ama son derece sakin.
“Restorandan taksiyi çağırttınız, sonra gelmesini beklediniz. Doğru mu?”
“Evet.”
“Peki ama çekiç ve bıçak nereden çıktı? Saldırıyı önceden planlamadıysanız yani.”
Kız, Wallander’in gözlerinin içine baktı. “Ben hep yanımda çekiç taşırım,” dedi. “Eva’da da bıçak vardır.”
“Neden?”
“Başınıza ne geleceği belli olmaz.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sokaklar manyak dolu. İnsan kendini koruyabilmeli.”
“Yani hep çantanda bu çekiçle sokağa çıkarsın?”
“Evet.”
“Daha önce hiç kullandın mı?”
Lötberg kafasını kaldırıp baktı. “Bu sorunun davayla bir ilişiği yok,” dedi.
“O ne demek?” dedi Sonja Hökberg.
“İlişiği mi? Yani bu soruyu sorması uygun değil.”
“Yine de cevap verebilirim. Çekici daha önce hiç kullanmadım ama Eva bir kere birisini kesti. Ona dokunup yoklamaya çalışan sapığın tekiydi.”
Wallander’in aklına bir fikir geldi ve daha önceki soru silsilesinden saptı. “Restoranda biriyle buluştunuz mu? Birisiyle randevunuz var mıydı?”
“Hayır.”
“Erkek arkadaşın yok mu?”
“Hayır.”
Fazla çabuk cevapladı, diye düşündü Wallander. Bunu aklının bir köşesine not etti.
“Taksi geldi ve çıktınız?”
“Evet.”
“Ondan sonra ne yaptınız?”
“Sence? Adama gitmek istediğimiz yeri söyledik.”
“Rydsgård’a gitmek istediğinizi söylediniz. Neden?”
“Bilmem. Bir şey dememiz lazımdı ve ilk aklımıza gelen yer orasıydı.”
“Eva sürücünün yanında öne oturdu, sen de arkada oturdun. Buna da önceden mi karar verdiniz?”
“Plan buydu.”
“Ne planı?”
“Sürücüyü yolda durduracaktık, Eva arka koltukta yanıma oturmak isteyecekti. İşte o zaman onu haklayacaktık.”
“Yani silahlarınızı kullanmaya kesin karar vermiştiniz zaten.”
“Daha genç olsaydı yapmayacaktık.”
“O zaman ne yapacaktınız?”
“O zaman eteklerimizi yukarı sıyırıp davetkâr davranarak durmasını sağlayacaktık.”
Wallander terlemeye başladığını hissetti. Kızın gamsızlığı ve lakaytlığı sinirini bozmaya başlamıştı. “Neye davet?”
“Sence?”
“Onu kandırıp sizinle seks yapabileceğini düşünmesini sağlayacaktınız?”
“Seni iğrenç moruk.”
Lötberg öne eğildi. “Sözlerine dikkat etmen gerekiyor.”
Hökberg adamın suratına baktı. “Nasıl istersem öyle konuşurum.”
Lötberg tekrar arkasına yaslandı. Wallander devam etmeye karar verdi.
“Gelgelelim, taksici yaşı büyük bir adamdı. Arabayı durdurdunuz. Sonra?”
“Kafasına vurdum. Eva da onu bıçakladı.”
“Kaç kere vurdun?”
“Bilmiyorum. İki kere. Saymadım.”
“Onu öldürmekten korkmadın mı?”
“Para lazımdı.”
“Ben onu sormadım. Bilmek istediğim şu, vurduğun darbelerin ölümcül olabileceğinin bilincinde miydin?”
Sonja Hökberg omuz silkti. Wallander bekledi ama kız cevap vermedi. Wallander’in son soruyu tekrar etmeye mecali yoktu.
“Paraya ihtiyacın olduğunu söylüyorsun. Ne için?”
“Özel bir şey için değil. Söyledim ya.”
“Sonra ne oldu?”
“Cüzdanını ve cep telefonunu alıp eve yürüdük.”
“Cüzdana ne oldu?”
“İçindeki parayı bölüştük, Eva cüzdanı bir yere attı.”
Wallander, hızlıca Martinson’un notlarına göz attı.
Lundberg’in üstünde 600 kron vardı. Persson’dan talimatları aldıktan sonra cüzdanı bir kâğıt çöpünde bulmuşlardı. Hökberg cep telefonunu almıştı. Polis telefonu kızın odasında buldu. Wallander saati söyledi, sorguyu sonuçlandırdığını söyleyip kayıt cihazını kapattı. Hökberg gözleriyle hareketlerini takip etti.
“Artık eve gidebilir miyim?”
“Hayır, esasında gidemezsin,” dedi Wallander. “19 yaşındasın ve mahkemelerimizin gözünde bir yetişkinsin. Ağır bir suç işledin, mahkemeye çıkacaksın.”
“Bu da demektir ki?”
“Burada emniyette kalacaksın?”
“Neden?”
Wallander, Lötberg’e bakıp ayağa kalktı. “Orasını avukatın açıklar bence.”
Wallander odadan çıktı. Midesi bulanıyordu. Hökberg rol yapmıyordu. Birazcık bile yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu. Wallander, Martinson’un odasına girip oturdu. Martinson telefondaydı ama birazdan kapatacağını işaret etti. Wallander beklerken içinden feci hâlde sigara içmek geldi. Bu aslında hiç olmazdı. Ancak Sonja Hökberg’le görüşmesi son derece rahatsız ediciydi.
Martinson telefonu kapattı. “Nasıl geçti?”
“Kız her şeyi itiraf etti. Buzdolabı kadar soğukkanlı bir şekilde.”
“Persson da aynı durumda ve daha 14 yaşında.”
Wallander, Martinson’a sorgularcasına bir bakış attı. “Dünya nereye gidiyor böyle?”
“Hiç bilmiyorum.”
Wallander cidden sarsılmıştı.
“Henüz küçücükler.”
“Biliyorum, biliyorum. En ufak bir pişmanlık duymuyorlar.”
Bir süre sessiz kaldılar, Wallander hiçbir şey hissetmediğini düşündü. Nihayet konuşan Martinson oldu.
“Neden durmadan işten ayrılsam mı diye düşünüyorum, şimdi anlıyor musun?”
Wallander ayaklandı. “Aynı şekilde, ayrılmaman neden bu kadar önemli, anlıyor musun?” Pencereye doğru yürüdü. “Lundberg nasıl?”
“Durumu hâlâ kritik.”
“İşin özüne inmeliyiz, adam ölse de ölmese de. Sırf biraz para koparmak için adama öylece saldırmadılar. Ya özel bir şey için paraya ihtiyaçları vardı ya da saldırı bambaşka bir sebeple yapılmıştı.”
“Mesela?”
“Bilmiyorum. Tüm bu olayda daha derin bir şey olduğunu düşünüyorum.”
“En muhtemel senaryo şey değil mi, sarhoştular ve biraz para bulmak için bu manyak planı yaptılar? Sonuçlarını hiç düşünmeden?”
“Neden öyle düşünüyorsun?”
“Dediğin gibi bu kadar sıradan bir şey olduğunu sanmıyorum.”
Wallander başını salladı. “Eh, orada hemfikiriz. Ama sebepleri neydi, ben bunu bilmek istiyorum. Yarın Persson’la konuşacağım, anne babasıyla da. Kızların erkek arkadaşı var mıymış?”
“Persson birisinden bahsetti.”
“Hökberg’in yok mu?”
“Hayır.”
“O zaman yalan söylüyor. Onun da takıldığı biri var, eninde sonunda onu da bulacağız.”
Martinson not aldı. “Kim üstleniyor? Sen mi ben mi?”
Wallander’in cevabı hazırdı. “Ben yaparım. Bu ülkede ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum.”
“Bana uyar.”
“Sen de hemen kurtuldum diye sevinme ama. Ne sen ne Hansson ne de Höglund kurtuldu bu işten. Bu saldırının altını kazımalıyız. Kasıtlı adam öldürmeye teşebbüs olduğundan eminim ve eğer Lundberg ölürse işte o zaman al sana cinayet.”
Wallander odasına gitti. Saat beş buçuktu ve hava kararmıştı bile. Kurt Wallander, Sonja Hökberg’i ve neden kızların paraya bu kadar çok ihtiyaç duyduğunu düşündü. Yoksa bambaşka bir sebep mi vardı? Arkasından Anette Fredman’ı düşündü.
Hâlâ yapacak işleri vardı fakat odasında oturmaya daha fazla dayanamadı. Paltosunu aldığı gibi dışarı çıktı. Sert sonbahar rüzgârı yüzünü yaktı. Arabayı çalıştırınca motordan gelen garip sesi duydu. Otoparktan çıkarken alışverişe gitmeye karar verdi. Buzdolabı tam takırdı, Hansson’la girdiği iddiadan kazandığı bir şişe şampanya vardı sadece. Wallander iddianın ne olduğunu artık hatırlayamıyordu. Anlık bir dürtüyle, bir gece önce adamın öldüğü ATM’nin önünden geçmeye karar verdi. Alışverişini de o civarlardaki bir marketten yapabilirdi.
Arabayı park ettikten sonra ATM’ye doğru yürüdü. Tekerlekli sandalyeli bir kadının para çekmesini bekledi. Kaldırımın asfaltı pürüzlü ve engebeliydi. Wallander etrafına bakındı. Yakınlarda hiç apartman ve ev yok gibi görünüyordu. Gecenin bir vakti, bu meydan oldukça ıssız olmalıydı. Güçlü sokak lambalarına rağmen, bir adam çığlık atıp yere yığıldığında onu ne duyan ne gören olurdu.
Wallander en yakındaki markete girip gıda reyonunu buldu. Her zamanki can sıkıntısı ve kararsızlıkla rafları gözleriyle taradı. Sepetini hemen çeşitli ürünlerle doldurdu, parasını ödedi ve marketten çıktı. Tekrar arabaya bindiğinde motordan gelen o gizemli ses artmış gibiydi. Evine girer girmez siyah takım elbisesini çıkardı. Duş alırken sabunun bitmek üzere olduğunu fark etti. Akşam yemeğinde biraz sebze çorbası yaptı, lezzetli olduğunu tadınca çok şaşırdı. Kahve yapıp fincanıyla oturma odasına gitti. Yorgundu. Televizyonda ilginç bir şey bulamadan kanalları gezdi, sonra telefonuna uzanıp Stockholm’deki Linda’yı aradı. Sadece ismen tanıdığı iki kadınla Kungsholmen’de aynı evi paylaşıyordu. İki yakasını bir araya getirebilmek için bazen yakınlardaki bir restoranda garsonluk yapıyordu. Wallander en son gittiğinde orada yemek yemiş ve oranın yemeklerini beğenmişti. Ancak kızının bangır bangır çalan müziğe tahammül edebilmesine şaşırmıştı.
Linda artık 26 yaşındaydı. İlişkileri iyiydi fakat Wallander onu düzenli aralıklarla görebilmeyi özlüyordu.
Telesekreter çıktı. Ne Linda ne ev arkadaşları evdeydi. Mesaj İngilizce tekrar edildi. Wallander kim olduğunu ve önemli bir şey olmadığını söyledi. Ahizeyi yerine koyup gözlerini kahvesine dikti. Soğumuştu. Bu şekilde yaşamaya devam edemem, diye düşündü sinirlenerek. Daha 50 yaşındayım ama kendimi ihtiyar ve zayıf hissediyorum.
Akşam yürüyüşüne çıkması gerektiğini biliyordu ama çıkmamak için bir bahane bulmaya çalıştı. Sonunda spor ayakkabılarını giyip sokağa çıktı.
Döndüğünde saat sekiz buçuktu. Yürüyüş sayesinde zihni açılmış, morali yükselmişti.
Telefon çaldı. Wallander, Linda arıyor olmalı, diye düşündü. Fakat arayan Martinson’du.
“Lundberg öldü. Az önce hastaneden aradılar.”
Wallander hiçbir şey demedi.
“Yani Hökberg ve Persson cinayet işlemiş oldu.”
“Biliyorum,” dedi Wallander. “Biz de temizlenecek iyi bir pisliğe bulaşmış olduk.”
Ertesi sabah sekizde toplantı yapmaya karar verdiler. Söyleyecek başka bir şey yoktu.
Wallander televizyonun karşısında oturup haberleri izledi, aklı bambaşka bir yerdeydi. İsveç kronu dolar karşısında değer kaybetmişti. İlgisini çeken tek haber, Trustor adlı sigorta şirketi hakkındaydı. Bugünlerde koskoca bir şirketin tüm parasını hortumlamak ve kimsenin iş işten geçene kadar fark etmemesi ne tuhaftır ki tereyağından kıl çekmek kadar kolaydı.
Linda aramadı. Wallander on birde yattı. Uyumasıysa çok uzun sürdü.
5
Wallander 7 Ekim Salı sabahı altıyı biraz geçe boğaz ağrısıyla uyandı. Ter içindeydi, grip olduğunun farkındaydı. Bir süre yatakta uzanıp evde mi kalsam diye kafasında tarttı ama Johan Lundberg’in öldüğü gerçeği onu ayaklandırmıştı. Duşunu aldı, kahve hazırlayıp ateş düşürücü haplardan yuttu. Hap kutusunu da cebine soktu. Evden çıkmadan önce kendini zorlayıp bir kâse yoğurt yedi. Mutfak penceresinin dışındaki sokak lambası serin rüzgârda sallanıyordu. Hava kapalıydı ve sıcaklık iki dereceydi. Wallander çekmecesinde kalın bir kazak aradı. Linda’yı arasam mı diye düşündü ama saat çok erkendi. Sokağa çıktığında yapmak zorunda olduğu işleri düşündü, listeyi mutfak masasında bırakmıştı. Bugün bir şey satın alacaktı ama eve dönüp listeyi almaya mecali yoktu.
Her zamanki güzergâhından emniyete gitti. Bu yoldan her arabayla geçişinde vicdan azabı çekiyordu. İşe yürüyerek gitmeliydi, kan şekerini sağlıklı bir değerde tutmalıydı. Bugün bile yürüyemeyecek kadar hasta değildi.
Arabasını park etti, saat yedide odasına girdi. Wallander masasına oturur oturmaz ne alması gerektiğini hatırladı. Sabun. Bir köşeye not etti. Sonra bütün dikkatini cinayet dosyasına verdi.
Bir önceki günden kalan tatsız duyguların bir kısmı geri geldi. Hökberg’in duygusuzluğunu hatırladı. Kızın insani bir duygu zerresi gösterdiğine, bunu kendisinin algılayamadığına dair kendini ikna etmeye çalıştı. Ama yersizdi. Bu durumlarla ilgili tecrübeleri ona yanılmadığını söylüyordu. Kantine kahve almaya gitti. Martinson’un odasının önünde durdu çünkü o da erkenciydi. Kapı açıktı. Wallander, Martinson’un kapı açıkken nasıl çalışabildiğini hayal edemiyordu. Eğer bir şeye tam odaklanacaksa Wallander için kapalı kapı olmazsa olmazdı.
“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi Martinson, Wallander’i eşikte görünce.
“Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum,” dedi Wallander.
“Üşüttün mü?”
“Ekim ayında muhakkak boğazım ağrır.”
Oldum olası hasta olmaktan endişelenen Martinson sandalyesini birkaç santim geri itti.
“Evde kalsaydın,” dedi. “Bu gariban Lundberg davası çözüldü bile.”
“Kısmen,” dedi Wallander. “Henüz cinayet sebebi yok. Yok yere paraya ihtiyaçları olduğu lafını ben yutmadım. Bıçağı buldunuz mu?”
“Nyberg ilgileniyor. Henüz konuşmadım.”
“Arasana.”
Martinson yüzünü ekşitti. “Sabahları onunla konuşmak pek kolay olmuyor.”
“O zaman ben ararım.”
Wallander, Martinson’un telefonuna uzanıp Nyberg’in evini aradı. Birkaç saniye sonra arama cep telefonuna aktarıldı. Nyberg açtı ama bağlantı kötüydü.
“Benim, Kurt. Bıçağı buldun mu diye soracaktım.”
“Hava hâlâ karanlıkken herhangi bir şey bulmamız mümkün mü acaba?” diye terslendi Nyberg.
“Persson’un bıçağı nereye koyduğunu söylediğini sanıyordum?”
“Taramamız gereken yüz metrelerce arazi var. ‘Eski mezarlıkta bir yerlere’ fırlatıp atmış.”
“Yanınıza getirilse ya?”
“Oradaysa buluruz,” dedi Nyberg.
Konuşmayı bitirdiler.
“Ben de dün gece pek rahat uyuyamadım,” dedi Martinson. “Kızım Terese, Eva Persson’u tanıyor. Hemen hemen aynı yaştalar. Persson’un da bir anne babası var. Acaba şu anda neler yaşıyorlardır? Bildiğim kadarıyla kız tek çocukları.”
Bu söylediklerini ikisi de uzun uzun düşündü. Sonra Wallander hapşırmaya başladı. Hemen odadan çıktı. Konuşma yarıda kalmıştı.
Sabah 8’de toplantı odalarından birinde toplandılar. Wallander her zamanki gibi masa başında oturuyordu. Hansson ve Höglund da oradaydı. Martinson pencere kenarında dikilmiş, telefonda konuşuyordu, muhtemelen karısıyla. Wallander hep, bir saat önce birlikte kahvaltı ettikten sonra hâlâ birbirilerine söyleyecek ne buluyorlar böyle, diye merak ederdi. Aslında odaya umutsuzluk ve bunalım hâkimdi. Lisa Holgersson içeri girdi, Martinson konuşmasını sona erdirdi.
Hansson ayağa kalkıp kapıyı kapattı. “Nyberg’in burada olması gerekmiyor mu?” dedi.
“Eski Mezarlık’ta, bıçağı arıyor,” dedi Wallander. “Bulacağını varsayabiliriz bence.”
Holgersson’a baktı. Kadın toplantıyı açması için ona başıyla işaret verdi. Wallander kendi kendine, kaç defa bu durumda kaldığını sorguladı. Sabahın köründe uyanmış, iş arkadaşlarıyla bir masanın başına oturmuş, bir suçu aydınlığa kavuşturmaya çalışıyordu.
Başlaması için onu bekliyorlardı.
“Johan Lundberg dün gece öldü,” dedi. “Duymayan varsa diye söylüyorum.”
Masadaki Ystad Allehanda gazetesini gösterdi. Taksicinin ölümü ön sayfada, manşetten verilmişti.
“Dolayısıyla Hökberg ve Persson isimli iki kız cinayet işlemiş oldu. Buna başka bir isim veremeyiz, ne de olsa Hökberg detaylarıyla itiraf etti. Bunu planlamışlar ve yanlarında da cinayet aletini taşıyorlarmış. Karşılarına çıkan taksiciye saldıracaklarmış. Çekici ele geçirdik, Lundberg’in boş cüzdanını ve cep telefonunu da. Bıçağı da bulmamız lazım. İki kız da suçlamaları reddetmedi, hiçbiri diğerini suçlamadı. Sanıyorum ki meseleyi en geç yarın savcıya gönderebiliriz. Persson’un yaşı küçük olduğu için davası çocuk mahkemesine sevk edilecek. Otopsi sonucu henüz gelmedi ama bence bu talihsiz dosyadaki rolümüzün nihayete erdiğine kanaat getirebiliriz.”
Wallander herhangi birisi bir şey söyleyecek mi diye bekledi.
“Neden yapmışlar?” diye sordu sonunda Holgersson. “Çok anlamsız geliyor.”
Wallander birisinin bu soruyu sormasını umuyordu, böylece kendisi ortaya sürmek zorunda kalmayacaktı. “Hökberg bu noktada Nuh diyor, peygamber demiyor,” dedi. “Her iki sorgusunda da önce Martinson’a, sonra bana aynısını söyledi. Paraya ihtiyaçları varmış. Hepsi bu.”
“Ne için?” diye sordu Hansson.
“Ne için olduğunu bilmiyoruz. Anlatmıyorlar. Hökberg’e inanmamız gerekirse, kendileri bile bilmiyorlardı. Sadece para istiyorlardı.” Wallander devam etmeden önce masadakilere tek tek baktı. “Bence gerçeği söylemiyorlar. Hökberg’in yalan söylediğinden eminim. Persson’la henüz konuşmadım. Paraya belli bir nedenle ihtiyaçları vardı. Bundan eminim. Aynı zamanda Persson, Hökberg ne derse onu yapıyor diye düşünüyorum. Bu onu daha az suçlu kılmaz ama birbirileriyle ilişkilerine dair daha uygun bir resim çizer.”
“Bir önemi var mı ki?” dedi Höglund. “Paraya ister giysi için ister başka bir şey için ihtiyaçları olsun, ne fark eder?”
“Sanırım bu noktada fark etmez. Savcı kesinlikle Hökberg’i mahkûm ettirmeye yetecek kadar delile sahip.”
“Daha önce bizimle hiç başları belaya girmemiş,” dedi Martinson. “Veri tabanımızı hızlıca taradım. İkisi de okulda gayet başarılıymış.”
Wallander bir kez daha davaya yanlış açıdan yaklaştıklarını hissetti. Ya da en azından cinayete dair başka açıklamaların üstünü çizmekte fazla hızlı hareket ediyorlardı. Ancak Wallander içine doğan bu sezgileri kelimelere dökemediği için hiçbir şey demedi. Cinayet sebebi, parayla ilgili olabilirdi. Sadece diğer olasılıklara karşı da temkinli olmalıydılar.
Telefon çaldığında Hansson açtı. Bir süre sonra ahizeyi yerine koydu. “Nyberg’di,” dedi. “Bıçağı bulmuşlar.”
Wallander başıyla onaylayıp önündeki dosyayı kapattı. “Doğal olarak, gene de anne babalarıyla konuşmalı ve soruşturmaya dair detaylı bir analiz yapmalıyız ama bence elimizdeki ön bilgileri savcıya gönül rahatlığıyla aktarabiliriz.”
Holgersson konuşmak için el kaldırdı. “Basın toplantısı düzenlememiz lazım. Telefonlar susmuyor. İki kızın böyle şiddet içerikli bir suç işlemesi hâlâ çok sıra dışı bir olay.”
Wallander, Höglund’a baktı ama Höglund olumsuz anlamda başını çevirdi. Son birkaç yıldır, medyayla uğraşan genelde oydu, Wallander’in nefret ettiği bir işti bu. Fakat bu kez değildi. Wallander anlıyordu.
“Ben yaparım,” dedi. “Saati belli mi?”
“Öğlen biri öneriyorum.”
Wallander not aldı.
Görevleri bölüştüler, Wallander toplantıyı sona erdirdi. Herkes bu olaydan bir an evvel kurtulmak istiyordu. Oldukça tatsız bir davaydı ve hiç kimse buna gereğinden bir dakika bile fazla vakit ayırmak istemiyordu. Wallander, Hökberg ailesini ziyaret edecekti. Martinson ve Höglund da Eva Persson ve anne babasıyla konuşacaktı.
Çok geçmeden oda bomboş kaldı. Wallander grip semptomlarının kötüye gittiğini hissetti. En azından belki bir gazeteciye bulaştırırım, diye düşündü, cebinde kâğıt mendil aradı.
Koridorda Nyberg’e rastladı. Nyberg bot ve kalın kaban giyiyordu, saçları oraya buraya dağılmıştı. Aksiliği üstündeydi, çok belliydi.
“Bıçağı bulduğunu duydum,” dedi Wallander.
“Anlaşılan ülkede temel bakıma yetecek kadar para bile kalmamış,” dedi Nyberg. “Bileğimize kadar yaprağa battık ama sonunda bulduk.”
“Nasıl bir bıçakmış?”
“Mutfak bıçağı. Bayağı büyük bir şey. Ucu kırılmış, muhtemelen kaburgaya falan denk gelmiş, o yüzden kız sağlam bir güç uygulamış olmalı. Ama bir yandan da ucuz bir bıçak.”
Wallander başını iki yana salladı.
“İnanması güç,” dedi Nyberg. “İnsan hayatına saygı denen temel erdeme ne olmuş, bilmiyorum. Ne kadar para almışlar?”
“Henüz bilmiyoruz ama aşağı yukarı 600 kron kadar. Daha fazla olamaz. Lundberg işinin başındaymış ve asla fazla nakitle çıkmazmış işe.”
Nyberg ağzının içinden bir şeyler mırıldanıp yürüyüp gitti. Wallander tekrar odasına döndü. Bir süre ne yapacağını bilemeden masasında oturdu. Boğazı acıyordu. Nihayet derin bir iç çekerek dosyayı açtı. Hökberg’ler, Ystad’ın batısında oturuyordu. Wallander adresi yazdı, ayağa kalktı, paltosunu giydi. Tam çıkarken telefon çaldı. Telefonu açtı. Linda arıyordu. Arka fondan gelen gürültü ve takırtıya bakılırsa kızı restorandaydı.
“Mesajını bu sabah aldım,” dedi.
“Bu sabah mı?
“Dün gece evde yoktum.”
Wallander kızına geceyi nerede geçirdiğini sormaması gerektiğinin farkındaydı. Bu sadece Linda’nın tepkisine sebep olur, Linda telefonu suratına kapatırdı.
“Eh, öyle özel bir şey için aramadım,” dedi. “Nasılsın diye merak ettim.”
“İyiyim. Sen nasılsın?”
“Biraz üşütmüşüm. Yoksa her şey bildiğin gibi. Acaba bu yakınlarda şehre gelip beni görme planın var mı?”
“Hiç vaktim yok.”
“Yol paranı öderim.”
“Dedim ya, vaktim yok. Paradan dolayı değil.”
Wallander, Linda’nın fikrinin değişmeyeceğini anladı. Kızı da aynı onun gibi inatçıydı.
“Sen nasılsın bu arada?” dedi Linda tekrar. “Baiba ile bu aralar görüştün mü, konuştun mu hiç?”
“O defter çok uzun zaman önce kapandı. Biliyorsun.”
“Bu gidişin hiç iyi değil.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Biliyorsun ne demek istediğimi. Mızmızlık yapıyorsun. Daha önce öyle konuşmazdın.”
“Sence mızmızlık mı yapıyorum?”
“Şu anda yapıyorsun işte. Ama bir teklifim var. Bence bir çöpçatanlık ajansını aramalısın.”
“Çöpçatanlık ajansını mı?”
“Randevulaşabileceğin birisini bulmak için. Yoksa benim hangi geceyi nerede geçirdiğimi kara kara düşünen, mızmızın önde gideni, yaşlı bir adama döneceksin.”
İçimi okudu, diye düşündü Wallander. Neysem oyum.
“Yani gazeteye ilan mı vermeliyim sence?”
“Evet, ya da eş bulan o şirketlerden birini kullanabilirsin.”
“Hayatta yapmam.”
“Nedenmiş?”
“Ben öyle şeylere inanmıyorum.”
“Neden inanmıyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Eh, benden sana bir öneriydi işte. Sen bunu bir düşün. İşe dönmem lazım.”
“Neredesin?”
“Restorandayım.”
Vedalaşıp telefonu kapattılar. Wallander, Linda’nın geceyi nerede geçirdiğini merak etti. Birkaç yıl önce Linda, Lund’da tıp okuyan Kenyalı bir gençle takılıyordu. Ancak ilişkileri bitmişti ve Wallander o zamandan beri, Linda’nın kimle çıktığını bilmiyordu, sadece ara sıra yeni birileriyle tanıştığından haberi vardı. Biraz sinirlendi, biraz kıskandı. İlan vermek ya da çöpçatanlık ajanslarına başvurmak onun aklından geçtiyse de hep son dakika caymıştı. Sanki bir kere bu kararı verdi mi kabul edilemez bir çaresizliğin dibine batmış olacaktı.
Dışarı adımını atar atmaz sert rüzgârdan dolayı üşüdü. Wallander arabasına binip motoru çalıştırdı, kötüye giden o garip seslere kulak verdi. Sonra Hökberg’lerin oturduğu eve doğru sürdü. Martinson’un raporundan, sadece Hökberg’in babasının “kendi işini” yaptığı bilgisine ulaşmıştı. Ne işi olduğunu hiç bilmiyordu. Küçük ön bahçeleri temiz ve derli topluydu. Wallander zili çaldı. Bir süre sonra bir adam kapıyı açtı. Wallander daha önce tanıştıklarını hemen anladı. Bir kere gördüğü yüzü kolay kolay unutmazdı. Ancak adamla nerede ve ne zaman tanıştığını bilmiyordu. Adam da Wallander’i hemen tanımıştı.
“Sensin demek,” dedi. “Polisin kapıyı çalacağını tahmin etmiştim ama senin gelmeni beklemiyordum.”
Wallander’in içeri girmesi için kenara çekildi. Bir yerlerden televizyon sesi duydu. Bu adamla daha önce nerede tanıştıklarını hatırlayamadı.
“Beni tanıdığını sanıyorum?” dedi Hökberg.
“Evet, tanıdım,” dedi Wallander. “Ama tam çıkaramadım.”
“Erik Hökberg desem, bir şey çağrıştırır mı?”
Wallander hafızasını taradı.
“Ve Sten Widén?”
Birden hatırladı. Stjärnsund’da at çiftliği olan Sten Widén. Ve Erik. Üçü operaya çok düşkündü. Sten aralarında en çok operayla ilgili olandı, Erik de onun çocukluk arkadaşıydı ve birlikte plakçaların yanına oturup Verdi’nin operalarını dinlerlerdi.
“Evet, şimdi hatırladım,” dedi Wallander. “Ama o zaman adın Hökberg değildi, değil mi?”
“Karımın soyadını aldım. Çocukken adım Erik Eriksson’du.”
Hökberg iri yarı bir adamdı. Wallander’e uzattığı palto askısı elinde küçücük kalmıştı. Wallander onu zayıf hatırlıyordu ama şimdi dalyan gibiydi. Bu yüzden de bağlantıyı kurmakta zorlanmış olmalıydı.
Wallander paltosunu astı, Hökberg’in arkasından oturma odasına girdi. Odanın ortasında bir televizyon vardı ama kapalıydı. Ses başka bir odadan geliyordu. Oturdular. Wallander söze nasıl başlayacağını düşündü.