Читать книгу Bağrı Yanık Ömer (Mahmut Yesari) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Bağrı Yanık Ömer
Bağrı Yanık Ömer
Оценить:
Bağrı Yanık Ömer

4

Полная версия:

Bağrı Yanık Ömer

Bir hafta sonra Emine’nin korkusu gitti, düştüğü kaygının boşuna olduğuna hükmetti, kendine emniyet geldi.

Bakır Efe yorulmuştu; Emine bunda karar kılıyordu. Ömer, sevinç içinde idi, yüreği ferahlanmıştı, yüzü gülmüştü. Kapının tokmağı vurulduğu zaman korku ve telaşla yerinden sıçramıyor, anasına misafir geldiği günler tasaya düşmüyordu. Akşamları karanlık basarken ıssız bağ yollarında boynunu bükerek ağlamıyordu.

Ömer artık gülüyordu, kahkahalar atarak gevrek gevrek gülüyordu. Rengi yerine gelmiş, yanakları, dudakları kızarmış, düşük omuzları doğrulmuş, yaşla kararan nemli gözleri parlamıştı. Kapının çalınmasını beklemiyor, babasını yarı yoldan karşılıyordu. Ömründe en tatlı geçen bu günlerdi… İki kızgın alev arasında yanan yüreğine sular serpilmişti Babasını eskisinden daha çok sevmeye başlamıştı, anasına daha derin bağlanmıştı.

***

Bakır Efe, Emine’nin her hareketini gözden kaçırmıyor, sezdirmeden onun peşini kolluyordu. Emine iyice gemi azıya almıştı. Kasabanın uygunsuz karılarıyla açık açık, kimseden çekinmeden konuşuyor, bağlara gidiyor, çengileri toplayıp dümbelek çaldırıyor, oyun oynatıyordu. Bir yandan seviniyordu.

Ömer’in gözlerinin içi gülüyordu. Rengi uçuk değildi, sünepeliği gitmişti. O zamana kadar Ömer’i doğuştan miskin, cansız, yorgun ruhlu sanmıştı.

Ömer de öbür çocuklar gibiydi. Ömer de sokaklarda, bağlarda, bahçelerde çığlık çığlık koşan, sıçrayan, gülen, bağıran bütün çocuklar gibiydi. Bakır Efe onu kendi kafasına göre yetiştirecek, bir yol Emine’nin elinden kurtarsa dileğini yerine getirecekti. Ömer de babası gibi, kasabanın bir anılır ünlü efesi olacaktı. Bakır Efe, oğlunda bu özü görüyordu. Ömer babasının oğluydu. Umulduğundan daha zorlu, daha yaman çıkacaktı. Bakır Efe’nin, buna imanı vardı.

Emine çalgı çağnak arasında Ömer’i unutmuyordu. Nereye gitse Ömer’i de beraber götürüyor, kucağından bırakmıyordu.

Bakır Efe için bu hâl, en çekilmez bir bela, yenilmez bir ağu idi. Fakat tırnaklarını avcuna batırıyor, öfkesini kalbinde boğuyordu. Köydeki, kasabadaki dedikodulara, mırıltılara göz, kaş oynatışlara, bıyık altından gülüşlere aldırmıyor, bir kaya sertliğiyle kayıtsız, dimdik duruyordu. Buna rağmen gene birçok şey tasarlıyordu. Ömer’i alıp başka bir yere gitmek aklından geçmişti. Fakat gittiği yerde para lazımdı. Tarlalar, ağıllar, bağlar, bahçeler birleştirilmemiş olsaydı varını yoğunu satar, Ömer’le birlikte kasabadan kaçardı. Şimdi ne mallarını satabilir ne de Ömer’i alıp kaçabilirdi. Emine’nin rahmetli babası köyün ağalarındandı. Hâlâ hatırı sayılıyordu. Emine’nin erkek kardeşleri de Bakır Efe’yi rahat bırakmayacaklardı. Köyde, kasabada onların da adamları vardı. Bakır Efe ile boy ölçüşebilirlerdi.

Zaten Emine de bütün bunları bildiği, kuvvetlerine güvendiği içindir ki kocasına kafa tutuyor, burnuna gülüyor, meydan okuyordu…

Bakır Efe, dört yandan kıskıvrak bağlı olduğunu hissediyordu. Malla, para ile Emine’nin erkek kardeşlerinin gönüllerini ederek gözlerini boyayacaktı.

***

Kasabaya inmediği, çarşıya, pazara çıkmadığı, insan arasına karışmadığı için, arkasından edilen alayları görmüyordu.

“Merhaba Efe…”

Bakır Efe, başını ağır bir eda ile çevirdi, kaşlarını hafifçe çatarak “Merhaba Süleyman.” dedi.

Sırtını dayadığı çınarın geniş gölgesine çağırdı:

“Gel otur bakalım… Sen buralarda ne arıyorsun?..”

Sarı Süleyman, elini göğsüne bastırıp selam verdikten sonra dizlerini tutarak çömeldi. Bakır Efe’nin karşısına oturdu, omuzlarını çökerterek hürmetle kamburlaştı. Bakır Efe’nin alnında küçük katmercikler peyda olmuştu. Kuşağının arasından bir tabaka çıkardı. Süleyman’ın önüne attı:

“Sar bir cığara… Ne âlemdesin?”

Sarı Süleyman, Bakır Efe’nin tabakasını alırken boynunu büktü:

“Hep bildiğin gibi ağa… Kasabaya da indiğin yok… Bozpınar Çiftliği’ne gittin sandıktı…”

Bakır Efe, Süleyman’ın söz söylemesinden hemen anlamıştı.

Sarı Süleyman bilhassa araya sora bulmuştu. Bundan da mutlak bir maksadı olmalıydı. Yoksa o boşuna yorulmaz, bir fesat kokusu almadan kendini sıkıya koymazdı. Sarı Süleyman yutkunuyor, eğilip bükülüyordu.

Bakır Efe, Sarı Süleyman’ın kıvranışına sinirleniyor fakat hiç renk vermiyor, onun açılmasını bekliyordu:

“Sen pek bu taraflara düşmezdin, ne oldu böyle? Hangi dağda kurt öldü?”

Sarı Süleyman, belli belirsiz kekeledi:

“Topalların Hasan dayı, camızlarını satılığa çıkarmış, emmim de almayı kurmuş. Bu sabah ‘Süleyman…’ dedi. ‘Var bir yol camızları gör… Ne eder?’ dedi. Hasan dayının ağılına vardım, birini gözüm tutmadı. Senin bağın önünden geçerken uşaklardan birine sordum, buralarda dedi. Nasıl iyisin ya ağa?..”

Sarı Süleyman yalan söylüyordu. Bakır Efe, bu yalanı onun göz bebeklerinde okuyordu.

“Çok şükür, iyiyim…”

“İyi gördüm ya… İçerim ferahladı… Hasta filan olma da…”

Bakır Efe, cevap vermiyor, dudaklarında renksiz, iğreti bir gülüşle durgun durgun bakıyordu.

“Hacı Salih tutturmuş, gezdiği, dolaştığı yerde ‘Bakır Efe, rahatsız olmalı, çarşıya dükkânlara uğradığı yok.’ dedi. ‘Haydi bunak, sen de ağzını hayır aç…’ dedim. Doğrusu ilk günler içime inanmak gelmiyordu…”

Sarı Süleyman’ın, boğazına tükürük kaçmış gibi yutkunması Bakır Efe’ye şüpheli görünmüştü.

“Taştan değilim ya… Sen niye inanmıyordun…”

Süleyman durakladı, diliyle dudaklarını ıslattı:

“Niye susuyorsun?”

“Hiç… Sanki… Hanya… Sağlık, hastalık hepimiz için… Şayet rahatsız olacak olsan konağın hâlinden de belli olmaz mı?”

Bakır Efe, vücudunun her taratma ince ince iğne uçları batırılmış gibi titredi, ürperdi. Sarı çıyan zehrini akıtmaya başlıyordu. Bu başlangıcın sonunu Emine’ye bağlayacaktı. Bakır Efe, daha bunu işitmeden kalbiyle seziyordu. Sarı Süleyman, Efe’den korktuğu, çekindiği için açıkça söyleyemezdi. Ama o şekilde anlatacak, o tarzda söyleyecekti ki Bakır Efe’yi kahretmeye kâfi hatta belki de fazla gelecekti. Tok bir sesle sordu:

“Bir adam hastalanırsa evinin neresinden belli olur?”

Bunu Sarı Süleyman’a cesaret vermek için şaka eder gibi alay yollu sormuştu. Sarı Süleyman, inik kirpikleri arasından Efe’yi süzdü, tarttı.

“Elbette ağa… Hastası olan evde şenlik olur mu?”

“Demek bizim ev şenlik içinde?”

“Allah ağzının tadını bozmasın…”

Bakır Efe, Sarı Süleyman’a gözlerini dikti:

“Bizim evde ne gördün, ne duydun? Onu söyle…”

Sarı Süleyman’ın bağa kadar taban tepip Efe’yi araması, Emine’nin her günkü densizliklerinden birini gammazlamak için olmadığı, olmayacağı muhakkaktı. Bakır Efe, ciğerini okumak ister gibi Süleyman’a tekrar baktı ve bir an düşündü. Sarı Süleyman yalancı, düzenbaz bir adam fakat her ne ahlakta olursa olsun gene kendi adamlarındandı. Emine ile Emine’nin kardeşleriyle amansız bir kavgaya tutuşacağı bir zamanda Süleyman gibi ikiyüzlü bir silahı atmak, körletmek budalalıktı. Sarı Süleyman icabında bin türlü işe koşturulabilirdi. Bakır Efe tekrar etti:

“Bizim evde ne gördün, ne duydun? Her şeyi olduğu gibi söyleyeceksin, anlıyor musun, olduğu gibi… Hem yalnız onu da değil… Köyde, kasabada ne duyuyorsan, ne biliyorsan, hepsini birer birer söyleyeceksin…”

Efe’nin sesinde tatlı bir sertlik, emreden bir hâkimiyet vardı. Sarı Süleyman durdu, esmer kuru yanaklarına soluk bir pembelik çökmüştü.

“Hiç çekinmeden söyle… Doğruyu söylersen yok, yok… Tavladaki atlarımdan en iyisini, en güzelini seç, al, senin olsun… Sana bir ev de bağışlarım… Eğer yalanını tutacak olursam vay hâline! Elimden kurtulamazsın!”

Sarı Süleyman, Efe’nin şakası olmadığını biliyordu. Onun ağzından söz bir kere çıkardı. Lakin işittiklerini, bildiklerini, gördüklerini, onu kızdırmadan nasıl söyleyecekti?..

“Haydi, seni dinliyorum…”

Sarı Süleyman’ın yanaklarındaki soluk pembelik sararmıştı:

“Ağa, eğer bir hilaf4 diyorsam bir tek kızımın ölüsünü öpeyim!”

Bakır Efe, tiksinmiş gibi yüzünü buruşturdu fazla devam etmemesi için eliyle durdurdu:

“Sen yalan söylersin, söylemezsin, bunda çocuğun günahı ne? Çocuk üzerine ant verilmez, yemin edilmez… Şimdi anlat…”

Sarı Süleyman korkak korkak anlattı:

“İki gün evveldi, çarşı boyunda Çengi Raziye’ye rastlamıştım, telaşlı telaşlı gidiyordu. ‘Nereye?’ dedim. ‘Bakır Efe’nin konağına.’ dedi.”

Bakır Efe ayağa kalkıvermişti. Sol elini kalçasına dayadı, sağ eliyle bıyıklarını kavradı:

“Çengi Raziye’yi mi? Yanında başkaları var mıydı?”

“Civcik Zehra ile Bozpınarlı Naile vardı.”

Hem söylüyor hem toparlanıp ayağa kalkıyordu. Bakır Efe, gözlerini kırpıştırıyor, bıyıklarını çiğniyordu. Yenmeye uğraştığı bir gayzla homurdandı:

“Çengi Raziye’nin yanında Civcik Zehra ile Bozpınarlı Naile vardı öyle mi? Sen gözlerinle gördün mü?”

“Gördüm ağa…”

“Bizim eve girdiklerini de gördün mü?”

Sarı Süleyman bir an düşündü.

Bakır Efe, elini uzattı, Süleyman’ın omzuna koydu:

“Buraya kendi ayağınla geldin. Elbet bunda bir güttüğün iş var. Şimdi elim yakanda… Söyleyindi bakalım, o karılar için mi Raziye’nin peşi sıra gittin de bizim eve girdiklerini gördün, yoksa bizim evi gözetlemek için mi? Benden hiç korkma… Eğer bana hizmetin geçer, yardımın dokunursa bu işte kârlı çıkarsın.”

Sarı Süleyman, kasabada öyle şeyler duymuştu, herkesin ağzında öyle rivayetler dolaşıyordu ki birini söylemek Bakır Efe’yi kudurtmaya yeter de artardı bile… Hafifleterek söylemek lazımdı:

“Vallahi ağa, Raziye’nin sözüne inanamadım… Hele Bozpınarlı Naile’nin senin kapından içeri girebileceğini hiç aklım kesmedi…”

Bakır Efe, omuzlarını oynatarak diş gıcırdatır gibi güldü. Bu, bir gülüşten ziyade birikmiş kinlerin zehrini saçan bir ıslıktı:

“Bozpınarlı Naile neden benim kapımdan içeri giremiyormuş? Onu çiftlikte kapadığımı da biliyorsun demek?”

Sarı Süleyman başını eğmişti:

“Biliyorum ağa…”

“Sen biliyorsan başkaları da biliyordur. Senin ağzında bakla ıslanmaz. Daha kimler biliyor?”

Süleyman kafasını kaldırdı:

“Başka bilen yok ağa…”

Bakır Efe, ona dikkatle baktı:

“Sen nasıl biliyorsun?”

“Naile’nin küçük kardeşini tanırım da ondan…”

Efe, elini Süleyman’ın omzundan çekti, karşısında durdu, göz göze bakıştılar.

“Süleyman, bugün beni aramaya çıktığını da bilen var mı?”

Sarı Süleyman bir korku titremesiyle silkindi. Bakır Efe, elleri cebinde sağa sola sallanarak ince ince gülüyordu:

“Süleyman, ne demek istediğimi anlıyorsun ya?.. Hasan dayının camız masalını yutmadım. Sen bugün buraya beni bulmak için geldin. Çengi Raziye’nin, Bozpınarlı Naile’nin hikâyesi de eski… Yeni bir şey var… Onu söyle…”

Sesi dost, duruşu dost, bakışı, dosttu. Ellerini ceplerinden çıkardı, Süleyman’ı omuz başlarından kavradı:

“Madem Naile’yi kimseye söylemedin ne derlerse desinler, sen iyi adamsın Süleyman… Gel seninle anlaşalım…”

Sarı Süleyman, Efe’nin teklifini kabul ettiğini gösterir bir tavırla boynunu büktü. Bakır Efe daha dost, daha açık yürekli davrandı:

“Anlaştık değil mi?”

“Ağa, bilirim benden hoşlanmazsın ama ben seni sayarım. Rahmetli büyük ağanın az mı iyiliğini gördüm? Adımı kötüye çıkaranların hepsinin benden kuyruk acıları vardır. Sana bir iki yol, konağa filan geldi, filan gitti diye söyledimdi. Kötülüğümden değildi ağa… Kasabada denenleri bir duysan kan tepene çıkar… Tozu dumana katarsın. Bugün seni aradım, burada bulamayaydım Bozpınar Çiftliği’ne gidecektim…”

“Peki, önce neden yalana dolana saptın?”

“Çekindim de ağa…”

Bakır Efe, kollarını yanına sarkıttı, topuğunu yere vurdu:

“Yok Süleyman, çekinmedin, beni bu işlere bile bile göz yumuyor sanıyordun, kızdırmaya korktun… Öyle biliyorum, gelgelelim zamanını bekliyorum… Bugün ne var?”

Sarı Süleyman etrafına bakındı, sesini kıstı:

“Dün Sabah Naile senin konağa girdi, kuşlukta çıktı… Ama yalnız değil…”

“Bizim kadın da beraber mi?”

Süleyman “evet” diye başını salladı.

Bakır Efe’nin alnının damarları şişmiş, yüzü morarmıştı:

“Bozpınarlı Naile ile ha? Nereye gittiklerini de biliyorsun?”

“Çamlıdere’ye…”

Bakır Efe fazla sormadı, çevresini düzeltti:

“Süleyman bugün buraya geldiğini, beni gördüğünü kimse bilmemeli, kimseye açmayacaksın…”

“Şart olsun, kimse bilmeyecek.”

“Yarın gel, tavladan beğendiğin atı seç… Gönlün çekerse Arap kısrağını, doru tayı al…”

Sarı Süleyman, sessiz sessiz güldü:

“Allah göynüne göre versin ağa, senden bir şeycik istemem.”

“Neden ülen?”

“Bana kısrak, tay bağışlıyorsun. Ben kısrağı, tayı ne edeyim?”

“Ne istiyorsun?”

“Sağlığını…”

Bakır Efe, Sarı Süleyman’a hayretle, inanmaya inanmaya bakıyordu:

“Neye be Süleyman?..”

“Kısrak, tay nedir ki… Daha ben sana borcumu ödemedim.”

“Ne borcu?”

“Sen bana canımı bağışlamıştın.”

“Ben mi? Ne zaman bu?”

“Dört yıl evvel Sarıbel’de Muratların kızını dağa kaçırmışlardı.”

“Ha… Zeynep’i…”

“Sen gelip kurtarmıştın… O gece aklında mı? Zeynep’i dağa kaldıranları çil yavrusu gibi dağıtmıştın… Silaha davrananları kırıp geçirmiş, amana gelenlerin canını bağışlamıştın…”

“Sen de mi onların aracında idin be Süleyman?”

Süleyman cevap vermedi, eğildi, Bakır Efe’nin iki elini öptü…

3

Sarı Süleyman’dan şüphe etmekle Bakır Efe çok şeyler kaybettiğini şimdi anlıyordu. Fakat ilerisi için ümidi vardı. Emine’ye karşı açacağı davada Sarı Süleyman’ın çok hizmetleri dokunacaktı. Bakır Efe’nin, dolaba, fırıldağa aklı ermezdi. Yapmak istese bile yapamazdı.

Sarı Süleyman’dan ayrıldıktan sonra Efe düşüne düşüne evinin yolunu tutmuştu. Emine’nin bu kadar azıtacağına hiç ihtimal vermemişti.

Lakin bu azışta Bozpınarlı Naile’nin de parmağı olacaktı. Emine, Bozpınarlı kıvrağı bilmezdi, hem nereden tanıyacaktı. Naile, Emine’nin Çengi Raziye’yi eve çağırdığını duymuş, bir kulpunu bulup çatmıştı. Bakır Efe, buna emindi. Naile’nin öç almak sevdasında olduğunu biliyordu.

Bakır Efe’den öç almayı hatırına getirmek bile güç affedilir bir suçtu. Şimdi sıra Efe’nindi. Yalnız, Ömer’i kurtarmalıydı…

Ömer, dış avluda, kendi kendine oynuyordu. Babasının ayak sesini duyunca sıçradı, kollarını açarak koştu. Bakır Efe, oğlunu bir top gibi yakaladı, yüzünü yüzüne yaklaştırdı, öptü, kokladı, bağrında sıktı. Ömer babasının katı demir kolları arasında, etlerinin, kemiklerinin üzülmesine, acımasına rağmen keyif içinde gülüyor, yavru kuşlar gibi şakıyordu.

Bakır Efe, Ömer kucağında, arka bahçedeki ıhlamurun altına oturdu:

“Ömer ne yaptın bugün?”

Ömer akıllı akıllı baş salladı:

“Kuşlukta uyudum… Sonra bahçede oynadım Efe… Sen neredeydin ki?.. Sabahtan çıktın görünmedin gari… Özledim seni…”

Bakır Efe, oğluna yan yan bakıyordu. Ömer’in bakışları, sözleri hiç de beş yaşında bir çocuk bakışı, sözü değildi. Babasıyla anası arasındaki geçimsizlik sanki onu daha beşikte iken kendi yaşında çocukların bilmeyecekleri, bilmeleri lazım gelmeyen şeyleri öğretmişti. Hayat acıları insanları nasıl terbiye ederse anasının densizlikleri, babasının huysuzlukları da Ömer’in manevi yaşını umulmayacak kadar artırmıştı. Bir yandan anasını korumak, bir yandan babasının suyunca gitmek kolay mıydı?

Ömer, bunları bilmiyordu fakat bilmeden yapıyordu. Yaşının hakkı, oyun icat etmek, eğlence çıkarmak için işleyecek dimağı, anasını susturmak, babasını yatıştırmakla, çareler aramakla uğraşıyordu. Ömer’in kafası, sinirleri çocuk kalmak, yaşının çocuğu olmak fırsatını, huzurunu, selametini bulmamıştı. Ömer çocuktu fakat bilgisi, görgüsü, yaşındaki çocukların bildiklerinin, gördüklerinin aksi, zıddı idi. Vakalar onun küçücük dimağını yoğura yoğura ibresini bozmuştu. Neleri söylerse kavga çıktığını, çıkacağını, neleri söylerse günün durgun geçtiğini, geçeceğini, içinden kendi farkında olmadan seziyordu. Babasından yemiş, oyuncak istemiyor, anasını hırpalamaması için yalvarıyordu. Anasına naz etmiyor, aksilik etmemesi için yalvarıyor, yaltaklanıyordu…

Bakır Efe, Ömer’i dizlerinde oynatırken sordu:

“Anan nerede?”

“Aş damında olacak…”

“Bugün bir yere çıkmadı mı?”

“Komşugillere gittiydi.”

“Acap kime?”

Ömer yumuk eliyle babasının kıllı, iri elini tuttu, okşadı.

“Bilmem…”

Bakır Efe, civar komşuları birer birer aklından geçirdi; Emine’nin Fakı Hasanlara gitmiş olmasını, öbürlerinden daha kuvvetli buldu. Bozpınarlı Naileler, Çengi Raziyeler, Civcik Zehraların yanında Fakı komşunun kızı zemzemle yıkanmış gibi idi. İçin için gülüyordu. Emine’nin Ayşe ile arkadaşlığına tahammül edemezken başına neler gelmiş, neler geliyor ve neler de gelecekti?

Hayır, artık bitmişti, bu yaprağı kapamalıydı…

Bu yaprak kapanacaktı. Bakır Efe, Ömer’i alır, Bozpınar Çiftliği’ne çekilirdi.

Emine, karışanı, görüşeni olmadan, varsın bildiği gibi, bıkıncıya kadar oynasın…

“Ömer, beni sever misin?”

Ömer, koyu lacivert gözlerini babasına dikti, dargın dargın baktı, bir şey söylemedi, kumral saçlı başını Bakır Efe’nin göğsüne dayadı, üşüyormuş gibi sokuldu.

“Ömer, ananı mı çok seversin, beni mi?”

Ömer cevap vermedi, kollarını babasının boynuna doladı.

“Babasının biricik oğlu… Ömer’im de benim Ömer’im!..”

Baba oğul, sarmaş dolaş salıncak beşikte imişler gibi sallana sallana koklaşıyorlardı.

Emine, gün geçtikçe yeni huylar kapıyordu. Bakır Efe’nin ihmalini, kayıtsızlığını görüyor ve bütün kerameti kendinde buluyordu.

Kocası, yıllarca çekişmiş, sonunda usanç getirmişti. Hâlbuki Emine, gerilememiş, ayak diremiş, yıkılmaz, sırtı yere gelmez koca Efe’yi yere sermişti. Bakır Efe’nin susmasını, Emine kendi şirretliğinden yılgınlığa, dilinin, şerrinden bezginliğe hamlediyor ve bu yılgınlığın, bezginliğin epiy zamandır sürmesini bozgun sanıyordu. Kocası ses çıkarmadığı için kardeşleri de ağız açmıyorlardı. Zaten Bakır Efe ile Emine’nin kardeşlerinin arası bozuktu. Emine bu vaziyetten istifade ediyor, zevk sürüyordu. İlerisi için de korkusu yoktu. Bakır Efe, huysuzlanmaya başlarsa “Nikâhım helal, canım azat!.. Çöz ayağının bağını!” diye dayatacaktı.

Bakır Efe’den ayrılırsa Ömer’den ayrılmayacaktı. Yedisine kadar Ömer onundu. Önünde iki sene vardı, iki sene içinde de neler olmazdı…

Bakır Efe’nin durgunluğu, Emine’yi yavaş yavaş sinirlendiriyordu. Evvelce kocasından korkardı. Bu korku kalkar kalkmaz Efe, gözünden büsbütün düşmüş, küçülmüştü.

Evet… Emine’nin gözünde Bakır Efe artık eski Efe değildi; onu, miskin, hor, hakir görüyordu.

Emine, kocasını çıldırtacak, kanlı, katil edecek şeyler yaşıyordu. Hem bunları günlerce düşüne taşına, kafa yorarak, araya bularak yapıyordu.

Bakır Efe, sanki taş kesilmişti… Görmüyor, aldırış etmiyordu.

Acaba sağır mı, kör mü, budala mı olmuştu?..

Fakat Ömer’in en küçük hareketini görüyor, en hafif mışıltısını duyuyordu. Evinde bulunduğu zamanlar çocuklaşıyor, Ömer’le koşmaca oynuyor, kolan vuruyordu.

Efe’nin hâli, Emine’ye merak vermeye başlamıştı. Bakır Efe, tamamıyla kapıp koyvermişti. Kasabadaki dükkânların aylıklarını almıyor, davaları umur etmiyor, tarlada rençperler bildikleri gibi har vurup harman savuruyorlardı. Bütün işleri yüzüstü bırakmıştı. Bunun sonu ne olacaktı?..

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Mühip: Heybetli. (e.n.)

2

Firaklı: Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen. (e.n.)

3

Esbap: Sebepler. (e.n.)

4

Hilaf: Yalan. (e.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner