
Полная версия:
Büyük evin küçük hanımefendisi
Kısrak yine şahlanmaya ve dönmeye başlayınca, Forrest dizginin bir dokunuşuyla ve kırbaç tehdidiyle onu tuttu; sonra yolu parlak beyaza bürüyen dört ayaklı ipeklerin ardından baktı. Onların varlığının ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Yavrulama zamanı yaklaşırken keçiler çalılık meralarından, çoğalma sürecinde özenle bakılacakları ve cömertçe beslenecekleri damızlık ağılına getiriliyordu. Forrest onlara bakarken aklında, hayatında gördüğü en iyi Türk ve Güney Afrika tiftiklerinin görüntüsüyle karşılaştırıyordu; kendi sürüsü bu karşılaştırma sonucunda oldukça başarılıydı. İyi görünüyordu. Hatta çok iyi görünüyordu.
Forrest atını sürdü. Dört bir yanda gübre serpme makinelerinin sesi yankılanıyordu. Uzakta, alçak, hafif eğimli tepelerde, birbiri ardına dizilmiş çok sayıda ekibin, her ekipten de üç kişinin aynı hizada çalıştığını gördü. İdari bölgenin kısraklarının, pullukları ileri geri çektiğini, tesviye hatlarına uygun sürüm yaptığını, yamaçların yeşil çimlerini, bitkisel çürük dolu toprakla koyu kahverengiye dönüştürdüğünü biliyordu. Bu toprak o kadar organikti ve kolay ufalanıyordu ki, neredeyse yer çekimiyle eriyerek ince parçacıklı tohum yatağına dönüşüyordu. Bu silolar mısır –ve sorgum– ekmek içindi. Diğer tepe yamaçları, uyguladığı nadas programı uyarınca, diz boyu arpalarla kaplanmıştı; diğerleri de yonca ve Kanada bezelyelerinin yeşilini gösteriyordu.
Forrest’ın dört bir yanında irili ufaklı tarlalar, en titiz verimlilik uzmanını bile mutlu edecek şekilde, erişilebilirliğe ve çalışıla-bilirliğe dayanan bir sistemle sıralanmıştı. Her çit domuz ve boğa geçirmezdi; çitlerin barakalarında hiçbir tahıl yetişmiyordu. Düz tarlaların çoğu kaba yoncayla kaplıydı. Bazılarında, nadasa uygun olarak, geçen sonbaharda ekilen tahıllar yetişiyor veya baharda yapılacak ekime hazırlanıyordu. Bazılarında da, çoğalma ağıllarına ve kümeslere yakın olduklarından, şişman, dişi Shropshire ve Fransız Merinos koyunları otluyordu veya Forrest oradan geçip bakarken gözlerinde zevk pırıltısı oluşmasına neden olan beyaz devasa damızlık domuzlar tarafından keyifle kullanılıyordu.
Dick, dükkânlar veya oteller olmasa da, neredeyse bir köy büyüklüğünde olan arazisinde dolaştı. Evler bungalov şeklindeydi, sağlamdı, göze hoş görünüyordu ve her biri, güller dahil çeşitli çiçeklerin açtığı ve gecikmiş don tehdidine gülümseyen bahçelerin ortasındaydı. Çocuklar çoktan kalkmıştı, çiçeklerin arasında gülüyor ve oynuyor veya anneleri tarafından içeriye kahvaltıya çağrılıyorlardı.
Forrest, bu evlerin ötesinde, Büyük Ev’i çevreleyen sekiz yüz metre uzunluğundaki dairenin dışında kalan bir dizi dükkânın önünden geçti. Birincisinde duraksayıp içeriye baktı. Bir demirci ustası demir dövüyordu. İkinci demirci, idari bölgenin yaşlıca bir kısrağının ön ayağına yeni çakılan nalla bin kilo ağırlığıyla kantarları bozacağından, toynağın dış duvarını, nalın burnuna uyacak şekilde törpülüyordu. Forrest onu gördü, selam vererek yoluna devam etti ve otuz metre ileride durdu, arka cebinden çıkardığı deftere bir not karaladı.
Diğer dükkânların önünden geçti: boyacı, vagoncu, tesisatçı, marangoz. Sonuncusuna göz atarken yarı otomobil, yarı kamyon bir araç hızla yanından geçerek sekiz mil uzaktaki tren istasyonuna giden ana yola girdi. Bunun, sabahları dağıtım evinden mandıranın günlük üretimini taşıyan tereyağı kamyonu olduğunu biliyordu.
Büyük Ev çiftlik düzeninin merkeziydi. Yarım mil uzağından başlayarak etrafını çeşitli çiftlik merkezleri sarıyordu. Dick Forrest, halkını selamlamaya devam ederek dörtnala mandıra merkezinin önünden geçti. Mandıra, çok sayıdaki siloları ve yukarıdaki oluklardan geçerek bekleyen gübre serpicilere otomatik olarak boşaltan çöp taşıyıcılarıyla neredeyse bir bina denizi gibiydi. Birçok defa, at üstünde veya at arabalarıyla işadamlarına benzeyen insanlar veya üniversite öğrencileri onu durdurup görüşünü aldılar. Bu insanlar ustabaşı, bölüm başkanıydı; onun kadar az ve öz konuşuyorlardı. Üç yaşında, Arap atı kadar zarif ve yabani bir Palomina’ya binen sonuncusu yalnızca selamlayarak geçecekti ama patronu tarafından durduruldu.
“Günaydın, Bay Hennessy. Bu at Bayan Forrest için ne zaman hazır olacak?” diye sordu Dick Forrest.
Bay Hennessy, “Bir hafta daha gerektiğini düşünüyorum,” diye cevap verdi. “Şu anda, tam Bayan Forrest’ın istediği gibi ancak tükenmiş durumda, hâlâ çok gergin ve hassas. Bu nedenle onu yola koymak için bir haftaya daha ihtiyacım var.”
Forrest başıyla onayladı ve Veteriner Hennessy devam etti.
“Yonca çetesinde bulunan iki sürücüyü göndermek istiyorum.”
“Neden? Sorun ne?”
“Yeni gelenlerden birisi, eski asker olan Hopkins. Devletin katırlarından anlıyor olabilir ama idari bölge kısraklarından anlamıyor.”
Forrest başını salladı.
“Diğeri bizimle iki yıldır çalışıyor ama sürekli içki içiyor ve akşamdan kalmalığını atlardan çıkarıyor…”
“Adı Smith olan, tipik Amerikalı, düzgün tıraşlı, sol gözünde şaşılık olan adam mı?” diye araya girdi Forrest.
Veteriner başını salladı.
“Onu izliyordum,” dedi Forrest sonunda. “Başta iyi bir adamdı ama son zamanlarda dağıttı. Tabii, onu gönder. Diğer adamı da –Hopkins mi demiştin?– onunla birlikte gönder. Bu arada, Bay Hennessy.” Forrest konuşurken not defterini çıkarttı, yazdığı son notu yırttı ve elinde buruşturdu. “Dükkânda yeni bir nalbant var. Onu nasıl buluyorsunuz?”
“Henüz karar veremeyeceğim kadar yeni.”
“Onu da diğer iki adamla birlikte gönder. Senden emir alamaz. Biraz önce onu yaşlı Alden Bessie’ye nal çakarken izledim, toynağının ucundan iki santim eğeledi.”
“Yapmaması gerektiğini biliyordu.”
“Onu da gönder,” diye tekrarlayan Forrest, mahmuzlarıyla çok hafif bir şekilde sabırsızlanan atını gıdıkladı ve başını savururken, yan yan geri gitmeye çalışırken atını yola yönlendirdi.
Gördükleri genelde onu memnun etmişti. Bir ara yüksek sesle mırıldandı, “Verimli bir arazi, verimli bir arazi.” Onu mutlu etmeyen gördüğü bazı şeyler, not defterinde yerini aldı. Büyük Ev’in etrafındaki daireyi tamamladıktan sonra, dairenin ötesine yarım mil gidip izole bir baraka ve ağıl grubuna gelince, gezintisinin asıl hedefine ulaştı: Hastane. Burada iki yavru ineğe tüberküloz testi yapıldığını ve muhteşem bir Duroc Jersey yaban domuzunun mükemmel bir durumda olduğunu gördü. Tam tamına iki yüz yetmiş beş kilo gelen hayvanın ışıl ışıl gözleri, çevik hareketleri ve parlak tüyleri, bariz bir şekilde hiçbir hastalığı olmadığını söylüyordu. Yine de, çiftlik uygulamalarına göre, Iowa’dan yeni getirildiği için rutin karantina döneminden geçiyordu. Derneğin sürü kayıtlarında adı Burgess Premier olarak geçiyordu, iki yaşındaydı ve Forrest’a, çiftlikte teslim şartıyla beş yüz dolara mal olmuştu.
Büyük Ev’e doğru giden yollardan birinde hızla ilerleyen Forrest, domuz müdürü Crellin’e yetişti. Beş dakikalık bir görüşme sonucunda, Burgess Premier’in gelecek birkaç aydaki kaderini belirledi ve O.I.C.’deki tüm dişilerin en büyüğü olup Seattle’den San Diego’ya tüm gösterilerde en büyük ödülü alan dişi domuz Leydi Isleton’un sağ salim on bir yavru doğurduğunu öğrendi. Crellin gecenin yarısında onun yanında kaldığını ve sonra eve gidip duş alıp kahvaltı ettiğini anlattı.
“Duyduğum kadarıyla en büyük kızın liseyi bitirmiş ve Stanford’a girmek istiyormuş,” diyen Forrest, dörtnala gitmek için işaret vermek üzereyken kısrağı gemledi.
Otuz beş yaşında genç bir adam ve üniversiteli olmanın, açık havaya ve düzgün bir yaşantıya alışkın gençliğinin izlerini taşımanın yanı sıra, uzun zamandır baba olmanın da olgunluğuyla Crellin, yanık teninin altında hafifçe kızararak ve başını sallayarak patronunun ilgisine duyduğu minneti gösterdi.
Forrest, “Bir daha düşün,” tavsiyesinde bulundu. “Üniversiteye giden tüm kızlar –evet, Devlet Öğretmen Okulları’na giden kızlar– hakkında istatistik yap. Kaç tanesi meslek hayatını sürdürüyor ve kaç tanesi diplomalarını aldıktan sonra iki yıl içinde evlenip bebek büyütmeye başlıyor?”
“Helen konuya çok ciddi yaklaşıyor,” dedi Crellin.
“Apandisimi aldırdığım zamanı hatırlıyor musun?” diye sordu Forrest. “Şey, bana hayatımda gördüğüm en iyi hemşire ve iki güzel bacağın üstünde yürüyen en güzel kız bakıyordu. O zaman altı aydır tam donanımlı hemşireydi. Ondan dört ay sonra ona düğün hediyesi göndermek zorunda kaldım. Bir araba satıcısıyla evlendi. O zamandan beri otellerde yaşıyor. Bir daha asla hemşirelik yapma fırsatı bulamadığı gibi kolik krizini atlatmasına yardımcı olacağı bir çocuğu da olmadı. Ama… umutları var… ve bu umutların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemem. Ama… Hemşirelik eğitimi ne işine yaradı?”
Tam o sırada boş bir gübre serpici geçtiği için Crellin ve at üstündeki Forrest yolun kenarına çekildi. Forrest yakan gözleriyle makinenin yorgun kısrağına baktı. Kendi ödüllerini ve yavrularının aldığı ödülleri saymak ve sınıflandırmak için uzman bir muhasebeci gerektiren çok büyük, bir idari bölge atıydı.
Forrest gözlerinde sevgiyle atı işaret ederek, “Fotherington Princess’e bak,” dedi. “Normal bir dişi. Ancak şans eseri, binlerce yıldır süregelen yerli seçim sayesinde insan onu evrimleştirerek, beklendiği gibi koşum atı doğurma görevini yükledi. Ancak koşum atı olma görevi ikincil. Esas olarak o bir dişi. Kendi insan dişilerimizi ele alacak olursak, genellikle her şeyin ötesinde biz erkekleri severler ve doğaları gereğince anaçlardır. Bugün kadınların karmaşık hayatında oy hakkı ve meslek edinme konusunda biyolojik yaptırımlar yok.”
“Ama ekonomik yaptırımlar var,” diye itiraz etti Crellin.
“Doğru,” dedi patronu ama sonra devam etti. “Şu andaki sanayi sistemimiz evliliği önlüyor ve kadınları meslek sahibi olmaya zorluyor. Ama unutma, sanayi sistemleri gelir gider, oysa biyoloji sonsuza dek devam eder.”
“Bugünlerde genç kadınları evlilikle tatmin etmek oldukça zor,” diye mırıldandı sürü sorumlusu.
Dick Forrest kahkahalarla güldü.
“Onu bilemem,” dedi. “Örneğin karını ele al. Belgesini almış –hem de klasik bilimler– ee, onunla ne yaptı? İki oğlan, üç kız, sanırım. Bana anlattıklarından hatırladığım kadarıyla, okuldaki son senesinin ikinci döneminden itibaren seninle nişanlıymış.”
“Doğru, ama…” diye ısrar eden Crellin’in gözünde bu noktayı takdir ettiğini gösteren bir parıltı oluştu. “O olay hem on beş yıl önceydi hem de aşk evliliğiydi. Elimizde değildi. O noktaya kadar sizinle aynı fikirdeyim. Eşim duyulmamış başarılar kazanmayı planlamışken, ben de mimarlık fakültesinin dekanlığından başka bir şey görmüyordum. Elimizde değildi. Ama bu on beş yıl önceydi ve on beş yıl genç kadınlarımızın emel ve ideallerinde birçok değişiklik yaratıyor.”
“Buna bir an bile inanma. Sana söylüyorum, Bay Crellin, bu bir istatistik. Bütün karşıt şeyler geçici. Her kadın sonsuza dek, ilelebet kadın olarak kalır. Kız çocuklarımız bebekleriyle oynamayı ve aynada kendi çekiciliklerine bakmayı bırakıncaya kadar, hiçbir kadın, daima olduğu şeyden başka bir şey olmayacaktır: Önce anne, sonra erkeğin eşi. İstatistikler böyle. Devlet Öğretmen Okulu’ndan mezun olan kızları inceliyorum. Bu arada mezun olmadan önce evlenenler hariç tutuluyor. Yine de, mezunların fiilen okullarda öğretmenlik yaptığı sürenin ortalaması iki yılın biraz üstünde. Ayrıca çoğunun, görünüşleri ve talihsizlikleri yüzünden evde kalmaya ve hayatları boyunca öğretmenlik yapmaya mahkûm olduğunu dikkate alınca, evlenebilir durumda olanların öğretme süresini nasıl kısalttıklarını görebilirsin.”
Crellin, “Bir kadın, hatta bir genç kız sadece erkekler söz konusu olduğunda istediğini yapacaktır,” diye mırıldanırken patronunun verdiği rakamlara itiraz edememişti ama araştırmaya kararlıydı.
“Yani senin genç kızın Stanford’a gidecek,” dedi Forrest gülerek. Bu arada atını dörtnala koşturmaya hazırlıyordu “ve senle ben ve tüm erkekler sonsuza kadar, istediklerini yapmalarını sağlayacağız.”
Patronu hızla uzaklaşıp ufukta küçülürken Crellin kendi kendine gülümsedi; çünkü Crellin Kipling’ini tanıyordu ve gülümsemesine neden olan düşünce şuydu: “Peki, sizin kendi çocuğunuz nerede, Bay Forrest?” Kahvaltıda kahve içerken bunu Bayan Crellin’e anlatmaya karar verdi.
Dick Forrest Büyük Ev’e ulaşamadan bir kez daha durarak zaman kaybetti. Durdurduğu adama Mendenhall diye hitap etti. Mendenhall hem at müdürü hem de otlak uzmanıydı ve sadece çiftlikteki her ot tanesini değil, her ot tanesinin uzunluğunu ve ekildiği zamandan beri yaşını bilmekle tanınıyordu.
Forrest’ın bir işareti üzerine Mendenhall, çift tekerlekli arabayı süren iki tayı onun yanına getirdi. Forrest’ın işaret vermesine neden olan şey, vadinin kuzey kenarında yakaladığı, kilometrelerce ötedeki düzgün sıradağlarda güneşin dokunduğu yerlerin ve Sacramento Vadisi’nin geniş ovasına uzandığı alanlardaki koyu yeşil görüntüleriydi.
Bunun ardından gerçekleşen konuşma hızlı ve iki adamın bildiği deyimlerden oluşan kısaltmalarla geçti. Konu otlardı. Kış yağmurlarından ve bahar sonu yağmurlarının yağma olasılıklarından bahsedildi. Little Coyote ve Los Cuatos dereleri, Yolo ve Miramar tepeleri, Büyük Havza, Round Vadisi ile San Anselmo ve Los Banos sıradağları gibi isimler konu edildi. Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki sürülerin hareketleri tartışıldı. Ayrıca uzak tepelerde bulunan otlaklarda saman ekilmesi olasılığı konuşuldu ve sürülerin kışı geçirerek beslendiği korunaklı dağ vadilerindeki ücra ahırlarda kışın artakalan saman miktarı hakkında tahminler yürütüldü.
Meşe ağaçlarının altında, damgalama noktalarında Forrest Yamyam’ı bağlama zahmetinden kurtuldu; çünkü seyis koşarak gelip kısrağı aldı ve Forrest, Duddy adında bir at hakkında konuşmak için bir an durup, mahmuzlarını şakırdatarak Büyük Ev’e girdi.
3. Bölüm
Forrest kale burcuna benzeyen bir yapının ayağındaki, heybetli, yontulmuş keresteden yapılmış, demir somunlu kapıdan girerek Büyük Ev’in bir kanadına ulaştı. Zemin betondu ve çeşitli yönlere açılan kapılar bulunuyordu. Bir tanesi, beyaz önlüklü ve kolalı aşçı şapkası giymiş bir Çinlinin bulunduğu odaya açılırken, aynı zamanda bir dinamonun hafif uğultusunu yayıyordu. Forrest’ı yolundan çeviren de bu ses oldu. Forrest kapıyı aralık tutarak, içinde uzun, cam kapaklı, cam raflı buzdolabı ile bunu destekleyen buz makinesi ve dinamonun tutulduğu serin, elektrikle aydınlatılmış beton odaya göz attı. Yağlı tulumuyla toplu, ufak tefek bir adam yere çömelmişti ve patronu ona başıyla selam verdi.
“Bir sorun mu var, Thompson?” diye sordu.
“Vardı,” diye cevap verdi adam olumlu ve net bir şekilde.
Forrest kapıyı kapattı ve tünele benzeyen bir geçitte yoluna devam etti. Ortaçağ kalelerinde okçuların kullandığı ince, uzun delikler gibi, dar, demir parmaklıklı boşluklar yolu aydınlatıyordu. Başka bir kapı uzun, alçak, kirişli tavanı olan ve içinde bir öküzün pişirilebileceği büyüklükte şöminesi bulunan bir odaya açılıyordu. Şöminede, kömür yatağının üstüne yerleştirilmiş devasa bir kütük alev alev yanıyordu. Salonun temel mobilyalarını, iki bilardo masası, çok sayıda oyun masası, oturma köşeleri ve minyatür bir bar oluşturuyordu. İki genç erkek bilardo sopalarını tebeşirleyerek Forrest’ın selamına karşılık verdi.
“Günaydın, Bay Naismith,” diye takıldı. “Breeders’ Gazette için ilave malzeme mi?”
Otuzlu yaşlarında gözlüklü bir genç olan Naismith, süklüm püklüm gülümsedi ve başıyla arkadaşını işaret etti.
“Wainwright bana meydan okudu,” diye açıkladı.
“Yani demek ki, Lute ile Ernestine hâlâ güzellik uykusundalar,” dedi Forrest gülerek.
Meydan okuduğunu kabul etmek genç Wainwright’ın tüylerini diken diken etti ama dilinin ucuna gelen sert yanıtı söyleyemeden, ev sahibi ilerleyerek omzunun üzerinden Naismith’e hitap etti.
“Saat on bir buçukta sen de gelmek ister misin? Thayer’la ben arabayla gidip Shropshire koyunlarına bakacağız. Thayer yaklaşık on vagon dolusu koç istiyor. Şu Idaho’dan gönderilen mallar konusunda iyi bir şeyler bulman lazım. Yanında fotoğraf makineni de getir. Thayer’ı bu sabah gördün mü?”
“Biz çıkarken kahvaltı etmeye geldi,” diye araya girdi Bert Wainwright.
“Onu görürsen on bir buçukta hazır olmasını söyle. Sen davetli değilsin, Bert… Kendi iyiliğin için. O zamana kadar kızlar da kalkmış olur.”
“Hiç olmazsa Rita’yı yanınıza alın,” diye yalvardı Bert.
Forrest kapıdan, “Korkma,” diye cevap verdi. “İş için gidiyoruz. Ayrıca, Rita’yı Ernestine’den palanga takımıyla bile koparamazsın.”
“İşte bu nedenle sizin yapıp yapamayacağınızı görmek istedim,” dedi Bert gülerek.
“Erkeklerin kendi kız kardeşlerini asla takdir etmemeleri ne tuhaf.” Forrest fark edilebilecek bir süre duraksadı. “Hep Rita’nın gerçekten iyi bir kız kardeş olduğunu düşünmüştüm. Neyi var bu kızın?”
Forrest ona cevap verilinceye kadar kapıyı kapatmış ve mahmuzlarını şakırdatarak geçitten geçip geniş beton basamaklı dönen merdivenlere ulaşmıştı. En üst basamağı çıktığı zaman, piyanodan gelen dans müziği sesi ve kahkahalar, güneşin aydınlattığı beyaz kahvaltı odasına göz atmasına yol açtı. Gül rengi kimono ve gece başlığı giymiş genç bir kız piyanonun başındaydı. Aynı şekilde giyinmiş iki kız da birbirlerine sarılmış, dans okulunda asla öğrenilmeyen ve erkeklerin görmesini istemeyecekleri bir dansı yapmaya çalışıyorlardı.
Piyanodaki kız Forrest’ı gördü, göz kırptı ve çalmaya devam etti. Diğer iki kız onun geldiğini bir dakika daha fark edemedi. Şaşkınlıkla bağırdılar, birbirlerine sarılarak ve kahkahalarla gülerek yere yığıldılar. Müzik durdu. Üç kız muhteşem, sağlıklı gençlerdi ve Forrest onlara bakarken gözleri parladı, tıpkı Fotherington Princess’e bakarken parladığı gibi…
Genç insanlar arasında geçen türde alaycı konuşmalar yaşandı.
“Beş dakikadır buradayım,” diye iddia etti Forrest.
Dans eden iki kız şaşkınlıklarından kurtulmaya çalışırken, onun doğru söylediğinden kuşkuluydu çünkü onun çok bilinen ünlü yalancılığını hatırlıyorlardı. Piyanodaki kız, yani Ernestine Forrest’ın baldızıydı ve onun dudaklarından gerçek inciler döküldüğünde, onu bakmaya başladığı anda fark ettiğinde ve izleme süresinin beş dakikadan çok daha uzun olduğunu düşündüğünde ısrar etti.
Forrest, “Her neyse,” diyerek karışıklığı yarıda kesti. “Bert, o tatlı masum çocuk, henüz kalkmadığınızı düşünüyor.”
“Ona göre… kalkmadık,” dedi ters bir şekilde hayat dolu genç bir Venüs olan dansçı kızlardan biri. “Size göre de kalkmadık. Bu nedenle haydi güle güle küçük bey. Güle güle.”
“Buraya bak, Lute,” diye başladı Forrest sert bir ifadeyle. “Sırf dermansız, yaşlı bir adam olduğum için, ayrıca sırf sen on sekiz, yalnızca on sekiz yaşında olduğun ve karımın kız kardeşi olduğun için bana üstünlük taslayabileceğini düşünmemelisin. Unutma –ve uygunsuz olsa da, açıkça belirtiyorum, Rita’nın hatırı için– son on yılda saymamı istemeyeceğin kadar utanç verici olayda seni dövdüm.”
“Evet, doğru, eskiden olduğum kadar genç değilim ama…” Forrest sağ kolunun pazılarını yokladı ve gömleğinin kolunu yukarı sıyırır gibi yaptı. “Ama henüz tükenmedim ve bir hiç uğruna…”
“Ne?” diye meydan okudu genç kadın saldırgan bir tavırla.
Forrest gizemli bir şekilde, “Bir hiç uğruna,” diye mırıldandı. “Bir hiç uğruna… Ayrıca üzülerek belirtiyorum, başlığın eğri duruyor. Ayrıca, pek de zevkli bir ürün sayılmaz. Ayak parmaklarımla, uyurken… hatta deniz tutmuşken, çok daha cazip bir başlık yapabilirim.”
Lute sarı saçlarını küstahça geriye savurdu, destek ararcasına yoldaşlarına baktı ve:
“Ah, bilemiyorum. Üçümüzün kadın halimizle, senin gibi yaşlı ve küstah tek bir ağırlığı halledebileceğini düşünmek gayet mantıklı görünüyor. Ne diyorsunuz, kızlar? Haydi, onu çabucacık halledelim. En az kırk yaşında ve anevrizması var. Evet, bir de, aile sırlarını açıklamaktan nefret etsem de, meniere hastalığı2 var.
On sekiz yaşında, ufak tefek ama güçlü bir kız olan Ernestine hızla piyanonun başından kalktı ve iki arkadaşına katılarak pencerenin kenarındaki büyük koltukların minderlerine saldırdı. Yan yana, ellerinde birer minderle ve aralarına kurnazlıkla minderleri savurmalarına yetecek kadar uygun mesafe koyarak durdular. Sonra da düşmanın üstüne saldırdılar.
Forrest savaşa hazırlandı, sonra barış görüşmesi yapmak amacıyla ellerini kaldırdı.
Kızlar önce birer birer, sonra koro halinde “Korkak kedi!” diye bağırdı.
Forrest empatiyle başını iki yana salladı.
“Sırf bunun için ve diğer bütün saygısızlıklarınız için, üçünüz de belanızı bulacaksınız. Bir ömür boyu yapılan hataların hepsi şaşırtıcı bir berraklıkla aklımda canlanıyor. Biraz sonra çıldıracağım. Ama önce –hem de bir çiftçi olarak konuşuyorum ve sana hitap ediyorum, Lute– bütün alçakgönüllülüğümle, tanrı aşkına meniere hastalığı nedir? Koyunlara geçer mi?”
Lute, “Meniere hastalığı…” diye başladı, “…senin hastalığın. Bilindiği kadarıyla dünyada tek bulaştığı canlılar koyunlar.”
Bunun sonucunda kanlı bir savaş ve kargaşa başladı. Kaliforniya’da Amerikan futbolunun benimsenmesinden önce futbolda görülen bir atağa kalktı. Kızlar da Forrest’ın aralarından geçmesini sağlamak için kenara çekilerek üstüne saldırdılar ve minderlerle iki yandan vurdular.
Forrest kollarını açarak, her birini kanca haline getirdiği parmaklarını uzatarak döndü ve üçünü de yakaladı. Savaş kasırgaya dönüştü, ortada mahmuzlu bir adam duruyor ve ondan, uçuşan incecik ipekler, ayaklardan fırlamış terlikler, gece başlıkları ve saç tokaları yayılıyordu. Minderlerin vurunca çıkardığı ses, adamdan çıkan homurtular, kızların attığı çığlıklar, ciyaklamalar ve kıkırdamalar, ayrıca savaştan yayılan bastırılamayan kahkahalar, narin kumaşların yırtılmaları ve sökülmeleri duyuluyordu.
Dick Forrest kendini yerde buldu, kızların kurnazca savurduğu minderlerin rüzgârı nefesini kesmişti. Aldığı darbelerden başı dönüyordu ve bir elinde, yırtılmış bir kilim parçası ve genelde dağılmış açık mavi ipek kuşak ve pembe güller vardı.
Bir kapının eşiğinde, mücadeleden yüzü kızarmış, yavru geyik gibi tetikte olan Rita duruyordu ve kaçmaya hazırdı. Diğer kapı eşiğinde, aynı şekilde yanakları kıpkırmızı olan Ernestine, Gracchi’lerin Annesi gibi hükmeden bir tavırla beklerken, kimonosundan arda kalanlar kabaca vücudunu sarmıştı ve beline bastırdığı koluyla tutmaya çalışıyordu. Lute ise piyanonun arkasında köşeye sıkışmışken kaçmaya çalıştı ama elleri ve dizlerinin üstünde durarak parke zemine avuçlarıyla sert bir şekilde vuran, başını vahşi bir şekilde savururken boğa gibi kükreyen Forrest’tan korkup geri çekildi.
Ernestine durduğu güvenli yerden, “O yüzükoyun yerlere yatmış sefil erkek bozuntusunun, o adamın Berkeley’nin Stanford’a karşı zaferinde liderlik ettiği konusundaki o eski tarih öncesi efsaneye hâlâ inanıyorlar,” açıklamasında bulundu.
Gösterdiği çaba yüzünden göğüsleri inip kalkıyordu ve Forrest keyifle titreşen vişne rengi ipeğin hareketini fark ettikten sonra, aynı şekilde nefes alan diğer iki kıza döndü.
Piyano, minyatür bir kuyruklu piyanoydu. Kahvaltı odasına uyum sağlayacak şekilde, canlı beyaz ve altın rengi mükemmel bir enstrümandı. Duvardan uzanıyordu, bu nedenle Lute’un, piyanonun iki tarafından da kaçma olanağı vardı. Forrest ayağa kalktı ve piyanonun üstünden kızın karşısına dikildi. Üstüne atlama tehditleri savururken Lute dehşet içinde haykırdı:
“Ama Dick, mahmuzların! Mahmuzların!”
“Onları çıkaracak kadar zaman ver bana,” diye önerdi Forrest.
Mahmuzlarını çözmek için eğilince, Lute hızla kaçmaya çalıştı ama yine piyanonun arkasına sığınmak zorunda kaldı.
Forrest, “Pekâlâ,” diye homurdandı. “Her şey senin başının altından çıkıyor. Piyano çizilirse, Paula’ya söylerim.”
Nefes nefese, “Tanıklarım var,” diyen Lute neşe dolu mavi gözleriyle eşiklerde duran genç kızları işaret etti.
“Çok güzel, canım.” Forrest geri çekildi ve avuçlarını piyanonun üstüne koydu. “Yanına geliyorum.”
Sözlerle hareket aynı anda gerçekleşti. Forrest, ellerinin yan tarafına yerleştirdiği bedenini sıçratarak karşıya atlarken, mahmuzlar parlak beyaz yüzeyden tam otuz santim yukarıdaydı. Lute da aynı anda eğildi, el ve dizlerinin üzerinde emekleyerek piyanonun altına girdi. Şanssızlığı, piyanonun altına girerken başını vurmasıydı. Kendini toparlayamadan Forrest piyanonun etrafından dolanıp onu piyanonun altında sıkıştırdı.
“Dışarı çık!” diye emretti. “Dışarı çık ve ilacını al!”
Lute, “Ateşkes!” diye yalvardı. “Ateşkes, Sayın Şövalyem, sevginin ve sıkıntıdaki tüm genç kızların hatırına.”
“Ben şövalye falan değilim,” diye açıkladı en derin bas sesiyle. “Ben zalim, pis, alçak ve tamamıyla ahlaksız bir canavarım. Bataklıklarda doğdum. Babam canavardı, annem daha da beterdi. Ölmüş, önceden hüküm verilmiş ve lanetlenmiş bebeklerin feryatlarıyla sakinleşip uyurdum. Sadece Mills Kız Okulu’nda eğitim gören bakirelerin kanlarıyla beslenirdim. En sevdiğim et lokantası her zaman ahşap döşeme, bir somun Mills kulu bakiresi ve düz piyano kapağı olmuştur. Babam, canavar olmanın yanı sıra, Kaliforniyalı bir at hırsızıydı. Ben ayıplanmayı babamdan daha çok hak ediyorum. Ben daha dişliyim. Annem de canavar olmanın yanı sıra, Nevadalı bir seyyar kitap satıcısıydı. Bütün ayıpları anlatılsın. Hatta insanları kadın dergilerine aboneliğe teşvik ediyordu. Ben annemden daha korkunç biriyim. Sokak sokak dolaşarak jiletli tıraş makineleri sattım.”