Читать книгу Ordusunu Arayan Kumandan (Lütfü Şehsuvaroğlu) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Ordusunu Arayan Kumandan
Ordusunu Arayan Kumandan
Оценить:
Ordusunu Arayan Kumandan

5

Полная версия:

Ordusunu Arayan Kumandan

Bazı isimler “Ağaç”la şöhreti yakalamışlardır. Kaliteli, düzgün baskılı; devrine göre estetik seviyesi yüksek olan dergide on yedinci sayıda, Necip Fazıl’ın kaleminden, ekonomik sıkıntılar yüzünden tatil edileceği anonsu yer almaktadır. “Ağaç”ın Ankara’da çıktığı devirlerde Necip Fazıl kimilerinin “müsrif” diyeceği oranda çok para harcamakta; arkadaşları arasında “prens” diye anılmaktadır. Ankara’da “geçinemeyen” dergi, İstanbul’a taşınır; daha sonra yayını tatil etmesinden sonra Necip Fazıl’ın İstanbul’daki gazete yazarlığına dönüşü başlar. “Büyük Doğu”, ana rahminde yani Üstad’ın kafasında doğum sancıları çektirmektedir.

Büyük Doğu

“Büyük Doğu”, Necip Fazıl’ın çıkardığı ve tamamı 328 sayıyı bulan ve yayımlanma periyodu çoğu zaman aksamalar gösteren bir dergi olmanın yanında; şairin ve hareket önderinin ideolocya kurgusunun geniş coğrafyasıdır ve aynı zamanda çok da fazla kurumsal olmayan bir derneğin, mahfilin adıdır. Son zamanlarda sadece bir yayınevi olarak Babıali’de iki göz bir odanın adıdır. “Büyük Doğu Külliyatı” Necip Fazıl’ın eserlerinin tamamı olmakla birlikte, derginin bütün nüshalarının bir araya getirilmesine de verilen isimdir. Elinde “Büyük Doğu Külliyatı” bulunan insanlar bir servete sahiptir denilse yeridir. Üstad’ın çıkardığı dergilerin bir zamanlar kimi kuşaklardan insanların elinde bulunması bir ayrıcalıktı.



1970’li yılların ikinci yarısında İstanbul’a gidip Üstad’ın olduğu zamanlar “Büyük Doğu”ya, olmadığı zamanlar Erenköy’deki evine ziyarette bulunmak hayatımızın en kıymetli mütemmimlerinden biriydi.

Ahmet Kabaklı Hoca’ya (Tercüman) uğrayıp ya oradan ya da Türk Edebiyatı Vakfına geçip Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yanından önce Erol Güngör aranır, ardından Cemil Meriç ve sonra Necip Fazıl. Önce Edebiyat Fakültesine Erol Hoca’nın yanına gidilir, sonra Göztepe’de Cemil Meriç’in evinde kitap ve yazı okumaları, ardından Erenköy’de köşke ya da bahçe içindeki eve gidilir. Ve gece S. Ahmet Arvasi’nin (daha doğrusu kızının) evinde uzun değerlendirmeler, geç vakitlere kadar yapılan sohbetler, İstanbul’a yaptığımız aylık, neredeyse mutad ziyaretlerin billurdan damıtmalarıydı.

Bir gün, “Büyük Doğu”da Üstad, büyük gençlik buluşması hazırlıkları ve planları üzerine çalıştıktan; kâğıt üzerinde teşkilat şemaları bile çizdikten sonra ben sohbetimizin bereketini derleyip yanından ayrılmaya hazırlanırken; oğlu Mehmed Bey’i yanına çağırdı ve bana bir “Büyük Doğu” külliyatı vermesini söyledi. Mehmed Kısakürek de sonradan hak verdiğim itirazını seslendirmeye kalkınca azar işitti ve talimat net ve keskin bir ifadeyle tekrarlandı. Üstad’ın odasından çıkıp da Mehmed Bey’e “Kusura bakma, benim yüzünden azar işittin.” dediğimde; Üstad’ın lütufkârlığının çok daha büyük bir anlam taşıdığını anladım. Zira sadece iki takım “Büyük Doğu” serisi bulunuyordu ve birini rahmetli Profesör Ayhan Songar o kadar ısrar etmesine rağmen alamamıştı. Gençlikle köprübaşı bir genç olmanın gururuyla İstanbul teşkilatına uğramış ve Ankara’ya, dergimize matbaa malzemesi ve dizgi ünitesi (Topbaş IBM’den başka bir şey değildi.) götüreceğimden emaneti orada paketletip İstanbul şube başkanının güvenilir ellerine teslim ettim. Şu anki düşüncem dizgi makinesini bırakıp “Büyük Doğu”yu yüklenmek olsa da o zaman çıkaracağımız yeni dergi için (“Genç Arkadaş”, “Hasret” veya “Nizam-ı Âlem”) makine çok daha aciliyet kesbettiğinden, çaresiz, şube başkanına güvenmek zorunda kaldık.



Bir gazeteci, bir yayıncı hatta bir medya operatörü olarak Necip Fazıl, “Haber” ve “Son Telgraf” gazetelerinde köşe yazarlığı yapmış, fıkralar yazmıştır. Çeşitli memuriyetlerinin arasında verdiği fasılalarda ise geçimini yine yazarak temin etmiştir. 1936 yılında “Ağaç” dergisini çıkaran Üstad, 1943’ten itibaren de “Büyük Doğu” dergisini yayımlamaya başlar. İlk dönemin sayı adedi otuzdur. Bu ilk dönemde “Ağaç” dergisindeki kadro korunduğu gibi, yeni yazarlar da yazı ailesine katılır. Mayıs 1944’e kadar süren bu ilk yayın döneminde diğer dergilerden çok farklı bir yayıncılık göze batmaz. Fakat yine de ruhçu nazariyeden izler taşıyan yazılar vardır ve “Allah’a İnanıyor musunuz?” soru başlığını taşıyan bir anket yayımlanması o dönem için dikkate değer bir çıkıştır. Derginin ikinci yayın dönemi Kasım 1945’te başlar. Bu dönem, 1948 yılına kadar devam eder. Bu dönemde muhalefet sesleri yükselmeye başlamış, tek parti döneminin siyasi tahakkümü çatırdamaya yüz tutmuştur. Milli Kalkınma Partisi kurulmuş, ardından Demokrat Parti’nin kuruluşu için kollar sıvanmıştır.

Tek parti döneminin sona ermeye başlaması, dinî hayat üzerindeki baskıların da hafifleyeceğine işaretti. Dinî yayımlar ihtiva eden bazı dergiler yayın hayatına girmiş, “Büyük Doğu”da da benzer muhtevada yazılar artmıştır. Bu türden yazılardan bağımsız olarak, Necip Fazıl’ın bizzat kaleme aldığı ve hadislere, evliya menkıbelerine değinen “Halkadan Pırıltılar” gibi başlıklar altındaki yazılar, “Büyük Doğu”nun ilk sayılarından itibaren çizgisini ortaya koymasına rağmen, Üstad’ın yayıncılığının esprisi olarak magazin sayfalarının da süslediği dergi, toplumsal taleplerle örtüşüyordu.

İkinci döneminde seksen yedi sayı çıkan dergide kapaktan magazin sayfalarına kadar Üstad’ın üslubunu, müdahalesini, çizgisini fark etmek mümkündür.

Hüseyin Cahit Yalçın, Nizamettin Nazif, Şükrü Baban, Burhan Belge, Peyami Safa gibi gazeteci ve yazarların da yazar kadrosunda olduğu “Büyük Doğu”da, fen bilimlerinden tarihe, siyasetten felsefeye, sanattan sosyal politikaya hemen her sahada yazılara yer verilmiştir. Bu seride, Murat Özdilek, Reşad Ekrem Koçu, Sami Karayel, Kazım Duru, Mukbil Özyörük, Şeref Laç gibi isimlere de rastlamak mümkündür.

Atsız’ın da Türkçülük olaylarıyla ilgili makalelerinin yer aldığı “Büyük Doğu” dergilerinde Peyami Safa’nın “Türk Düşüncesi” isimli dergisi de tanıtılmakta, okunması tavsiye edilmektedir.

Necip Fazıl’ın oturum başkanlığını yaptığı ve her açıdan tam bir inisiyatifle yönlendirdiği “Edebiyat Mahkemeleri” de derginin en ilginç ve kamuoyunu etkileyen sayfalarından olmuştur. Burada Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Mehmed Akif ve Nurullah Ataç muhakeme edilmiş, oturuma katılan yazarlarca -ki bunların arasında Oktay Akbal da vardır- tenkit edilmiş; elbette ki nihai kararı hep Üstad vermiştir.



“Büyük Doğu”da hikâyeleri yayımlanan yazarlar ise şunlardır: Sait Faik, Fahri Erdinç, Zahir Güvemli, Faik Baysal, Oktay Akbal, Bedri Rahmi, Fahri Celal, Naim Tirali, Ziya Osman Saba, Samiha Ayverdi, Necip Fazıl.

Şiirleri yayımlanan şairler ise şunlardır: Salah Birsel, Celal Sılay, Özdemir Asaf, Ferda Güley, Rıza Beşer.

“Büyük Doğu”nun amatör sayfalarında şiirleri yazılmış ve sonradan meşhur olan şairler ise şunlar: Bekir Sıdkı Erdoğan, Mustafa Şerif Onaran, Recep Bilginer, Şükran Güngör, Halim Uğurlu, İsmail Gerçeksöz, Sadettin Çulcu, Ümit Yaşar Oğuzcan, İbrahim Minnetoğlu, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Mehmet Önder.

“Büyük Doğu”nun bu döneminde Necip Fazıl ile birlikte hareket eden ve dergisinin yazı kadrosunda yer alan kimi yazarlar daha sonra ondan ayrılmışlar ve hatta karşı tarafa geçerek ona cephe almışlardır. Bunların başında da Oktay Akbal gelir. Oktay Akbal uzun yıllar boyunca “Büyük Doğu”da olmuştur ve Üstad’ın en yakınındaki kişidir. “Büyük Doğu” ve Necip Fazıl’ın sonradan değiştiğini; bütün gençlerin eskiden onun yanında yer aldığını ama onun sonradan “Süper Mürşit” olduğunu bu yüzden onu terk ettiklerini ileri süren Oktay Akbal; “Büyük Doğu”da “Halkadan Pırıltılar”, “Çöle İnen Nur”, “İdeolocya Örgüsü”, “Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimiz’den”, “Dininizi Öğreniniz” gibi köşelerin bulunduğu dergilerde de yazmış ve o dönemde Üstad’ın yanında çalışmıştı. Her ne kadar “Büyük Doğu”nun 1943 nüshalarının dinî karakterde bir dergi olmadığı ortada ise de “Allah’a İnanıyor musunuz?” gibi anketlere başvuran derginin ne yanda yer aldığı açıktır ve bu dergileri çıkaran kadroda Oktay Akbal da vardır. Necip Fazıl Sempozyumu’nda24 konuşan Prof. Dr. Orhan Okay, Oktay Akbal ve benzerlerinin “Büyük Doğu”da yazdığı dönemleri biyografilerinde gizlemeye çalıştıklarının altını çizerek şöyle diyordu:

“Bunlar arasında dikkate şayan bir örneği burada zikretmek istiyorum. Oktay Akbal, 1943 ‘Büyük Doğu’larından itibaren hikâyeleri ve kronikleriyle Necip Fazıl’ın etrafındaki gençlerdendir. Necip Fazıl, çok sonraları kaleme alacağı hatıralarından ‘Babıali’de ondan, ‘Doğru dürüst tek cümlesi bile olmayan ve her hikâyesi âdeta yeniden yazılan Oktay Akbal.’ diye bahseder. Onun gerek 1943 gerek bu dönem ‘Büyük Doğu’larında hayli hikâyesi vardır. İlk hikâye kitabı olan ‘Önce Ekmekler Bozuldu’daki hikâyelerinin pek çoğu, ‘Aşksız İnsanlar’dakilerin bir kısmı, ‘Garipler Sokağı’ romanının da bir bölümü bu dergide çıkar. Necip Fazıl’ın ölümünden sonra ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yazdığı köşe yazısında bu hatıraları anlatır. 1940’tan beri diğer gençlerle neredeyse sabah akşam onunla beraber olduklarını söyler. O yazıda Necip Fazıl ve ‘Büyük Doğu’ hakkında hayli doğru hükümler, kanaatler, intibalar vardır. Ancak şu da var ki ‘Büyük Doğu’nun İslamcı, medeniyete ters düşen, gerici sıfatlarından kendisini sıyırmak için birtakım manevralar çevirir. 1945 güz aylarında dergi sahibi Necip Fazıl’la Şair Necip Fazıl’ın çok başka insanlar olduğunu anlamışlar ve kendisiyle ilgiyi kesmişlerdir. Hâlbuki deminden beri bu devre ‘Büyük Doğu’larını sizlere anlatıyorum. Bu devre 1945/1948 ‘Büyük Doğu’larıdır ve Oktay Akbal bu dönemde 1947 Mayıs’ına kadar yazmıştır. Yine o yazısında ‘Bizleri de etkilemeye çalıştı ama başaramadı.’ diyor. Şimdi bu ‘Büyük Doğu’larda Oktay Akbal’ın kroniklerinden birkaç cümle okuyacağım: Derginin değişik sayılarında genellikle Batı’dan sanat haberlerini kısa yorumlarla veren Akbal, bunlardan Pitigrili adlı, o yıllarda immoralist romanlarıyla meşhur bir yazar hakkında şu hükmü verir: ‘Bu ruh ve ahlak bozguncusu.’ Başka bir yazısında da Ahmet Adnan Saygun’un ‘Yunus Emre Oratoryosu’ hakkında şunları söyler: ‘Oratoryo tarzının bir İslam toprağında bu kadar ileri gitmesi karşısında hayret! Bir Türk bestekârının bir Müslüman büyüğüne ait eseri oratoryo ifadesi içinde meydana getirmesine değer atfedebilir misiniz? Heyhat ki bu garabeti Ahmet Adnan Saygun’un kardinal elbisesi içinde İslami bir nağme tatbiki vücuda getirmek gayretini, bizzat Fransız ileriye sürmüştür.’ Oktay Akbal, 1980 Nisan’ında yazdığı bir yazıda şunları anlatıyor: ‘1943’ten sonra yazdığım… öykülerim Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda çıkmış, ilgi uyandırmıştı. Bu dergi yirmi bin satıyordu… Daha Necip Fazıl’ın Süper Mürşitliği ortaya çıkmamıştı. Para da veriyordu yazılara.’ ”25

“Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi”nin birinci cildinin 483. sayfasında “Büyük Doğu” maddesinde şöyle deniyor: Siyasi, edebî dergi (İstanbul). 17 Eylül 1943 Mayıs 1944; 2 Kasım 1945 2 Nisan 1948; 14 Ekim 1949 29 Haziran 1951; 16 Kasım 1951 27 Kasım 1951 (Günlük); 6 Mart 1959 14 Ekim 1959; 30 Eylül 1964 25 Kasım 1964; 22 Eylül 1965 19 Aralık 1965; 19 Temmuz 1967 10 Ocak 1968 (Dergi); Mayıs 1969 Aralık 1969; 6 Ocak 1971 28 Nisan 1971, 1943 ile 1971 yılları arasında on beş devre hâlinde Necip Fazıl Kısakürek tarafından ekseriye haftalık olarak yayımlandı.”

“Büyük Doğu”da Üstad’ın kaleme aldığı birçok köşe, klişeleriyle beraber derginin bütün devrelerinde okuyucusu ile buluşmaya devam etti. Bunlar; “1001 Çerçeve”, “Dedektif x Bir”, “Çöle İnen Nur”, “Tasavvuf”, “Dilimizi Öğrenelim”, “Hadislerin Muhasebesi”, “İslam İnkılabı”, “Sizinle Başbaşa”, “Davanız Davamızdır”.

Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”da kullandığı mahlaslar da hayli zengindir: Ne Fe Ka, Prof. Ş. Ü., Ahmed Abdülbakî, Dedektif x Bir, Adıdeğmez.

1945’te çıkan “Büyük Doğu”larda “Büyük Doğu Akademyası” başlığı altında seri “Toplantı”lar yapılır. Anlatan: Zahir Güvemli’dir:26

“Toplantı No: 1’de şöyle denir: Akademya, Yunancadan alınma bir kelimedir. Eflatun’a mensup grup, Atina civarındaki akademus bahçelerinde toplandığı için bu ismi almıştı. Fransızlarda bu kelime ilim ve sanat adamlarından meydana gelen resmî bir teşekkülü ifade eder. Tanzimat’tan beri bizde yerleşen aşağılık duygusu, ifade ettiği keyfiyeti düşünmeyip doğrudan doğruya kelimeyi mefkûreleştirdiği için, akademya mefhumu yanına yaklaşılmaz bir mahiyet kazandı. ‘Büyük Doğu’, kelimeyi tam ve asıl manasıyla alıyor ve kendi merkez fikri etrafında toplananları ifadelendirmek için kullanıyor.



‘Büyük Doğu’ akademyası ilk toplantısını 30 Aralık 1945 Pazar günü Necip Fazıl Kısakürek’in evinde yaptı. Toplantıda Kâzım Nami Duru, Burhan Belge, Salah Birsel, Gavsi Ozansoy, Fahri Erdinç, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, İskender Fikret Akdora, Abdurrahman Şeref Laç, Nejat Muhsinoğlu, Necip Fazıl Kısakürek ve Zahir Güvemli vardı. Necip Fazıl Kısakürek sözü açarak ‘Büyük Doğu’ İdeolocyası üzerinde arkadaşlarını konuşmaya davet etti.”

Heyet üst üste üç toplantı yapar. Toplantıda Tevfik Fikret’in şairliği tartışılır. “Serveti Fünun” dergileri masaya yatırılır; Fikret’in içtimai meselelerdeki samimiyeti üzerine yargılar ortaya konur. Birinci toplantıda mesele vuzuha kavuşmaz ve ikincisinin Özipek Palasta yapılması kararlaştırılır. “Konuşmadan sonra Necip Fazıl misafirlerini çay sofrasına davet etti. Gelecek toplantının Özipek Palas salonunda yapılmasına karar verildi. Fikret lehinde hazırlanacak olanlar Burhan Belge, İskender Fikret Akdora, Gavsi Ozansoy, Özdemir Asaf ve Oktay Akbal olarak gruplandı. Fikret’i mahkûm edenler Salah Birsel, Kâzım Nami Duru ve Zahir Güvemli olarak ayrıldı. Ve tabii Necip Fazıl…”

Necip Fazıl’ın toplantılarda bazen coştuğu ve muhataplarını kırıp geçirdiği, sonradan da gönüllerini aldığı ve ilişkinin devamını sağladığı anlaşılıyor.

50’li yılların sonuna doğru çıkan “Büyük Doğu”larda Atsız’ın “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” başlığı altında bir dizi yazdığını görüyoruz. Atsız bu dizinin önsözünde şöyle diyor: “1944-1945’te bu memlekette bir dram oynandı. Resmî adı ‘Irkçılar-Turancılar davası’ olan bu oyun, ürpertici, acıklı bölümleri yanında; güldürücü, katıltıcı sahneleriyle tam bir asri dramdı. Müellifi, nice böyle eserlerin yazarı olan İsmet İnönü; rejisörü, müellifin her kelimesine sadık kalmak, hatta kafasından geçenleri anlamak ve aynen sahneye koymak için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Halk Partisi idi. Müellifin ilham perisi de Moskof dostluğu idi. Her dramın bir başkahramanı olur. Hepsi de birbirinden üstün olmak üzere bunun üç kahramanı var: Hasan Âli Yücel, Falih Rıfkı Atay, Nevzat Tandoğan… Hiçbir şövalye romanında eşi olmayan üç kahraman, üç silahşor…

Ortaklaşa bir tarafları var: Üçünün de kökü Türk değil. Tabii bunu mühim bir şey olduğu için değil, hatıra kabilinden arz ediyorum. Piyesin perdecileri de var. Baş perdeci: Sıkıyönetim komutanı Orgeneral Sabit Noyan ve yamakları; duruşma yargıcı Birinci Sınıf Askerî Hâkim Cevdet Erkut, Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı General Ziya Yazgan ve Savcı Beşinci Sınıf Askerî Yargıç Kâzım Alöç.

Ya alkışçılar? Devlet Radyosu ve basın… Bir de zoraki figüranları var: Türkçüler…” Atsız hem bir hatırat hem de bir tarih diye tanımladığı dizide, sıkıyönetim komutanları ve askerî hâkimlerle nasıl pervasız konuştuğunu açıkça yazıyor: “Sıkı yönetim deyimi cidden hoşuma gider. İdare-i örfiye ve sonra örfi idare pek de bir mana ifade etmiyordu. Örfi idare yerine keyfî idare deseler daha doğru ederlerdi. Hâlbuki sıkıyönetimde enerjik ve sert bir anlam var… Halk Partisi mekanizması içinde sıkıyönetim gibi güzel bir icat yapacak bir kimsenin bulunması gerçekten aklın almayacağı bir nesne, âdeta bir harika. Fakat doğrusuna bakarsanız bu sıkıyönetim, aslında bir gevşek yönetmesizlikten başka bir şey değildi.”

***

“Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Ali Rıza Artunkal’ın karşısına çıktım. Yanında kurmay başkanı bir yarbayla bir de binbaşı vardı. Beni nezaketle karşıladı. Fakat nezaketinin zorlama olduğu belliydi. Çünkü ‘siz’ diye başlayıp ‘sen’ diye bitiriyordu. Bir aralık söz benim ‘Dalkavuklar Gecesi’ adlı romanına geldi ve sayın komutan şu şahane sözlerle beni cidden habtetti:

‘Sen kendini kurnaz sanıyorsun ama biz senden daha kurnazız. Romanındaki şahıs isimlerinin tersten okunduğu zaman hakiki birer ismin çıktığını anlamadık mı sanıyorsun?’

İşte benim bütün gizli maksatlarımı aydınlığa çıkaran ışıldak gibi bir zekâ karşısındaydım. Derhâl Yusuf Ziya Ortaç’ın başından geçen bir vakıayı hatırladım: Yusuf Ziya, iki yerli komünist için ‘Marks’ın piçleri’ diye bir yazı yazmış; general de kendisini çağırarak ‘Herkesin babasını böyle işlere karıştırma!’ diye öğüt vermiş. Anlaşılıyordu ki sıkıyönetim komutanı olan bu kurmay general, ömründe ‘Marks’ diye bir şey duymamış, bunu hakikaten o iki herifin öz babası sanmış…

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Charles Baudelaire (1821-1867): Ünlü Fransız şair.

2

Necip Fazıl, Paris’te bohem hayatı yaşadığını “Babıali” adlı eserinde itiraf eder. Şair, aynı zamanda bu devresinde kumar müptelası kesilir. Sorbon’a felsefe tahsili için giden şair, üniversiteye hiç uğramaz; gecelerini kumarla, gündüzlerini de uyuyarak geçirir. “Bütün mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum.” Necip Fazıl Kısakürek, “Babıali”, Büyük Doğu Yayımları, İstanbul 1985, s. 29)

3

Baudelaire, Türk edebiyatında Tevfik Fikret’ten başlayarak birçok şairi etkilemiştir. Bunlar arasında Cenab Şahabeddin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl başta gelenlerdir. Fakat Türk Bodler’i olarak anılan hafakanlar şairi Necip Fazıl olmuştur. Sabahatin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı romanında Bodler tesirini açıkça yazmaktadır. Bodler’in Türk şiirine etkisi üzerine yapılan bir araştırma, Fransız şairin Türk şairleri üzerine etkisinin umulandan fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Bodler’in “Yapma Cennetler”inin nimetleri ve “Şer Çiçekleri” ile Babıali şairleri bütün ömürleri boyunca hemhal olmuşlardır.

Bodler’in “Çalar Saat”i, Necip Fazıl’ın “Geçen Dakikalarım” şiiriyle benzeşmektedir. Bodler’in “Öğlen Sonrasının Şarkısı” şiiriyle de Necip Fazıl’ın “Kadın Bacakları” adlı şiiri örtüşmektedir. “Necip Fazıl neredeyse Baudelaire’in bu manzumede kullandığı kelime dağarcığını aynen kullanır. Kadın tıpkı Baudelaire’in şiirinde olduğu gibi ‘tapınılacak’ bir fetiş, kutsal ögedir. Baudelaire, ‘Nasıl rahip tapıyorsa putuna / Ben de öyle sofu, tapmışım sana.’ dizeleri ile metresine olan ‘büyük’ ihtirasını dinî motiflerle dile getirmişti. Necip Fazıl da ‘Boynuma doladığım güzel putu görseler / İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını.’ der.” Bodler’in “Hortlak” şiiri ile Necip Fazıl’ın “Bekleyen” şiiri aynı konuyu ele alır. Hortlak, canavar olmuştur. Necip Fazıl’la Bodler arasındaki benzerlik o kadardır ki Üstad’ın “Kaldırımlar”da gezdiği şehir sokakları İstanbul’dan çok Paris’tir. ‘Baudelaire’in bu şehirli dikkati ne yazık ki Necip Fazıl’da bile Paris’te tecelli etmiştir. Bu bakımdan şairin gezdiği sokaklar / kaldırımlar İstanbul değil, fenerlerin iki yanından bir sel gibi aktığı Paris sokakları / kaldırımlarıdır.” (Ali İhsan Kolcu, Albatros’un Gölgesi – “Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir İnceleme”, Akçağ Yayınevi, Ankara 2002, s. 275-335)

4

Meşhur Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu ve oynadığı “Bir Adam Yaratmak” adlı eser, büyük ilgi görmesine rağmen diğer eserlere de aynı ilginin gösterildiğini söylemek zordur. Bütün oyunlarındaki kahramanlar; “Tohum”da Ferhad Bey; “Bir Adam Yaratmak”ta Hüsrev; gerçekte Necip Fazıl’ı temsil ediyorlardır ve Üstad’ın şairliği, tiyatro yazarlığı, senaristliği, romancılığı, hatta konferansları birbirinden ayrılmaz. “…Üstad’ın bütün eserlerini, şairliğinden tecrid ederek incelemenin ne imkânı ne de yararı vardır. Çünkü onun eserleri bir bütündür. Daha doğrusu o, eserleri, üslup özellikleri ve fikri ile bir bütündür. Eserlerinin hepsi, aynı manevi duygu potasında erimiş, aynı üstün üslup nakışı ile işlenmiş ve hepsi birbirini tamamlayarak bütünü oluşturmuşlardır.” (Osman Nuri Ekiz ve ark., “Necip Fazıl Kısakürek”, Türk Klasikleri, Toker Yayınları, İstanbul 1984, s. 46)

Hafakanlar şairi ruhçu Necip Fazıl, hocam-kurtarıcım dediği Şeyh Arvasi ile karşılaştıktan sonra tiyatro, senaryo, roman, hikâye, konferans ve şiirlerini hep bir vaaz yönünü-görevini de dikkate alarak üretmiştir. Bir mülakatta ne diyor: “Tiyatro benim için içtimai davada en büyük bir vaaz kürsüsüdür. Aynı şairi her yerde bulacaksınız. İdeolocya Örgüsü’nde o şairin tefekkürü vardır. Şiir kitabında tahassüsü vardır. Tiyatro çok enteresan bir Batılı keşif… Hayat donuyor o çerçevenin içinde. Dondurulmuş bir hayat. Orada da benim davamın şahıslara, entrikaya intikal etmiş, vakıaya intikal etmiş şekli vardır. Bunlar hep sanatımın müştaklarıdır. Tıpkı petrolden çıkan müştaklar gibi…”(Meş’ale Dergisi, Sayı: 33)

“Senaristi, başoyuncusu ve yönetmeninin Necip Fazıl olduğu bir film hayal ediyorum. Bu film soyut sinemanın en güzel örneklerinden olurdu ve bu filmin senaryosu da mevcut Necip Fazıl senaryolarına hiç benzemezdi.” (Muhsin Mete, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, 1994)

5

Bu devirde çıkan “Büyük Doğu”lar hakkında Orhan Okay Hoca şunları yazıyor: “1945-1948 arasındaki büyük boy 87 sayılık koleksiyon, bana göre, ‘Büyük Doğu’nun en zengin muhtevalı dönemi olmasının yanı sıra, siyasi yorumları, fikir yazıları, edebî mahsulleri ve zengin yazar kadrosu ile de dergi tarihimizin dikkate değer örnekleri arasına girmeye layıktır. Bunun dışında ulaştığı tiraj bugün bile magazin yayımlarının dışında pek çok derginin gıpta edeceği bir seviyede idi.” (Orhan Okay, “Silik Fotoğraflar”, Ötüken, İstanbul 2001, s. 127)

Bütün ömrü boyunca mahkemeler Necip Fazıl’ın peşini bırakmadı. Sultan-ı Şuara seçildiği gün de vefat etiği gün de mahkemeleri vardı. Fakat basın hayatında iki büyük mahkeme dikkati çeker. Biri Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasıyla ilgili açılan Malatya Davası, diğeri de 1974’te açılan Türklüğe Hakaret Davası. Birincisinde savunması şöyleydi: “İddianame karşısında mücerred insanlık ve düşmanda bile aranan liyakat ölçüsü adına utanç duyuyorum. Bu yüzden kanunun bana verdiği her türlü müdafaa hakkımı kullanmayı, iddianameye kendi cinsinden bir üslup tavsif husumetiyle mukabele etmeyi zaaf ve küçüklük saymaktayım.” İkincisinde ise şöyle der: “Böylece sadece şahsımı değil, amme vicdanını da incitmiş olan savcıya yüce mahkemeniz ve Türk amme vicdanı önünde hicap terleri dökerek teessüf ederim.”

Necip Fazıl, hapishane hatıralarını “Yılanlı Kuyudan” adlı eserinde ebedîleştirdi. “Bizde hapishane hiçbir suçun ızdırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur ve bekçileri içine değil, yalnız kapağına hâkimdir.”

İslamiyetin şehirleri terk ettiği bir dönemde şehirli-aristokrat bir Müslüman edasıyla Anadolu gençliğini kendisine yakın bulan Üstad, mahkemeleri de davasının arenası yapmıştır. Onun davaları ile ilgili olarak Şükrü Karatepe şöyle diyor: “Necip Fazıl’ın bir numara olma özelliğini davalarında da da görüyoruz. Bu nedenle Üstad’ın davaları, yargılaması, yapılan suçtan çok kendisinin öne çıktığı bir tür gösteriye dönüşmüştür. Mahkemeler Necip Fazıl için davasını anlatacağı bir fırsatır. Kendisine yöneltilen suçlamayı reddettiği hiçbir davasında görülmemiştir. (…) Üstad, düşmanlarına karşı her zaman onları küçümseyen, değer vermeyen ve tepeden bakan bir tavır takınmıştır. Bu durum savcılara karşı da kendini gösterir. Şartlar zorlaştıkça keyiflenen, mücadele şartlarının çetinliğinden bilenen Üstad, şövalyelik ruhunun tatmini için savcılara karşı sürekli saldırı pozisyonunda olmuştur.” (Şükrü Karatepe, “Necip Fazıl Davaları”, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, Ankara, 1994)

6

Sponsorluğunu yapan gazete veya kuruluşların dolaylı yoldan övgüsünü de yapmakla suçlanan Üstad, Türk basın tarihinde fıkra yazarı olarak, gazete ve dergi patronu olarak her bakımdan özgün bir yere sahiptir.

bannerbanner