Полная версия:
Gülümseyen Adam
Arabasına binip ne yapması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Aslında en çok istediği şey Maria Caddesi’ndeki dairesine gidip perdeleri çekerek yatağa uzanmaktı. Ne var ki polis olarak başka türlü düşünmeliydi.
Saatine baktı, ikiye çeyrek vardı. En geç saat dörtte soruşturma ekibiyle toplantı yapmak için emniyete dönmeliydi. Ne yapacağına karar vermeden önce bir süre düşündü. Arabayı çalıştırdı, Hamn Caddesi’ne döndü, tekrar Österleden otobanına çıkmak için soldan devam etti. Bjäresjö çıkışına gelinceye kadar Malmö yolunu takip etti. Yağmur serpiştiriyordu ama rüzgâr şiddetliydi. Birkaç kilometre sonra ana yoldan ayrıldı ve burasının Niklasson’un Hurdalığı olduğunu belirten paslı bir tabelası olan, çitle çevrili bir alanda durdu. Kapılar açıktı, üst üste yığılmış araba hurdalarının arasından arabasını sürdü. Hayatında kaç kez hurdalığa gittiğini merak etti. Niklasson sık sık çalıntı mal alıp sattığından şüphelenilerek birçok kez bu suçtan dolayı yargılanan birisiydi. Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde bir efsane olarak görülürdü, suçlu olduğuna dair çok kuvvetli deliller olmasına rağmen hiç mahkûm edilmemişti. Her defasında son çare olarak işi çıkmaza sokacak küçük bir İngiliz anahtarı bulurdu ve Niklasson neticede hem ofis hem de evi olarak kullandığı, kaynakla birleştirilmiş iki karavana dönmek üzere özgür kalırdı.
Wallander motoru durdurup arabadan indi. Pis görünümlü bir kedi eski ve paslı bir Peugeot’nun kaputundan Wallander’i izliyordu. Niklasson lastik yığınlarının arkasından çıktı. Koyu renkli bir palto giymiş, uzun saçlarının üzerine kirli bir şapka geçirmişti. Wallander onu hiç başka kılıkta görmemişti.
“Kurt Wallander!” dedi Niklasson sırıtarak. “Nicedir ortalıkta yoktun. Yoksa beni tutuklamaya mı geldin?”
“Sence tutuklamalı mıyım?” dedi Wallander.
Niklasson kahkahayla güldü. “Sadece lafını edebilirsin,” dedi.
“Sende göz atmak istediğim bir araba var,” dedi Wallander. “Avukat Gustaf Torstensson’a ait koyu mavi bir Opel.”
“Ah, evet şu araba… İşte orada,” dedi Niklasson eliyle işaret ederek. “Neden bakmak istiyorsun?”
“Çünkü kaza olduğunda içindeki adam öldü.”
“İnsanlar ahmakça araba kullanıyor,” dedi Niklasson. “Tek şaşırdığım buna rağmen çoğunun hayatta kalması. İşte aradığın araba… Henüz parçalamaya başlamamıştım. Buraya getirdiklerinde ne hâldeyse şimdi de aynı durumda.”
Wallander başını sallayarak onayladı. “Tek başıma halledebilirim.”
“Buna şüphem yok,” dedi Niklasson. “Aklıma gelmişken her zaman nasıl bir his olduğunu merak etmişimdir, yani birisini öldürmenin.”
Wallander’in canı sıkıldı. “Berbat bir his,” dedi. “Sence nasıl olabilir ki?”
Niklasson omuz silkti. “Sadece merak etmiştim.”
Niklasson kendi işini yaparken, Wallander arabanın etrafında iki tur attı. Arabada ancak yüzeysel bir hasar olduğunu görünce şaşırdı. Ne de olsa yol kenarındaki taş setten aşıp en az iki takla atmıştı. Sürücü koltuğuna gözlerini kısarak baktı. Arabanın anahtarları yerde gaz pedalının yanındaydı. Biraz zorlanarak da olsa kapıyı açtı, anahtarı yerden alıp kontağa soktu. Sten tamamen haklıydı. Ne anahtarda ne de kontakta hasar vardı. Kafa yorarak arabanın etrafında bir defa daha gezindi. Sonra arabanın içine zorlukla girip Gustaf Torstensson’un kafasını nereye çarptığını bulmaya çalıştı. İyice aramasına rağmen hiçbir sonuç elde edemedi. Birkaç yerde kurumuş kan olduğunu tahmin ettiği leke olsa da Gustaf Torstensson’un kafasını vurmuş olabileceği bir yer göremedi.
Arabadan zorlanarak çıktı, anahtar hâlâ elindeydi. Nedendir bilmediği bir sebeple bagajı açtı. İçinde birkaç eski gazete ve kırık bir mutfak sandalyesinin parçaları vardı. Tarlada bulduğu sandalye bacağını hatırladı. Gazetelerden birini alıp tarihini kontrol etti. Altı aydan daha eskiydi. Bagajı kapattı.
Birden raporlarda kaydedilmeyen bir şeyi gördüğü kafasına dank etti. Martinson’un raporunda yazanları çok iyi hatırlıyordu. Sürücü kapısı haricindeki tüm kapılar, bagaj da dâhil olmak üzere, kilitliydi.
Hiç kımıldamadan olduğu yerde kaldı.
Kilitli bagajda kırık bir sandalye vardı. Bu sandalyenin bir bacağı ise tarladaki çamurun içine gömülüydü. Adam arabanın içinde ölmüştü.
İlk tepkisi üstünkörü yapılan incelemeye ve derinlikten yoksun sonuçlara varılmasına kızmak oldu. Sonra Sten’in tarladaki sandalye bacağını görmediğini hatırladı, bu nedenle bagajdaki garipliği de fark etmemişti.
Yavaşça yürüyerek arabasına döndü.
Dolayısıyla Sten haklıydı. Babası hayatını bir trafik kazasında kaybetmemişti. Ne olduğunu zihninde canlandıramasa bile o sisli gecede ıssız yolda bir şeyler olduğundan emindi. Orada en azından bir başka kişi daha olmalıydı. Fakat kimdi o?
Niklasson karavanından dışarıya çıktı. “Sana kahve getireyim mi?” dedi.
Wallander kafasını hayır dercesine salladı. “O arabaya dokunma,” dedi Wallander. “Bir daha göz atmak isteyebiliriz.”
“Dikkatli olsan iyi edersin,” dedi Niklasson.
“Neden?” diye sordu Wallander kaşlarını çatarak.
“Neydi adı? Oğlunun? Sten Torstensson muydu? O da buradaydı ve arabaya bakmıştı. Şimdi o da öldü. Hepsi bu. Daha fazla bir şey diyemem.”
Wallander’in aklına bir fikir geldi. “Başka birisi buraya gelip arabayı inceledi mi?” diye sordu.
Niklasson başını iki yana salladı. “Başka gelen olmadı.”
Wallander arabasıyla Ystad’a döndü. Yorgun hissediyordu. Keşfettiği şeyin önemini çözemiyordu. Fakat sonuç olarak Sten’in haklı olduğu şüphesizdi. Trafik kazası tamamen başka bir şeyin kılıfıydı.
Björk toplantı odasının kapısını kapattığında saat dördü yedi geçiyordu. Wallander ânında içerideki havanın isteksiz ve ilgisiz olduğunu hissetti. Arkadaşlarının hiçbirinin soruşturmayı etkileyebilecek kesin, hiç olmadı dikkat çekici bir bilgi veremeyeceklerini tahmin edebiliyordu. Bu, bir polisin günlük hayatından kaçınılmaz olarak çıkarmak isteyeceği anlardan biriydi. Buna rağmen, hiçbir şeyin gerçekleşmediği, herkesin yorulduğu, hatta birbirine muhalif olduğu bu zamanlar, soruşturmayı inşa ederken izlenecek yolun başlangıcını oluşturuyordu. Soruşturmaya devam etmeyi teşvik etmek için birbirimize hiçbir şey bilmediğimizi söyleyebilmeliyiz, diye düşündü.
O sırada kararını verdi. Verdiği kararın görevine geri dönmesine bir mazeret bulma teşebbüsü olup olmadığından asla emin olamazdı. Fakat içerideki atmosfer, soruşturmaya dört elle sarılması için ona ilham vermişti; bu gönülsüz havaya karşı, sessizce ortadan kaybolmasının en doğrusu olduğunu bilmesi gereken işe yaramaz bir enkaz değil de hâlâ bir polis memuru olduğunu gösterebilirdi.
Wallander’in düşünceleri Björk’ün ona doğru umutla bakmasıyla bölündü. Wallander zar zor fark edilen bir şekilde başını iki yana salladı. Henüz söyleyecek bir şeyi yoktu.
“Elimizde ne var?” dedi Björk. “Ne durumdayız?”
“Hâlâ kapıları aşındırıyorum,” dedi Svedberg. “Çevredeki bütün binalara ve her daireye uğradım. Fakat kimse olağan dışı bir şey duymamış ve görmemiş. İşin tuhafı halktan gelen basit bir ihbar bile olmadı. Bütün soruşturma belirsizlik içinde görünüyor.”
Björk, Martinson’a döndü.
“Ben de adamın Regements Caddesi’ndeki dairesindeydim,” dedi Martinson. “Ne aradığımdan bu kadar emin olmadığım bir soruşturma yürüttüğümü hiç sanmıyorum. Kesin olarak söyleyebileceğim şey Sten Torstensson’un kaliteli konyak sevdiği ve çok kıymetli olduğundan kuşkulandığım antika kitaplar topladığı. Ayrıca Linköping’deki teknik ekibe adamın vücudundan çıkan kurşunların bir an önce incelenmesi için baskı yaptım ama bizimle en erken yarın temasa geçebileceklerini söylediler.”
Björk iç çekti ve Höglund’a döndü.
“Ben Sten Torstensson’un özel hayatındaki parçaları birleştirmeye çalışıyorum,” dedi Höglund. “Ailesi ve arkadaşlarıyla görüştüm. Ama bizi daha ileriye götürebilecek bir şey bulamadım. Kendinden çokça bahseden biri değilmiş ve sadece işi için yaşayan biri gibi görünüyor. Yazları sık sık denize açılırmış ama emin olmadığım nedenlerle son zamanlarda bundan da vazgeçmiş. Pek yakını yok. Bir veya iki teyze, birkaç kuzen… Anlayabildiğim kadarıyla münzevi birisi gibi görünüyor.”
Wallander, Höglund konuşurken belli etmeden onu izledi. Biraz hayal gücü zayıf olsa da açık sözlü ve düşünceli bir yanı vardı. Fakat kesin bir hüküm vermek için erken olduğunu düşündü. Onu bir insan olarak henüz tanımıyordu, geleceği alışılmadık derecede parlak bir polis olduğuna dair söylentilerden haberdardı sadece.
Yeni nesil, diye düşündü Wallander. Belki de Höglund neye benzeyeceklerini hep merak ettiğim yeni nesil polis memurlarından biridir.
“Diğer bir deyişle yerimizde sayıyoruz,” dedi Björk beceriksiz bir özetleme çabasıyla. “Genç Torstensson’un silahla vurulduğunu, olayın ne zaman ve nerede gerçekleştiğini biliyoruz. Ama olayın sebebini ve kim tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Ne yazık ki bu vakanın zor ilerleyeceğini kabul etmek zorundayız. Zaman alacağını ve zahmetli olacağını da…”
Kimse bu sözlere herhangi bir yorumda bulunmadı. Wallander pencereden yağmurun yeniden başladığını görebiliyordu.
Artık bir şeyler söyleme zamanının geldiğini hissetti. “Sten Torstensson hakkında ekleyecek hiçbir şeyim yok,” diye konuşmaya başladı. “Bildiğimiz pek bir şey yok. Bu olaya başka bir açıdan yaklaşmalıyız. Babasına ne olduğunu araştırmalıyız.”
Masanın etrafındaki herkes doğrulup dikkat kesildi.
“Gustaf Torstensson trafik kazasında ölmedi,” dedi Wallander. “Aynen oğlu gibi o da öldürüldü. İki olayın birbiriyle ilişkili olduğunu varsaymalıyız. Bunun tatmin edici başka bir açıklaması olamaz.”
Kendisine gözlerini dikerek bakan arkadaşlarına baktı. Karayip Adaları ve Skagen’deki engin kumsal şimdi çok ama çok uzakta kalmıştı. Kabuğunu değiştirdiğinin ve sonsuza dek terk ettiğini sandığı hayatına geri döndüğünün farkındaydı.
“Uzun lafın kısası, söyleyecek tek bir şeyim daha var,” dedi Wallander düşünceli bir hâlde. “Gustaf Torstensson’un öldürüldüğünü ispatlayabilirim.”
Kimse konuşmadı. En sonunda Martinson sessizliği bozdu. “Kim tarafından?”
“Çok büyük bir hata yapan birisi tarafından…” Wallander ayağa kalktı.
Kısa bir süre sonra, Brösarp Tepeleri yakınlarındaki o uğursuz yere konvoy hâlinde giden üç arabadaydılar.
Oraya vardıklarında akşam karanlığı çöküyordu.
4
1 Kasım öğleden sonra, Skåne’li çiftçi Olof Jönsson garip bir an yaşadı. Tarlasında ilkbaharda yapacağı ekimi planlayarak yürürken, ayak bileklerine kadar çamura batmış, yarım daire şeklinde dizilmiş bir grup insanın sanki bir mezara bakarmış gibi dikildiklerini gördü. Arazisini kontrol edeceği zamanlarda her zaman yanına dürbün alırdı. Bazen tarlaları ayıran çalılıklardan birinin kenarında geyik gördüğü olurdu. Dürbünü yanında olduğundan onları net görebiliyordu. Bir tanesini –yüzü aşina geldiğinden– tanıdığını zannetti fakat kim olduğunu çıkaramadı. Sonra dört erkek ve bir kadından oluşan grubun önceki haftalarda arabasında ölen adamın bulunduğu yerde durduklarını fark etti. İşlerine burnunu sokmak istemediğinden dürbününü indirdi. Muhtemelen saygılarını sunmak için adamın öldüğü yeri ziyaret eden akrabalarıydı. Arkasını dönerek oradan uzaklaştı.
Kurt Wallander kaza yerine geldiklerinde sadece bir anlığına her şeyi hayal edip etmediğini sorguladı. Belki de çamurda bulup sonra yere attığı şey sandalye bacağı değildi. Tarlada uzun adımlarla yürürken diğerleri yolda kalıp bekledi. Seslerini duyabiliyor ancak ne dediklerini anlayamıyordu.
Muhakememi yitirdiğimi düşünüyor olmalılar, diye düşündü sandalye bacağını ararken. Ne de olsa eski görevime dönmeye uygun olup olmadığımı sorguluyorlar.
Fakat işte ayaklarının dibinde bir sandalye bacağı vardı. Hızlıca incelediğinde artık emin oldu. Dönüp arkadaşlarına eliyle işaret etti. Birkaç dakika sonra hepsi de çamurun içindeki sandalye bacağının etrafında toplanmışlardı.
“Haklı olabilirsin,” dedi Martinson tereddütle. “Bagajda kırık bir sandalye olduğunu hatırlıyorum. Bu onun parçası olmalı.”
“Yine de çok tuhaf olduğunu düşünüyorum,” dedi Björk. “Nasıl akıl yürüttüğünü bir daha anlatabilir misin, Kurt?”
“Basit,” dedi Wallander. “Martinson’un raporunu okudum. Bagajın kilitli olduğu yazıyordu. Bagajın kaza sırasında esneyerek açılıp sonra kapanması ve kendi kendine kilitlenmesi imkânsız. Eğer öyle olsaydı arabanın arkasının bir yere çarparak hasar görmüş olması gerekirdi, oysa böyle bir hasar yok.”
“Arabayı mı inceledin?” dedi Martinson şaşkınlıkla.
“Soruşturmada size yetişmeye çalışıyorum,” dedi Wallander, sanki Niklasson’un yerine gittiğini söylemekle Martinson’a basit bir kaza soruşturmasını yürütmede güvenmediğini ima etmişti ve bu yüzden de bahaneler üretiyordu. Gerçi aslında bu ima doğruydu ama şimdilik bir önemi yoktu. “Arabasında tek başına olan bir adamın birkaç defa takla atıp tarlada durduktan sonra arabadan çıkıp bagajı açarak, kırık bir sandalye bacağını dışarıya atması, sonra bagajı kapatıp tekrar arabaya binmesi, emniyet kemerini takması ve sonunda kafasına aldığı darbe nedeniyle ölmesi bana mümkün görünmüyor.”
Kimse konuşmadı. Wallander bunu daha önce de pek çok defa görmüştü. Örtü kaldırılır ve ortaya kimsenin görmeyi beklemediği bir şey çıkıverir.
Svedberg paltosunun cebinden plastik bir torba çıkardı ve sandalye bacağını dikkatlice içine koydu.
“Sandalye bacağını buradan beş metre ötede buldum,” dedi Wallander eliyle göstererek. “Yerden aldım ve sonra tekrar fırlattım.”
“Bir delil parçasına karşı garip bir tutum,” dedi Björk.
“Bulduğumda bunun Gustaf Torstensson’un ölümüyle bağlantısını bilmiyordum,” dedi Wallander. “Ve hâlâ sandalye parçasının ne anlama geldiğini bilmiyorum.”
“Eğer seni doğru anladıysam,” dedi Björk, Wallander’in yorumunu görmezden gelerek, “Kırık sandalye bacağı, Torstensson’un kaza yaptığı sırada başka birisinin de orada olduğu anlamına gelir. Ancak yine de onun kesin olarak öldürüldüğü anlamına gelmez. Birisi tesadüfen kaza yapan arabayı bulmuş ve çalmaya değer bir şey var mı diye bagaja bakmış olabilir. Bu durumda, bu kişinin polisle temasa geçmemesi ya da kırık sandalye parçasını bagajdan alıp fırlatması o kadar da mantıksız değil. Ölüleri soyan insanlar yaptıklarını çok nadiren başkalarına duyururlar.”
“Bu doğru,” dedi Wallander.
“Fakat sen bunun bir cinayet olduğunu ispatlayacağını söylemiştin,” dedi Björk.
“İspatlayacağım derken abartıyordum,” dedi Wallander. “Tek demek istediğim, bulduğum sandalye bacağının durumu değiştirebileceğiydi.”
Yola doğru yürümeye başladılar.
“Arabayı bir daha iyice incelememiz lazım,” dedi Martinson. “Adli tıp teknisyenleri kırık bir sandalye gönderdiğimize çok şaşıracaklar, gerçi bu pek bir işe yaramayacak.”
Björk yol kenarında süren tartışmaya son vermek istediğini belli etti. Çünkü yağmur yağmaya devam ediyordu ve rüzgâr daha da şiddetlenmişti.
“Ne yapacağımıza yarın karar verelim,” dedi Björk. “Elimizdeki farklı ipuçlarını araştıracağız. Ne yazık ki çok fazla ipucu yok. Şu an daha fazla ilerleyebileceğimizi zannetmiyorum.”
Arabalarına döndüklerinde Höglund duraksadı. “Seninle gelmemin sakıncası var mı?” diye sordu Wallander’e. “Ystad’da oturuyorum, Martinson’un arabasında çocuk koltukları var ve Björk’ün arabası da balık oltalarıyla dolu.”
Wallander başını sallayarak onayladı. En son onlar ayrıldı. Birkaç kilometre boyunca konuşmadan yol aldılar. Yanında birisinin oturması Wallander’e tuhaf gelmişti. On sekiz ay önce uzun bir sessizliğe hapsolduğundan beri kızı dışında kimseyle doğru dürüst konuşmadığını fark etti.
Sonunda konuşmaya başlayan Höglund oldu. “Bence haklısın,” dedi. “İki ölüm arasında bir bağlantı olmalı.”
“Bu sadece aklımızda bulundurmamız gereken bir ihtimal,” diye karşılık verdi Wallander.
Sol tarafta denizin bir kısmını görebiliyorlardı. Dalgaların üzerinde beyaz köpükler vardı.
“İnsan neden polis olur ki?” diye konuştu Wallander.
“Başkalarını bilmem,” dedi Höglund, “Ama neden polis olduğumu iyi biliyorum. Polis Akademisi’ndeyken herkesin birbirinden farklı hayalleri olduğunu hatırlıyorum.”
“Polislerin hayalleri var mıdır?” dedi Wallander şaşırarak.
Höglund, Wallander’e doğru döndü. “Herkesin vardır, polislerin bile. Senin yok mu?”
Wallander nasıl cevap vereceğini bilemedi fakat Höglund’un sorusu elbette iyi bir soruydu. Hayallerim nereye gitti, diye düşündü. Gençken cesaret veren ya da zamanla sönüp kaybolan hayalleri vardır insanın. Bütün tutkularımdan geriye elimde ne kaldı?
“Polis oldum çünkü rahibe olmak istemiyordum,” diye devam etti Höglund. “Uzun süre Tanrı’ya inandım. Ailem Pentekostal6 Kilisesi’ne mensup. Ama bir gün sabah uyandım ve her şey uçup gitti. Birkaç yılım ne yapacağımı düşünmekle geçti, sonra bir şey karar vermemi sağladı ve polis olmak için kendime söz verdim.”
“Anlatsana,” dedi Wallander. “Neden polis olmak istediğini bilmek istiyorum.”
“Başka zaman,” dedi Höglund. “Şimdi değil.”
Ystad’a yaklaşıyorlardı. Höglund, Wallander’e yaşadığı yere, kasabanın batısındaki deniz manzaralı yeni inşa edilen tuğla evlerden birine nasıl gideceğini tarif etti.
“Bir ailen olup olmadığını bilmiyorum,” dedi Wallander, yapımı tam olarak bitmemiş bir yola dönerlerken.
“İki çocuğum var,” dedi Höglund. “Kocam makine teknisyeni… Bütün dünyada su pompası kurup tamir eder ve çok nadir evde olur. Ama bu evi almamıza yetecek kadar kazanıyor.”
“Güzel bir işe benziyor,” dedi Wallander.
“Kocamın evde olduğu bir akşam seni davet edeceğim. Nasıl bir iş olduğunu ondan dinlersin.”
Wallander, Höglund’un evinin önünde arabayı durdurdu.
“Bence geri döndüğün için herkes sevindi,” dedi Höglund, giderayak.
Wallander o anda bunun doğru olmayıp moralini düzeltmek için yapılan bir girişim olduğunu hissetti fakat yarım ağız da olsa teşekkür etti.
Sonra doğruca Maria Caddesi’ndeki evine gitti, ıslak ceketini sandalyeye asıp kirli ayakkabılarıyla yatağa uzandı. Hemen içi geçti ve rüyasında Skagen’deki kum tepelerinde uyuduğunu gördü.
Bir saat sonra uyandığında önce nerede olduğunu anlayamadı. Sonra ayakkabılarını çıkarıp kahve yapmak için mutfağa gitti. Pencereden sokak lambalarının kuvvetli esen rüzgârda sallanışını görebiliyordu.
Kış kapıda, diye düşündü. Kar, fırtına ve kargaşa. Ve ben yine polisim. Hayat bizi bir o yana, bir bu yana savurup duruyor. Kararını yalnızca kendimizin verebildiği bir şey sahiden var mı hayatta?
Uzun süre kahve fincanına bakarak oturdu. Mutfak çekmecesinden bir not defteri ve kalem getirdiğinde kahvesi soğumuştu.
Artık tekrar polis gibi hareket etmeliyim, dedi kendi kendine. Kendi küçük sorunlarıma üzülmek için değil de olayları araştırıp çözmek ve yaratıcı fikirler bulmak için maaş alıyorum.
Kalemi bırakıp esneyerek gerindiğinde gece yarısı olmuştu. Sonra not defterine yazdığı özeti tekrar inceledi. Ayaklarının altı buruşturulup atılmış kâğıt parçalarıyla doluydu.
Hiçbir bağlantı göremiyorum, diye itiraf etti. Trafik kazası görünümündeki olayla birkaç hafta sonra Sten Torstensson’un ofisinde vurularak öldürülmesi arasında bariz bir ilişki yok. Hatta Sten’in ölümü babasının başına gelen olayların doğrudan bir sonucu olmayabilir. Ama tersi de olabilir.
Yıllar önce Wallander kundakçılık olaylarıyla ilgili soruşturmada çözümsüzlüğe saplandığında, ömrünün son zamanlarında olan Rydberg’in söylediği bir şeyi hatırladı. “Bazen sonuç sebepten önce gelir. Bir polis olarak her zaman sondan başa doğru düşünmeye hazır olmalısın.”
Oturma odasındaki koltuğa uzandı.
Yaşlı bir adam, ekim ayında bir sabah tarlada arabasının içinde ölü bulunur, diye düşündü. Bir müvekkiliyle yaptığı toplantıdan evine dönmektedir. Rutin bir incelemeden sonra olay trafik kazası olarak kayıtlara geçer. Fakat ölen adamın oğlu kazayı sorgulamaya başlar. İki önemli nedenden dolayı: Birincisi babası asla sis varken arabayı hızlı kullanmazdı, ikincisi babasının bir süredir kendisine sakladığı bir sebepten ötürü üzgün ya da kaygılı olmasıydı.
Wallander doğruldu. İçgüdüleri bir bağlantı bulduğunu söylüyordu, daha ziyade bir bağlantısızlık ya da gerçekler ortaya çıkmasın diye hazırlanan düzmece bir bağlantı.
Düşünmeye devam etti. Sten Torstensson, babasının ölümünün basit bir trafik kazası olmadığını kanıtlayamamıştı. Çünkü ne tarladaki sandalye bacağını görmüştü ne de arabanın bagajındaki kırık sandalye hakkında düşünme fırsatı olmuştu. Tam da bu nedenle, hiçbir delil bulamadığından, Wallander’in yardımına ihtiyaç duymuştu. Böylece Wallander’le görüşmek için izini bulma zahmetine girmişti.
Aynı zamanda Sten sahte bir iz bırakmıştı. Finlandiya’dan gelen kartpostal… Beş gün sonra da vurulmuştu. Cinayet olduğundan kimse şüphe edemezdi.
Wallander ipin ucunu kaçırdı. Sezdiğini sandığı şey –diğerini örtmek için oluşturulmuş bir bağlantı– düşüncelerinin arasında kaybolmuştu.
Yorulduğunu hissetti. Bu gece daha fazla ilerleme kaydedemeyecekti. Eğer şüphelerinin gerçek bir temeli varsa tekrar ortaya çıkacaklarını tecrübelerinden biliyordu.
Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadı ve yerdeki tüm kâğıtları topladı. Her şeye yeniden başlamalıyım, diye düşündü. Ama başlangıç neresi? Sten mi yoksa Gustaf Torstensson mu?
Yatak odasına gidip yattı ama çok yorgun olmasına rağmen uyuyamadı. Farkında olmadan, Ann-Britt Höglund’un polis olmaya karar vermesine neyin yol açtığını düşünüyordu.
Saate en son baktığında iki buçuğu gösteriyordu.
Kurt Wallander sabah altı sıralarında uyandı, hâlâ yorgun hissediyordu; ama geç kaldığını sanarak yataktan çıktı. Emniyetin kapısından içeri girdiğinde saat neredeyse yedi buçuktu ve Ebba’yı santralde her zamanki koltuğunda görünce sevindi. Ebba, Wallander’i fark ettiğinde karşılamak istedi. Wallander onun yerinden kalktığını görünce boğazı düğümlendi.
“İnanamıyorum!” dedi Ebba. “Gerçekten döndün mü?”
“Korkarım öyle,” dedi Wallander.
“Sanırım ağlayacağım,” dedi Ebba.
“Sakın ağlama,” dedi Wallander. “Sonra ayrıntılı konuşuruz.”
Wallander aceleyle yoluna devam etti ve koridorda hızla yürüdü. Odasına girdiğinde her yerin tamamen temizlendiğini fark etti. Ayrıca masasında babasını aramasını söyleyen bir not vardı. El yazısının karmaşıklığını dikkate alınca önceki akşam notu yazanın Svedberg olduğunu anladı. Tam telefonu eline almışken fikrini değiştirdi. Hazırladığı özeti cebinden çıkarıp hepsini okudu. İki olayın bağlantısıyla ilgili geçen akşam keşfettiği ama yine de kesinleştiremediği belli belirsiz düşünce hâlâ ortaya çıkmamıştı. Kâğıtları bir kenara koydu. Henüz çok erken, diye düşündü. On sekiz ay sonra geri döndüm ve hiç olmadığı kadar sabırsızım. Kızgın bir hâlde not defterini alıp temiz bir sayfa buldu.
Tekrar en baştan başlaması gerektiği açıktı. Görünen o ki kimse başlangıcın neresi olduğunu kesin bir şekilde söyleyemezdi, bu nedenle soruşturmaya önyargısız yaklaşmak zorunda kalacaklardı. Yarım saatini ne yapılması gerektiğini genel hatlarıyla tasvir etmeye harcadı fakat bu süre boyunca soruşturmaya liderlik etmesi gereken kişinin Martinson olduğu düşüncesi başının etini yedi durdu. Görevine yeniden dönmüş olsa da hemen bütün sorumluluğu üzerine almak istemiyordu.
Telefon çaldı. Cevap vermeden önce tereddüt etti.
“Harika haberler duydum,” dedi Per Åkeson. “Memnun olduğumu söylemeliyim.” Åkeson, Wallander’in yıllardır çok iyi bir ilişki kurduğu savcıydı. Sıklıkla olayların nasıl yorumlanacağı konusunda hararetli tartışmalara girerlerdi, Wallander tutuklama için yeterli dayanağı olduğu hâlde taleplerinden birini reddettiğinde Åkeson’a darılırdı. Yine de hemen hemen çoğu zaman aynı fikirde olurlardı. İkisi de soruşturmaların dikkatsizce yürütülmesine asla tahammül edemezdi.
“Her şeyin biraz tuhaf göründüğünü itiraf etmeliyim,” dedi Wallander.
“Sağlık sorunları nedeniyle erken emekli olacağına dair söylentiler vardı,” dedi Åkeson. “Birileri Björk’e daha fazla yayılmaması için bu söylentilere bir son vermesini söylemeli.”
“Söylentiden ibaret değildi,” dedi Wallander. “Kararımı sonradan değiştirdim.”
“Kararını neden değiştirdiğini sorabilir miyim?”
“Bir şeyler oldu,” diye kaçamak bir yanıt verdi Wallander. Åkeson, Wallander’in daha açık konuşmasını bekliyor gibiydi ama ısrarcı olmadı.
“Her neyse, geri döndüğüne çok sevindim,” dedi Åkeson yeterince bekledikten sonra. “Ayrıca bunu söylerken meslektaşlarım adına da konuşuyorum.”
Wallander kendisi için söylenen ancak inanmakta zorlandığı bunca iyi sözden rahatsız olmaya başladı. Hayatımızı bir ayağımız gül bahçesinde diğeriyse bataklıkta geçiriyoruz, diye düşündü.
“Torstensson soruşturmasının sorumluluğunu devralacağını zannediyorum,” dedi Åkeson. “Belki bugün öğleden sonra bir araya gelip ne durumda olduğumuzu konuşabiliriz.”
“‘Devralma’ konusunu bilmiyorum,” dedi Wallander. “Soruşturmaya dâhil olacağım, olmak istedim. Ama sanırım soruşturmayı diğerlerinden biri yönetecek.”