
Полная версия:
Özbek Hikâye ve Kıssaları
– Annem bu gün için saklamıştı, dedi ve ikisinin omuzlarına koydu.
Yaşlı kadın iki gün bu vaziyette yattı. Sonra kendine gelir gibi oldu. Dili dönmeye başladı. İşin doğrusu, onun ömrü sona ermişti. Bu müjdeli haber onun tükenen ömrüne ömür katmıştı. Bu hal, mumun sönmeden önceki son parlamasına benziyordu.
– Kardeşlerini çağır. Vasiyetimi açıklayacağım. Sen korkma kızım. Bu can dedikleri Allah’ın tenimizdeki emaneti. Ölüm hak. Ondan kaçmak, kurtulmak mümkün değil. “Üf” dedi mi çıkıp gider.
Yaşlı kadının çocukları geldiler. Kumru, annesinin arkasına yastık koyuverdi. Yaşlı kadın, sıralanıp oturan evlatlarına, torunlarına bakarken memnuniyetle:
– Allah’a şükür, tabutumun yanında gidecek, yolcu edecek kişiler çokmuş. Dinleyin evlatlarım. Abdumalik! Bundan sonra bunlara babanın yerine sen babalık yapacaksın. Kumru, kızım! Bundan sonra ben yerimi sana bırakıyorum. Abdunabi’nin düğününü bu avluda yapın. Ölümümün üzerinden bir yıl geçmesini beklemeyin, düğünü yapın. Böyle yaparsanız ruhum şad olur. Abdunabi gelinle birlikte Kumru’nun yanında kalsın. Bu ev onların. Anamız mezarında rahat yatsın derseniz Kumru’yu asla yalnız bırakmayın.
Yaşlı kadının dudakları kurudu. Kumru, fincandaki suya pamuk batırıp ağzına damlattı.
– Acelem var yavrularım. Beni babanızın yanına götürecekler. Şimdi bu diyeceklerimi dinleyin. Cenaze giderlerinin hepsini hazırladım. Bir yılım doluncaya kadarki merasimlerde yetecek kadar parayı Kumru’ya verdim. Kızım, kulağımdaki altın küpelerle mesh ayakkabılarımı yıkayıcıya ver.
O, bundan sonraki sözünü söylemeye çekiniyordu anlaşılan. Gülümsedi:
– Cenazeme gelen kadınlara çirkin görünmeyeyim. Kaşlarıma rastık…
Yaşlı kadın gülümseyerek, içindeki buz erimeden, kolayca can verdi…
Avluya kalabalık toplandı. Ona “Hacı Anne” diyerek cenaze namazını kıldılar. Tabutu götürürken mezarlığa gelmesi hoş olmaz diyerek Karagöz’ü komşunun bir odasına hapsettiler…
Yaşlı kadının kırkından sonra avluda insan ayağı seyreldi. Sahibi gidip bereketi kaçan avluda Kumru ve Karagöz boyunları bükük kaldılar.
Bir gün Karagöz’ün kirpiklerinde yaş gören Kumru’nun yüreği yandı. Karagöz’e katılıp O da ağladı. Yavaşça elini uzatıp onun başını okşadı. Eskiden bu köpeği hiç sevmezdi. Kaç kere maşayla dövmüştü. Ayaklarının altında dolaştığında tekmelemişti. Karagöz de onu pek sevmezdi. İşte şimdi iki üzgün canlı birbirine bakıp damla damla gözyaşı döküyorlardı. Karagöz artık geceleri başıboş dolaşmaz olmuştu. Her gün sabahleyin ortalık aydınlanmadan, yaşlı kadının sabah namazı kıldığı vakitte uyanıyordu.
Yaşlı kadının çocuklarından ikisi Taşkent’te, birisi Çırçık’ta, ikisi de Kibray’da yaşıyordu. Karagöz, sabahleyin tan yeri ağardıktan güneşin batışına kadar hepsinin evlerine uğrardı. Yaşlı kadını bulamayınca yorgun argın dönüp gelirdi.
Bugün de sabahın seherinde Karagöz dışarı çıktı. Rüzgâr gibi Çırçık tarafına doğru yol aldı. Kimyagerler sitesinde yaşlı kadının küçük kızı oturuyordu. Oğlu teyp delisiydi. Herkesin sesini kasete kaydederdi. O yıl ilkbaharda ninesinin sesini de habersiz kaydetmişti. O sırada yaşlı kadın bahçede, sofra kurdukları yerde oturmuş; kimbilir nerelerde başıboş dolaşan Karagöz’e tembih veriyordu.
Karagöz, Kimyagerler sitesinin en uzak kenarındaki apartmana geldiğinde yaşlı kadının torunu cam kavanozla süt almış, geliyordu. Karagöz ona kuyruk sallayıp yaltaklandı. Arkasına takılıp üçüncü kata çıktı. Eve girmeden geri döndü. Biraz sonra yaşlı kadının sesi işitildi. Karagöz’ün kulakları dikildi. İki ay önce kaybettiği kıymetli insanın sesini duyup ağlar gibi ulumaya başladı. Fırlayıp üçüncü kata çıktı. Kapıyı tırmalayıp havladı. Tekrar aşağı indi. Balkonlu odaya bakarak havladı, havladı…
Teypten yaşlı kadının sesi geliyordu: “Karagöz’üm, nerelerde serserilik yapıyorsun. Hiç evde oturduğun var mı? Yok mu? Karnın da acıkmıştır. Deli! Beni dinle, neden kimseye zararı olmayan güvercinleri kovalıyorsun?”
Karagöz havlıyor, yeri eşeleyip arkasına toprak atıyordu. Bu bahçede akşam düğün olmuştu. Sarhoş gençler müzik sesini iyice açıp kimseyi uyutmamışlardı. Uykuya kanmayan insanları sabahleyin havlayan köpeğin bu hali rahatsız ediciydi. “Bu kudurmuş köpek nerden çıktı, onu kovmak lazım” diye düşünüyorlardı. Karagöz, insanları canından bezdirip sürekli uluyor; bir o yana bir bu yana koşup havlıyor da havlıyordu.
Birinci katın balkonlu odasının balkonunda çarşaf örtünüp oturan bir hasta:
– Başıboş köpekleri yakalayan ekipleri çağırmak lazım, dedi.
Üçüncü kattan birisi sinirli sinirli bağırdı:
– Kudurmuş bu, çocukları ısırmasın. Onu vurup öldürmek lazım. Hey, kimin tüfeği var?
Yaşlı kadının sesi hala işitiliyordu. Karagöz de havlamayı bırakmıyordu. O sırada dördüncü kattan birisi ateş etti. Karagöz yalpalayarak yan tarafına devrildi. Arka ayağını bir iki kere sallayıp sesini kesti.
Teyp kaseti hala devam ediyordu:
“Karagöz, geberme! Mecnun gibi yine nerelere gidiyorsun? Sevdiklerinin yanına mı? Gelini ne zaman bize göstereceksin? Leyla’nı bir kere alıp gel de görelim…”
Karagöz, yaşlı kadının sesinin geldiği balkonlu odadan tarafa yüzünü çevirmiş, cansız yatıyordu.
Ocak, 1999MİRMUHSİN
Özbek yazar ve şairi Mirmuhsin 3 Mayıs 1921 de Taşkent’te doğdu. Yüksek öğrenimini bitirince eğitimci ve gazeteci olarak çeşitli görevlerde bulundu.
İkinci dünya savaşından sonra yazdığı manzum ve mensur eserlerde; Özbek halkının savaş boyunca gösterdiği gayreti ve çektiği çileleri anlattı. Roman, hikâye, kıssa, çocuk şiirleri gibi birçok dalda eserler verdi.
Geride birçok eser bırakarak 2005 yılında Taşkent’te vefat etti.
Ana Kabrine Çiçek
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü…
Pencerelerdeki perdeler oldukça geniş. Gösterişli odaya serilen kırmızı halılardaki güneş yavaş yavaş ilerleyip karyoladaki kuş tüyü yastığa kadar geldi. Yumuşacık yatağa uzanıp yatan, mışıl mışıl uyuyan dört yaşındaki Erkin, her zaman böyle güneş yüzüne vurmadan uyanmazdı.
Ama bugün tan yeri ağarmadan korkuyla uyandı. Anneciğinin yattığı yanındaki karyolaya heyecanla elini uzattı. Annesi yerinde yoktu… Sürünerek gidip annesini kucaklamak istedi. Bulamadı. Karyola boştu. Erkin’in küçücük yüreği ürperdi. Sıkıntı bastı. Evet, anneciği yoktu… O ölmüştü!
Erkin şaşkın şaşkın o yana bu yana bakındı. Aşağıda, yorganın üstüne ninesi uzanmış, uyuyordu. Sessizce atlas yorgana, bomboş karyolaya gözlerini dikti. Annesi bu karyolada, ayaklarını aşağı uzatarak oturup dizlerine aldığı Erkin’i bağrına basardı. Tekrar tekrar öperdi. Erkin, onun boynundaki altın zincirle oynar, yüzünü annesinin bağrına basar, garip sesler çıkarır, maskaralıklar yapardı. Anneciğini daha şimdiden özlemişti. Ne yapacaktı? Anneciğini görmese olmazdı. Boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tekrar somurttu. Yine ağlamaya başlayıp elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendini bu dünyada yapayalnız hissetti.
Şimdi kendini annesinin bağrına atma, onun dizlerine başını, yüzünü sürüp oynama isteği duyuyordu. Ama annesi nerde? Nereye gitti? Ne zaman geri döner? Kendisini bu kadar özletmeseydi… Annesi hasta olup, bu karyolada yattığında onun başını okşarken söyledikleri birden aklına geldi: “Erkinciğim, beni özlediğinde mezarıma çiçek bırak. Ben de seni görmek isterim. Ben de seni özlerim… Mezarıma çiçek koyduğunda seni görmüş gibi olurum… Büyüyüp kocaman bir delikanlı olacak, evleneceksin elbette. Evlendiğinde hanımınla gel. Ben hanımını da görmeyi çok isterim. Anladın mı?” Erkin o zaman başını sallayıp anladığını bildirmişti.
Neden onun annesi öldü? Ölmese ne yapardı şimdi? Nasıl hasta olan biri ölüp gidiyor? Başkaları da hasta oluyor ya… Neden annesi böyle oldu? Bu doğru değil… O çok iyi bir anneydi. Kimseyle kavga etmemişti. Kimseyi üzmemişti. Bu kadar iyi olan anneciği neden ölürdü. Erkin, bu olanları anlayamıyordu. Anneciği olmadan bu dünyada yaşamasının ne gereği vardı? Erkin çok üzgündü. Onun küçücük yüreği viran olmuş, dert dolu dünyası kararmıştı.
Karyolada tek başına hareketsiz oturan küçük Erkin ağlamak istiyordu. O yine de kendini tuttu. Annesi öyle her şeye zır zır ağlayan çocukları sevmezdi. O şimdi anneciğinin bağrına atılıp sevilmeyi özlüyordu. Ama nerde o annesi? Süslü karyola ve halılar, duvardaki süslü lambalar, kristal avizeler gözüne çok kötü görünüyordu. Onun canı hiçbir şey görmek istemiyordu. Ona hiçbir şey gerekmiyordu. Ona yalnız annesi gerekliydi.
Küçük Erkin başını eğip karyolada sessizce oturuyordu. Duvarda annesinin babasıyla birlikte çektirdiği fotoğrafa baktı. Ona bu resim de gerekli değildi. Ona anneciği gerek… Erkin elinde olmadan derin derin iç çekti. Her taraf sessiz, pencerelerde karanlık…
Henüz yirmi yedi yaşına girmemiş olan Rânâ, –adına yakışır bir güzelliğe sahip bir genç kadındı– ağır bir hastalığa yakalanıp ameliyat olmuştu. Bu adı batası derdin vücudunda nasıl ortaya çıktığını kendisi de fark etmemişti.
Sancılardan sonra ikinci kez ameliyat masasına yattı. Bütün bunlar üç dört ay içinde oldu. Sonunda o, evinde yatmak istediğini söyledi. Doktorlar da bunu uygun gördüler. Sonraki günlerde ona yalnız ağrı kesici iğneler yapıldı. O, gün boyu kaderine razı olmuş durumda karyolasında yatıyordu. Bazı günlerde yastığının altındaki küçük defterine bir şeyler yazardı. O kadar güzel bir kadın olan Rânâ, zayıflayıp solmuştu. O göğüs, o bel nerde… Atlas örtü üstünde pırıl pırıl parlayan, gören gözleri adeta yakan tavırlar nerde kalmıştı? Beline inen uzun saçları, badem gözleri, gülen dudakları, kanat açmış kırlangıç gibi kaşlar nerede kaldı? O, sallanan karyolasında yatıyordu. Ne kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olsa da güzelliğin gelip geçici olduğunu ancak anlamıştı. Ufak bir diş ağrısında doktor üstüne doktor çağırtan Rânâ, şimdi amansız bir hastalığın kollarında kaderine razı olmuş, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Onun bu ruh halini fark eden kocası, anne babaları, yanına geldiklerinde âhlarını, pişmanlıklarını belli etmeseler de dışarıda için için üzülüp ağlaşırlardı. Bu kadar güzel kızları ölüp gidiverecek miydi? “İmdat!” diye bağırmak gelirdi içlerinden. Rânâ’nın ölüm karşısındaki cesareti yetmiş seksen yaşına girenleri bile düşündürüyordu. Yoksa insan ölümün kucağına düşüp kurtulmak için çaresi kalmayınca böyle kahraman olup çıkar mıydı? Bu herkes için geçerli miydi?
İçki içenlerin değil, sigara tüttürenlerin değil, yiyecek yemek bulamayanların değil, üstüne başına giyecek bir şeyi olmayanların değil; hiç bir eksiği olmayan, tertemiz bir ortamda yaşayan Rânâ’nın böbrek hastalığı denen bu devasız derde düşmesine herkes şaşırıyordu. Bu nasıl hastalıktı. Doktorların söylediği her zararlı şeyden Rânâ kaçardı. O büyük hekimler gibi düşünen sağlıklı bir insandı. Kadere bakın ki bu hastalık şu gülü yakalmış, güz yaprakları gibi soldurmuştu.
Dışarıda tan yeri ağarmış, yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Erkin, bu sırada ayvanda yürürken ocakta süt pişirip gelen annesi birdenbire karşısına çıkıvermiş gibi durakladı. Annesinin “Erkinim, canım oğlum. Otur. Şu sütü iç!” diye sesi kulağına çalınır gibi oldu. O şaşırıp bakakaldı. Herkes uyuyordu, yalnız o uyanıktı. Şimdi görünür gibi olan annesini bekledi. Lakin annesi mutfakta da, avluda da, ayvanda da yoktu. Sonra merdivenin basamaklarından inip çiçek bahçesine indi. Avlunun ortasındaki çiçeklerin en güzellerinden iki tanesini kopardı. Sokak kapısına doğru yürüdü. Onun çıktığını kimse fark edememişti. Farkında olmadan, bir ayağına ayakkabısını, diğerine terliklerinden birini giymişti. Annesinin her zaman giydirdiği takım elbisesinin gömleğini giymişti. Yaka düğmelerini de iliklemediğinin farkında değildi. Doppısını da arayıp vakit kaybetmek istememişti. Bu kıyafetiyle iki çiçeği eline alıp annesinin yanına doğru yola çıktı. Ne kıyafetinin, ne ayakkabılarının farkındaydı. Yüzünü bile yıkamamıştı. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Yalnız anneciğini görmek istiyordu. Başka bir şeye gerek yoktu.
Erkin, sessiz sokaktan ana caddeye çıktı. Asfalt kaplanmış kaldırımda yürümeye başladı. Elinde iki çiçek, annesine gidiyordu. O gün, kocaman bir arabayla annesini götürdüklerinde bu caddelerden geçmiş; tramvay ve troleybüslerin geçtiği ana caddelerden gitmişlerdi. O sanki bu yolların hepsini biliyormuş gibi sabahın köründe asfalt yolun kenarından yürüyordu. Ana caddeye çıkıncaya kadar onu kimse görmedi. Yalnız köşedeki kavakların altında iki yavru köpeğin koştuğunu gördü. Onların dostu olduğunu biliyordu. Ana caddede süpürgesini omuzlayıp giden adamı da gördü. Bu adamı tanımadı. Ondan sonra hızla bir araba geçti. Tramvay da geçti. Erkin bir süre onlara baktıktan sonra yoluna devam etti. Yorulduğu halde buna aldırış etmeden ilerlemeye çalışıyordu. Bir ayağında terlik olduğundan hızlı gitmekte zorlanıyordu. Terliği bazen ayağından düşüyordu. Aslında ayakkabı ve terliğin ikisini de çıkarsa olacaktı.
Tramvay yolundan karşıya geçti. Büyük bir bahçeyle su dolu bir havuzun yanına geldiğinde ortalık aydınlanmaya, kaldırımlardaki insanlar çoğalmaya başlamıştı. Arabalar da vızır vızır geçmeye başladı. Elinde çiçekle gömleğinin yakası düğmelenmemiş, başı açık çocuğu görenler şaşkın şaşkın bakıp gülerek geçiyorlardı. Elinde çantasıyla güçlükle yürüyen bir kadın bir an durup gözleriyle Erkin’i takip etti. Sonra omuzlarını oynatıp yoluna devam etti… Erkin, büyük köprüyü geçerken arkasından gelen ve elinde dosya olan gözlüklü bir adam yanına yaklaşıp sordu:
– Oğlum, ne tarafa gidiyorsun?
Erkin adama önem vermez gibi baktı, sesini çıkarmadı.
– Kimin oğlusun?
–Babamın.
– Niye senin yanında kimse yok?
Erkin sesini çıkarmadı. Adam da “bu çocuk şuradaki apartmanlardan çıkmış olsa gerek” diye düşündü. Hızla yürüyüp gitti. Epey uzaklaştığında çiçek kesen yaşlı adama Erkin’i gösterdi. Bir şeyler söyleyip gitti. Yaka bağır açık, cılız ihtiyar yanına yaklaştığında Erkin’e sordu:
–Hey çocuk! Nereye gidiyorsun?
Erkin’in canı ona da cevap vermek istemedi. Ne işi vardı? Tramvay yolunda da değildi. Eğer tramvayların veya arabaların yolunda yürümüş olsa da seslenseler olurdu. O başı dimdik, elindeki iki çiçeği sımsıkı tutarak yürüyüp gitti.
– Ey çocuk! Buraya gel! Sana çiçek vereceğim.
– Bana çiçek gerekmez, dedi Erkin büyükler gibi. Elindeki çiçekleri ihtiyara gösterdi.
– Benim çiçeklerim daha iyi. Şunu da al, öyle git.
Erkin kenara çekilip durup düşündü. Yaşlı adamın çiçekleri daha iyiyse onu da alması gerekiyordu. Anneciğine en güzel çiçeklerden götürmesi gerekirdi. Erkin, geri dönüp yaşlı bahçıvanın yanına geldi.
– Al evladım.
Yaşlı adam Erkin’e gerçekten dört tane güzel “başkan” gülü verdi. İkisi kırmızı, ikisi beyazdı. Yaşlı adam Erkin’i tepeden tırnağa süzüp tekrar sordu:
– Sabah bu kadar erken saatte nereye gidiyorsun yavrucuğum?
– Anneciğimin yanına.
– Anneciğin nerede?
– Öldü…
– Demek öyle…
Yaşlı adam dua edip ellerini yüzüne sürdü. Bu çocuğun annesini aradığını, özlediğini, ne yapacağını bilmez halde yola düştüğünü anladı. “Acaba biraz delişmen mi?” diye de aklından geçirdi. Onun özlem ateşiyle yanıp tutuştuğunu hissetti. Şu kadarcık çocuğun kendini kaybedip yollara düştüğünü nasıl hiç kimsesi fark etmemişti…
– Oğlum, orası uzakta… Şimdi evine dön. Yarın babanla birlikte gidersin.
Erkin başını iki yana salladı.
– Yolunuzu kaybedersiniz evladım, diye yaşlı adam ona “siz” diyerek saygıyla konuşmaya başladı.
– Anneciğimin yanına gideceğim!
– Hayır, geri dönün!
Yaşlı adamın kendini yakalamasından korkan ve kuş gibi uçmaya hazırlanan Erkin, birden koşmaya başladı ve kalabalığın arasına karıştı, yoluna devam etti. Kalabalığın arasında kimse bir ayağına ayakkabı, bir ayağına terlik giymiş ufaklığı fark edemedi. Büyük havuzun ve fıskiyeden göğe doğru fırlayan suların yanına geldi. Meydandaki güvercinler bir an ilgisini çekti. Onlara bakarken aklına yine anneciği geldi. Çiçeklerini eline alıp kalabalığa karıştı. Annesinin sesini işitir gibi oldu. O yana, bu yana bakınıp yola devam etti. Bir süre sonra yol kenarındaki dükkânların vitrinlerindeki süt şişeleri dikkatini çekti. Süt içme isteği hissederek yutkundu. Markete girip gözlerini süt ve peynir satan beyaz önlüklü, şişmanca, o yana bu yana hızla yürümeye çalışan kadına dikti. Kadın hiç boş durmuyor; kasa fişi getirenlere süt, peynir ve kefir veriyordu. Şişmanca kadının da gözü Erkin’e takıldı. “Annesiyle gelip burada kaybolan bir çocuk… “diye düşündü.
– Hey çocuk! Burda ne yapıyorsun?
Erkin cevap vermedi. Gözünü süt şişeleri ve peynirden ayıramıyordu. Satıcı kadın dağınık giyimli, tir tir titreyen tombul çocuğu tepeden tırnağa inceledi:
– Annenle mi geldin, babanla mı? Onları mı kaybettin?
Erkin başını iki yana sallayarak:
– Ne yapacaksın?
Satıcı kadın, beyaz çöreğin üstüne iki dilim peynir koyarak Erkin’e uzattı. Yarım bardak da süt verdi. Erkin bardağı alıp sütü içiti ve çörekle peyniri yiye yiye gitti. Çok memnun halde, beyaz önlüklü kadına glümseyerek marketten çıktı. Ağzında çöreği çiğneye çiğneye yoluna devam etti. Yine bir köprüden, tramvay ve troleybüslerin geçtiği bir kavşaktan geçerek geniş asfalt bir yolda yürümeye başladı.
Karnı doymuştu ama ayakları yorgunluktan birbirine dolaşmaya başladı. Kaldırım kenarındaki banklardan birine oturup biraz dinlenmek istedi. Oturup arkasına yaslandı. Ana caddeden vızır vızır geçen arabaları, kaldırımda yürüyen insanları seyretti.
Bir süre sonra başı bir tarafa eğildi. Uyuyup kaldı. O çok yorgundu. Arabaların gürültüsünü işitmiyor, elindeki çiçekleri sıkıca tutmuş, uyuyordu. Biraz sonra evindeki yatağında yatar gibi ayaklarını uzatıp banka uzandı. Yolcular elinde çiçeklerle yatıp uyuyan çocuğa bakıyor, kimi gülümsüyor, kimi de üzülüyordu. “Belki zavallı çocuk yorgunluktan güçsüz kalmıştır.” “Güçsüz kalsa böyle mışıl mışıl uyumazdı.” Yakınlarda bulunan palabıyık polis memuru da çocuğun yattığı bankın yanına gelip baktı. Çocuğu uyandırmaya kıyamadı. Bankın bir ucuna oturdu. Ondan gözünü ayırmıyor, onu korumak için bekler gibi oturuyordu. Bir ekskavatörün yerleri titreterek geçişi Erkin’i uyandırdı.
Erkin, gözlerini açtığında başucunda polisin durduğunu gördü. Utanarak başını kaldırdı.
– Evet, oğlum. Yolunu mu şaşırdın? Kimin oğlusun?
Erkin, ne cevap vereceğini bilemeyip sessizce duruyordu.
– Evine götüreyim mi? Evin ne tarafta?
– Şu tarafta, dedi Erkin ana caddenin diğer tarafını işaret ederek.
– Yürü, seni götüreyim.
– Hayır! Ben anneciğimin yanına gideceğim.
– Annen nerede?
– Öldü.
Polis memuru, düşünceli gözlerle çocuğa baktı. Çocuğun annesini özleyip evinden çıktığını anladı. “Şimdi ne yapmak gerek?” diye düşünürken dudağını ısırdı. Erkine dedi ki:
– Haydi, gidelim. Ben de o tarafa gidiyordum. Seni de götüreyim. Benim de senin kadar oğlum var.
Beş dakika kadar yürüdüler. Polis müdürlüğüne geldiler.
Erkin buradan da kuyruğunu kıstırıp kaçmak istedi ama beceremedi. Onu nöbetçi polisin yanındaki sandalyeye oturttular. Yarım saat ancak geçmişti ki babası arabayı kapıda bırakıp hızla içeri girdi. Oğlunu görünce kollarını açıp onu kucakladı. Gözleri yaşla dolmuştu.
– Oğlum benim, dedi.
Erkin de ağlamaklı bakışlarla acele edelim der gibi:
– Babacığım. Anneciğimin yanına gidelim.
– Olur oğlum. Gideriz, dedi ve oğlunu tekrar tekrar kucakladıktan sonra biraz da utanarak polislere döndü:
– Sabah erken saatlerde havaalanına misafir karşılamaya gitmiştim. Babaannesiyle kalmıştı. Yakın zamanda başımızdan talihsiz işler geçti… Özür dilerim, diyerek çıktı.
Arabalarıyla eve geldiler. Evde telaştan dokuz doğuran babaanneyi sakinleştirdiler. Baba, Erkin’e de biraz teselli verdi. Biraz sonra annesinin yanına götüreceğini söyledi.
Erkin, babasının sözünü dinledi. Annesinin yanına gitmek üzere yeniden hazırlık yaptı. Elini, yüzünü yıkadı. Yeni kıyafetlerini, ayakkabılarını giydi. Karnını doyurdu. Kapıda duran arabaya herkesten önce bindi. Onun yaptıklarını dikkatle takip eden babasının gözleri yaşardı. “Küçücük bir çocuk için annenin ölümünden ağır büyük talihsizlik yok” diye kendi kendine söylendi.
Bir saat sonra avludaki çiçeklerden yeniden çiçek kesip kocaman bir buket yaptılar. Araba mezarlığa doğru yol aldı.
Henüz mermer mezartaşı konulmamış, etrafı parmaklıkla çevrilmemiş, üzerine atılan toprağı kazmayla düzeltilmiş olan yeni bir mezarın yanına vardılar. Baba, oğul başlarını eğdiler. Çiçekleri mezarın üstüne koydular.
Erkin babasının yanındaki mezara bakıp duruyordu. Hani, onun annesi nerdeydi? Onu atlas entarileriyle toprağa nasıl gömmüşlerdi? O sağlığında mantosunun eteğine azıcık toprak değse bile üşenmez, fırçayla temizlerdi. Onun güzel yüzü, altın küpeleri, bembeyaz nazik elleri şu toprağın altında nasıl yatardı? Erkin bunları düşünerek sessizce duruyordu.
Babasına sordu:
– Annem yanımıza çıkmayacak mı?
– Hayır oğlum.
Babası oğlunu avutmak için de olsa yalan söylemedi. Baba ile oğlu mezarlıktan çıkıp eve döndüler.
Ertesi gün o üşütmekten mi nedendir, ateşli bir hastalığa yakalandı. Başucuna gelen babasına, babaannesine ve başkalarına “anneciğim” diye ellerini uzatmaya çalışıyordu. Ateşler içinde yanarken ellerinde çiçeklerle anneciğini arıyordu.
Erkin’in annesinin özlemiyle kendini kaybetmesi Hümayun ve ailesini derinden etkiledi. Büyükbabası, babaannesi ve halaları Erkin’in etrafında fırıl fırıl dönüyorlardı. Hanımının ölümünden sonra “yedisi”ni yapan Hümayun, işine döndü. Eskiden selamlaşıp konuştuğu kadınlarla da fazla konuşmuyordu. İçinden onlara dönüp bakmak bile gelmiyordu. Onun gözlerinin önünde her zaman anneciğini kaybedip hep üzgün gezen Erkin duruyordu. Bu küçücük çocuğun derdi, dünyasının kararması, her şeyini kaybetmiş gibi görünüşü onun yüreğini ezim ezim eziyordu.
Erkin ne babasının, ne de babaannesinin sözlerine aldırış etmezdi. Ona gerekli olan yalnız anneciğiydi. Annesini bulup getirsinlerdi. Nerdeydi onun annesi? Onun annesini nasıl toprağa gömüp gelmişlerdi? Annesi nasıl onu bağrına basmazdı?
O, Hümayun’un gözüne annesiz yaşayamaz gibi görünüyordu.
Avukat Faruk Dostmuhammed ailesi yaslıydı. Bir küçük can bütün aileyi etkilemişti.
…
Aradan üç yıl geçti. Erkin okula başladı. Lakin Hümayun evlenmemişti. Onun gözlerinin önünde hep o Rânâ’sı vardı…
Toprak soğuktur. İnsan ölünce sevenlerinin yüreğinde onun sevgisi de yavaş yavaş soğur derler. Bu doğru değildi. Hümayun’un yüreğinde Rânâ’nın sevgisi her zaman yaşardı. O, Rânâ’yı sevmiş, uzun zaman peşinde dolaşmıştı. Severek almıştı. Onu gören hiç kimse, başka birini Rânâ kadar seveceğine ihtimal veremezdi. Başka hiç kimse duygularını öyle harekete geçiremezdi.
Hümayun, üç yıl sonra Anakız’ı ilk kez gördü. Yüreği “cız” etti. Karşısında sanki Rânâ duruyordu. Bir yönü Rânâ’ya benziyordu. Acaba sesi mi benziyordu? Hümayun onunla evlendi.
SAİDA ZÜNNUNOVA
1926 Yılında Andican’da doğdu. Babasını erken kaybeden Saide, Andican Öğretmen Enstitüsünde okudu. Öğretmenlik yaptı. Gazetelerin yazı işlerinde çalıştı.
İlk şiiri 1935 yılında bir gazetede basıldı. Bundan sonra şiirleri sık sık yayınlanmaya başladı.
Taşkent Devlet Darülfünunu (şimdiki Özbekistan Milli üniversitesi) Filoloji Fakültesini bitirdi. Çeşitli gazete, dergi ve yayınevlerinde editör ve Özbekistan Yazarlar Birliğinde danışman olarak görev yaptı. Kızınız Yazdı, Yeni Şiirler, Güller Vadisi, Can Kızlar, Bir Yılın Düşündürdükleri gibi şiir kitapları yayımlandı.
Şiirde olduğu gibi düzyazı eserlerinde de başarılı oldu. Çok sayıda kitabı yayımlandı.
Yazar Said Ahmed’le evliydi. Sosyalist rejimlerin her muhalif sesi susturmak için yaptığı iş Said Ahmed’in de başına geldi ve Said Ahmed “halk düşmanı” ilan edilerek hapse atıldığında Saide Zünnunova’da ağır baskılar altında kaldı. Bu dönemde eşyalarını satarak aldığı bir yazı makinesiyle yazarların el yazısıyla yazdığı yazıları düzeltip yayına hazır hale getirmek suretiyle kendini ve kimsesiz kalan kaynanasını geçindirdi. Haksız yere cezalandırılan eşine yardımcı oldu.
1977 Yılında geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra hayatını kaybetti.
İki Ateş Arasında
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir ÜnlüDüğün telaşı başladığından beri Vezire’nin huzuru kalmadı. Gözlerini yumup birazcık uyumadan geceleri gündüzlere bağlıyordu. Hayallere dalıyor, dalıp gidiyordu. İşte bugün de aynı ahvalde sabahladı. Sabahın serin havası bedenini ürpertti. Güz başlıyordu. Ağaçlardaki yaprakların renkleri solmaya başlamıştı. Gökyüzü o kadar sakin ve maviydi ki insanın bağrına giriveresi gelirdi. Vezire, sessizce iç çekip süpürgeyi eline aldı. Sararan yapraklar dökülmeye başlamıştı.
Odadan çalar saatin sesi geldi. Biraz sonra okula gitmek için hazırlık yapan kardeşlerinin şamatası işitildi. Annesi, onlara bir şeyler tembihleyip evden dışarı çıktı. Bahçedeki musluğun önünde elini, yüzünü yıkayan kızına dikkatle baktı.