
Полная версия:
Seyahatü'l Kübra
Kadı Ali Mirza tarafından Sakız Hâkimi Ahmet Han İlhani’ye ve ayrıca gümrük müdürü Mahmut Han tarafından da gümrük memuru başmutemet Mirza Hüseyin’e bana referans olacak mektuplar yazıldı. Bu sayede Sakız’a geldikten sonra Mirza Hüseyin Han’a misafir oldum. Ertesi sabah geldiğimden haber alan Hâkim Ahmet Han İlhani, kendi özel kâtibi ile selamını gönderip kahvaltıya davet ettiler. Evinde misafir olduğum Başmutemet ile birlikte davete gittik. Elimde bulunan tavsiye mektubunu kendilerine takdim ettim. Bunu okuduktan sonra Mirza Hüseyin Han’dan müsaade alarak eşyalarımı kendi evine getirtti. Böylece Sakız’da bir hafta sürene konaklama ve istirahatımı bu şahsın evinde kalarak geçirdim. Kendisi Sünni olan bu zatın soyu Hicri 655-736 yılları arasında seksen bir yıl boyunca İran’da saltanat süren Cengiz İmparatorluğu’nun bir kolu olan İlhanlılara dayanmaktadır. Saviç Bulak’ın hâkimi olan Saad’ül-Saltana ise Şii mezhebindendi.
Sine Vilayeti sakinlerinin yüzde doksan beşi Şafi mezhebindendir. Buna rağmen Saviç Bulak’ta Şii hâkimiyeti mevcuttu. Bu durumun Sünnilere karşı güven ve sevgi beslemeyen İran Hükûmeti’nin eski bir uygulamasının neticesiymiş.
Sakız’a geldiğim günün akşamından sabaha doğru yarım saat süren ve düzensiz bir şekilde icra edilen bir boru çalgısı çalındı. Benim için garip bir olay bu durumu o anki ev sahibim Başmutemet’e sormuştum. Bu soruma gülümseyerek karşılık vererek “Bu boruyu çalan kişiler hamamcılardır. Halka suyun ısınıp hamamın açıldığının duyurusunu yapıyorlar. Tan yerinin ağarması ile başlayan ve yarım saat süren gürültü yapma işi onların çok eski âdetlerinden biridir.” şeklinde konuyu açıklığa kavuşturdu.
Musul’dan Sakız’a kadar uzayan şimdiye kadarki yolculuğumda fırsatım olmadığı için yıkanamamış ve neticede kirlenmiştim. Bu nedenle, güneşin doğuşuyla birlikte ben de buranın en temiz hamamı olarak işaret edilen Şeyhan Mahallesi’ndeki Kadı Ali Hamamı’na gittim. İran hamamları bizim hamamlar gibi kurnalı değildir. Bu nedenle yıkanacak yeri Şafi âdetine uygun bir şekilde herkese açık havuz içinde temizlik yapılmaktadır. Hamama her gelen bu havuza girmeleri nedeniyle kötü bir koku ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle de durgun suyun üzeri âdeta yosunlaşmıştır. Bu bölgenin dağlarının ormandan yoksun olması nedeniyle yakacak pahalıdır. Bu nedenle hamamı ısıtmak için kullanılan hayvan dışkısının ortaya çıkardığı iğrenç koku suya tesir etmektedir. Bu nedenle içeriye girdiğim anda başım dönmeye başladı ve midem bulandı.
Havuza dalarak gusül abdesti almak için havuza girdiğimde temiz girip pis çıkmak bana mantıklı gelmedi. Bu nedenle hamamcıya ayrı bir su ısıttırıp ayrı bir köşede yıkandım. Buralardaki kasabaların çarşıları, sokakları, bina ve konakları koku ve temizlik bakımında hamamları gibidir. Bölge halkının bu şekilde yaşadıkları kötü hayat şartlarını Allah düşmanıma dahi vermesin. Atalarından miras kalan bu tahammül edilmesi imkânsız durumun ve hayatın dışında daha mutlu ve huzurlu bir hayatın bulunmadığını düşünüyorlar.
Buradaki ziyaretim boyunca misafiri olduğum Ahmet Han İlhani’nin evinde bir hafta kaldım. Akabinde Rebiülevvel’in dördüncü günü olan Çarşamba günü Katırcı Mehmet ile Cevarabad Mahallesi’nden yola çıktım. Karanov, Kullar, Tigin Tepe, Al-Bulak, Danik, Duskanlar ve Geçgan istikametlerden yedi günlük bir seyahate sonrası Zencan’a ulaştım.
Bahsettiğim bu yerler içerisinde geçen Al-Bulak, Ahmet Ali Aşireti’ne ait bir köydür. Suyu gür bir şekilde akan bir dere içinde bulunmaktadır. Bu köyden bir buçuk saat yokuş yukarı yol aldıktan sonra Tahtı Süleymani Yaylası’na varılmaktadır. Türk asıllı büyük bir aşiret olan Şah Suhan Aşireti bu büyük arazide çok iyi bir şekilde yaşamaktadır. Katırcılar bu gül mekânda iki günlük bir mola vererek hayvanlarını otlattılar. Bu aşirete verdiğimiz üç tuman paraya karşılık bir koyun alıp pişirerek keyifli bir şekilde piknik yaptık. Yaylanın kuzeyini saran sıradağlar üzerinde Hazreti Süleyman’ın ve Al-Bulak köyüne yakın düzlükte de eşleri Belkıs’ın süslü köşkleri olduğuna inanılan harabeler bulunmaktadır. Bu harabelerin büyüklüğü ve barındırdığı süslü havuzlar insanı hayrete düşürmektedir.
Hindistan’ın Pencap bölgesi ile Belucistan ve Afgan arazilerinin birleştikleri yerde bulunan yüksek dağın üzerinde de buna benzer Tahtı Süleymani adı verilen büyük yapılar görmüştüm. Bunlar da bana her seferde bu peygamber hakkında Kur’an’da geçen “Süleyman’ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgarı verdik.”32 ayetini aklıma getirmiştir. Sakız’dan hareket ettikten üç gün sonra ulaştığımız Kuruntu Kalesi karşısındaki Şahnişin adlı bir yayla bulunmaktadır. Eski İran şahları yaz mevsimini bu güzel yaylada geçirirlermiş.
ZENCAN
Zencan’a vardıktan sonra Hacı Ali Kuli Hanı’na indim. Oradan da tütün tüccarı Sakızlı Mehmet Ağa’nın odasına geçtim. Çünkü elimde bu şahsa verilmek üzere Sakız’daki ortakları tarafından yazılmış bir tavsiye mektubu bulunmaktaydı.
Zencan şehri geniş ve verimli bir ovanın kıyısında bulunmaktadır. Arkası dağ ve ön tarafı da nehir ile çevrilidir. Bu şehir İran’ın büyük beldelerinden biri olarak görülmektedir. İşlek bir ticareti olan bu yerin zengini de çoktur. Böyle olmasına rağmen şehir mimarisinde dikkate değer bir yapı ya da konak olmadığı gibi hoş bir mahallesi de bulunmamaktadır. Her on adımda bir kıvrılan pis kokulu sokaklarında gezerken aniden karşına yüklü bir hayvan çıksa sıkışıp kalırsın. Böyle anlarda da geriye yürüyüp ilk yol ayrımında köşeye çekilerek yol vermek gerekmektedir.
Fakat çarşısının sokakları ve kervansaraylarının çevresi geniştir. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat seferinde bu yoldan geçmiştir. Ardından da ordusunun otağını da Zencan yakınlarında kurmuştur. Zencan Yaylası Konya Ovası’na benzemektedir. Burada bir gece konaklayıp ardından da gece sabaha doğru yola koyulmuştuk.
Üç saatlik bir mesafe sonrası güneş doğmaya yakın Zencan ufukta göründü. Bu manzara arkada kalan yaşanmışlıklar, yorgunluk ve uykusuzluk gibi sıkıntıları unutturdu. Bu yol üzerinde ilerlerken ben, millî gururumuz olan şeylerin aklıma gelmesiyle oluşan manevi lezzetlerin ruhumda yaşattığı derin etkiyi o an tam manasıyla hissettim. Kanuni Sultan Süleyman’ın cihangirlik duyguları hayalimde canlanmaya başladı. O fetihten fethe koşan padişahımızı sanki muzaffer ordularının başında seyredebilecekmişim gibi hayallere kapıldım ve öylece etrafa bakarak ufukta gözümün görebileceği her yeri gözden geçirmeye başladım. Sanki o gözümün önünde dizili dağlar ve tepeler, o heybetli ordunun mühimmat depoları, ağaçlar ve otlar ise o gayretli cesur askerlerin haşmetli kalabalıklarıydı. Bu manzara hayalimde sürekli olarak canlanıyor ve devam ediyordu. İşte böylesi bir kahraman ordunun karşı konulmaz bir ezici güçle girdiği bu büyük şehre bir kervan ile sokulmaya çalışmak bana ağır gelmişti.
Doğudan batıya ve kuzeyden güneye doğru olabildiğince uzayan genişliğe sahip bu ovayı arkamızda bırakıp şehrin batı yakasını çeviren geniş bir derenin kenarına geldik. Burada vadinin aşağı doğru süzülen bayırındaki yalnız kavak ağaçlarından müteşekkil ormanlık alanının arasından geçerek, nehrin ortasındaki çukur yerde bulunan köprüyü kullanıp karşıya geçtik. Karşı tarafta da benzer mahiyetteki ağaçlıklar içerisinde buluna bayırdan yokuş yukarı yola devam ettik. Buradan ilerleyince ileride dericilerin imalathaneleri olan tabakhaneleri geçip ardından kısa bir mesafe sonra da mahallelere ulaşmış olduk. Gelen geçen hayvanların bıraktıkları gübreleri daha kurumadan toplamak için kırağı düşmüş havalarda fakir evlerinden çıkıp elindeki delik deşik sepeti ile yol üzerinde bekleyen bir karı koca ile karşılaştık. Bizim kervandaki hayvanların bıraktıkları gübreleri sanki sevgilisine kavuşmuş âşık gibi bir telaşla avuçlayıp topluyordu. Bunu yaparlarken aynı anda da bu sevinç hâllerini dile getirerek bize duyuracak şekilde de beyan ediyorlardı.
Zencanlılar da aynı Musullular gibi nehrin en güzel yerlerini tabakhane yapmışlar. İyi huy ve güzel söz söyleme ahlakı Allah vergisi olup, çalışıp çabalayarak kazanılacak şeyler değildir. İşte bu üstün meziyetlerden nasiplenmemiş talihsiz insanlara görgü kuralarını aşılamanın ve nasihat etmenin hiçbir faydası bulunmamaktadır. Nasıl ki insanlardaki görünüş ve karakter, âlimlerdeki dil ve renkler çok çeşitli ise asil duygular ile konuşma güzelliği de sahibinin idrak kabiliyetine göre farklı sınıflara ayrılmıştır.
Zencan’a vardıktan sonraki ikinci çarşamba günü araba ile tekrar yola çıktım. Haydarabad, Emirabad, Haremdere ve Ağızkara istikametlerinden Kazvin’e dört konak mesafe ile ulaştım. Zencan’dan ayrıldıktan üç buçuk saat sonra Hayrabad’a yarım saat mesafede yolun sağ tarafından 1 mil uzaklıktaki çöl tarafında Safevi Şah Hudabende ile meşhur âlim İbni Sina’nın kabirleri bulunmaktadır.
KAZVİN
Kazvin, Reşt şehrinden Tahran’a kadar devam eden ve Ruslar tarafından yaptırılan ücretli çakıl yolun üzerinde bulunmaktadır. Bu nedenle de Zencan’a göre daha bayındır ve işlektir. Buraya geldiğimde şehirdeki Esadiye Oteli’ne geçip iki gece konakladım.
Ruslar bu bir karış şose yolu yetmiş beş sene imtiyaz hakkını alarak inşa etmişlerdir. Bu sayede de yol üzerinde belirli güzergâhlara zincirler gererek her geçen arabadan 3 tuman ve yüklü arabadan ise 1 kıran ücret almaktaydılar. 3 tuman 60 kuruş ve 1 kıran ise 8 metelik etmekteydi. İran hükûmetinin bu gafilliğine bakar mısınız? Halkını nasıl bir belanın içine sokarak onları soydurmaktadır. Bu küçük yol için bırakın şose yol yapmayı tren yolu bile yapılsaydı yetmiş beş yıllık bir anlaşma yapmaya değmezdi. Bu düz ovaya Rusların yaptığı şey, yalnızca yol çevresinin kürek ile biraz çukurlaştırılması ve ortasına da bir araba geçecek kadar çakıl taşı dökülerek basit ve oyuncak gibi bir yoldan ibarettir.
Esadiye Oteli’nin sahibi Hacı Mirza Tabip adında biriydi. Kendisi İstanbul’da eğitim almış tek gözü görmeyen bir şahıstı. Her ne kadar param ile kaldıysam da konaklamam esnasında özel olarak çok ilgilendi. Oteli çok temizdi. 8 kuruş yatak ücreti dışında yemekler için de ayrıca 4 kıran alıyordu. Aldığı bu ücret verdiği hizmetlerin, gösterdiği hürmetin ve otelinin temizlik ve güzelliğinin yanında hiç hükmündeydi.
Kazvin’de bulunan Hacı Rasim Hamamı benzerine az rastlanır bir hamamdır. Bu şehirde Safevilerden miras kalan güzel bir de saray bulunmaktadır.
Yavuz Sultan Selim’in oğullarından biri olan Şehzade Beyazıt dört oğlu ve 10 bin süvari askeri ile İran’a geçtiklerinde bu memlekette Şah Tahmasb’ın adiliğine ve vefasızlığına uğramıştır. O vakit bu insanlık dışı duruma şahit olan sipahiler de bunu üzerine pazarı talan ederek intikam almışlardır. Çaldıran Savaşı’nda aldıkları hezimet dahi bu intikamdan daha ileri bir seviyede olmamıştır.
Kazvin’de geçirdiğim ikinci günün sabahında arabaya binerek şehirden ayrıldım. Kenbed, Kışla, Yeni Emam ve Şahabad istikametlerinden beş günlük bir yolculuk sonrası Tahran’a ulaştım. Tahran ile Reşt arasında altı saatte bir hayvan değiştirerek gece gündüz yola devam edebilen seyahat şirketleri bulunmaktadır. İranlılar bu tür arabalara “dilican” demektedirler. Bu arabalar biraz önce bahsettiğim mesafeyi dört günde katetmektedir. Dört günlük bu seyahat karşılığında şirket 60 tuman ücret almaktadır.
TAHRAN
Rumi 1318 yılı 20 Haziran’da (3 Temmuz 1902) Tahran’a ulaştım. Deniz seviyesine 1126 metre yükseklikte olmasından dolayı kış mevsimi Erzurum’a benzemekte, Irak-ı Acem ovasının kuzey yönünde iç tarafında kalması nedeniyle de yaz mevsimleri Aydın şehrini andırmaktadır. Bu nedenlerle cayır cayır yanan yaz mevsiminde İran Şahı Avrupa seyahatine çıkmış, vekilleri, sefirler, bölgenin ileri gelenleri ve zenginler ise yazlıklarına çekilmişlerdir. Bu nedenle şehir suyu çekilmiş değirmene benzemektedir. Çünkü Tahran’ı canlı kılanlar aslında Şah Hazretleri ile buranın önde gelen şahsiyetleri ile zenginleridir. Şehirde ziyaret edilebilecek beğenilecek ve eğlenilecek gösterişli ve keyifli bir yer bulunmamaktadır. Sanatkâr esnaf ve dükkân sahipleri bile ticaret amacıyla onların peşinden yazlıklara gitmişlerdir. Neticesinde de şehrin nüfusu yarıya inmiş durumdaydı. Tahran bu hüzün veren hâliyle “Payitahtın şerefi sultandır.” cümlesini çok açık bir şekilde açıklamaktadır. Ermeni tarzı dört adet otel bulunmaktadır. Bu hüzün verici oteller de aynen mahalle arasındaki evler gibi 1 metrekarelik bir temel üzerine kurulmuş toprak çatılıdırlar. Düşük yüksekliğe sahip olan odalarının hepsi rutubet kokmaktadır.
Şehrin seçkin ve yüksek binalarından biri de Nasreddin Şah’ın yüksek bodrum katlar üzerine inşa edilmiş saraylarının çevresinde bulunan Şems’ül Emare’dir. Beş katlı olan bu yapı renkli tuğlalar ve desenli çinilerden yapılmıştır. Bina kendisine verilen ad gibi güzel ve gökyüzü temaşa edilebilir nitelikte olsa da abartılı gösteriş ve tantanadan uzaktır. Bu bina dışında olan kayda değer yapılar ise şunlardır: İki katlı olarak yapılmış Hükûmet Binası’na ait Hariciye Dairesi, Şehinşahi Bankası, Atabey-i Azam Asgar Han tarafından yaptırılan ve daha yeni tamamlanan park, şehzade Zal’ül Sultan’ın sarayı, Rusya, İngiltere ve Almanya elçilik binaları, Muhbir-üd Devlet Konağı. Bunlara ek olarak içleri güneş görmeyip rutubetli olsalar da devasa ve büyük çok sayıda kervansaray bulunmaktadır. Bazı mahallelerde dikkat çeken şehrin önde gelenleri ve zenginlerine ait evler gibi az sayıda bir kısım yapılar vardır. Bunlar da şehrin büyüklüğüne bakıldığında hiç denilecek kadar az sayıdadırlar. Tüm bunların dışındaki yapılar da genellikle alçak yapılardır.
İran’da binaların üst kısımlarına kiremit döşeme uygulaması bulunmamaktadır. Her ne kadar büyük binaların dış (çatı) kısımları sac ile kapatılmış ise de diğerleri toprak çatı şeklindedir.
Şehrin en dikkat çekici ve görülmeye değer yeri Şah Kapısı (İmam Humeyni Meydanı) müştemilatı içerisinde olan Tophane meydanıdır. Bu meydanının etrafından Şehinşahi Bankası, Umumi Telgraf Müdürlüğü, Posta Şubesi, Belediye Dairesi, Askerlik Dairesi ve Topçu Kışlası gibi resmî binalar bulunmaktadır. Bu meydanın dört tarafında altı adet büyük ve yüksek çift kanatlı kapılar bulunmaktadır ve bu kapılar ile açılıp kapanmaktadır. Farklı semtlere giden tramvayların ana dağılım istasyonu bu meydandadır. Bu nedenle bu meydan şehrin diğer kısımlarına göre fazlaca değerlidir. Meydanın ortasındaki susuz havuzun çevresi demir parmaklıklarla örülmüştür. Süs mahiyetinde havuzun dört köşesine de kale topları konulmuştur.
Şah Sarayı’nın muhafız alayı olan topçu askerlerinin konaklamaları amacıyla meydanın üç tarafında askerî yapılar inşa edilmiştir. Fakat bunlar Osmanlı topraklarında bulunan kışlalar gibi geniş koğuşları olan büyük binalar olmayıp sıradan odaları olan yapılardır. Normalde koridora açılması gerek odaların kapıları bir alttaki odanın üstü açık çatı kısmına açılmaktadır. Bu odaların her biri dört kişi alabilmektedir. Her bir odanın ayrı açılan kapısını üzerinde alçı sıva kabartma ile yapılmış aslan heykelleri bulunmaktadır. Bu sayede “İran, aslanların yeridir.” kafiyesine anlam kazandırılmak istenmiştir.
Alt katta sıralanan eski yapılı mahzenlerde ise İran askerlerinin elinde bulunan değerli topların bulunduğu askerî depo olarak kullanılmaktadır. Bu mahzenler yapı olarak (İstanbul’daki) Bab-ı Vala-yi Seraskeri Talimhanesi’nin (Askerî Eğitim Komutanlığı Binası) Mercankapı tarafına düşen köşesinde, binanın dış kısmında kalan yerlerde bulunan bakırcı dükkânlarının benzemektedirler. Aslında meydanı çevirmek için oluşturulmuş dar kemerlerden ibaret olan bu askerî depolar kapalı oldukları zaman bakkal dükkânına benzemektedirler. Tahta parçalarından yapılmış derme çatma kepenkleri her gün açılarak bu toplar temizlik ve güneşlenme için çıkarılmaktadır. Bu toplar Cennetmekân II. Mahmut döneminde Osmanlı Ordusu’nun kullandığı tunç madeninden yapılma süslü sahra toplarının aynısıdır. Bu meydanın adının Tophane olması kesinlikle burada askerî topların üretildiği anlaşılmasın. Tophane isimi bu tarzda eski top bataryalarının bulundurulmasından kaynaklanmaktadır. Bu toplar eğer ki bir gün yağlanmayıp silinmeseler tunç madeninden yapılmış olmaları nedeniyle o rutubetli mahzenlerde her tarafları yemyeşil küf hâline gelmektedir. Toplamı yarım bölük olan ve yaşları ileri askerlerden müteşekkil yelken bezi örtüsü giyinmiş askerler, dışı dağ elması gibi güzel olan bu topları bahsettiğim o bakımsız mahzenlere sokmaktaydılar. Bu ana şahit olduğum vakit ezani saat ile saat on bire yaklaşmaktaydı.
Meydanın bu bölümünden Şehinşahi Bankası yönüne doğru ilerleyip Genel Telgraf Müdürlüğü’ne bitişik kapıyı kullanarak meydandan dışarı çıktım. Buradan Sebze Meydanı’na geçerek Osmanlı Tüccar Vekili olan Pekmezyan’ın buradaki mağazasına gittim. Buraya geldiğimde tabıl, kös, nefir ve nakkare çalgılarından oluşan bir müzik sesi etrafa yayılmıştı. Her ağızdan bir ses çıkarcasına meydana gelen karışık bir gürültüden ibaret olan bu çalgı sesleri teneke ile tavşan ürküten köylülerin yaptıkları gürültüye benzer mahiyette gelişigüzel bağrışmalar şeklindeydi. Bu gürültünün ne olduğunu sorduğumda “Bu bir İlk Çağ bandosudur. Eski Fars hükümdarlarını anmak amacıyla Şah Kapısı’nda çalınmaktadır.” şeklinde karşılık verdiler. Bu durum İran hükûmetinin geleceğe yönelik adımlar atmaktansa yönünü geçmişe çevirerek her türlü gelişmeye sırt çevirdiğini gösteren bir emareydi. Bunun gibi eskiye bağımlı kalmanın verdiği kötü bir his üzerine Müslümanlık adına üzüntü duyarak acı bir duyguya kapıldım.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Saltanatın Mimarı Gazi Sultan Osman Han hazretlerinin Bursa’yı fethinden, Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u kuşatmasına kadar Doğu Roma İmparatorluğu tahtında oturan kayserleri, Trabzon Rum İmparatorluğu, Karakoyunlulardan Uzun Hasan, Karamanoğulları ve bunlar gibi türediler, Bulgar, Sırp, Ulah, Rus ve Nemse kralları, Varna’da Kosova, sırasıyla ortadan kaldırılan Avrupa güçlerini geneli, diğer yandan Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları, Mısırda kurulan Çerkes Devleti, İran’da kaftan giyine Safevilerden Şah İsmail, Şah Tahmasab ve halefleri, zorbalardan Nadir Şah, Yemende korku ile yöneten Mutahhiroğulları, Tunus ve Cezayir topraklarında zulüm yapan İspanya vahşileri, bir dönemin İngiltere’si sayılan Venedikliler, Mora Yarımadası’nı işgal eden İtalyanlar, Kanuni devrinde var olan Macaristan Bohemya ve Hersek Kralları, Fransa Kralı Fransuva Josef, Almanya İmparatoru XVI. Şarlken ve bütün Avrupa, Hindistan’da Portekizliler, Sudan ile Haraar’ın fethinde Habeş Neçeşileri, bir dönem Prut Nehri kenarında Baltacı Mehmed Paşa’ya aman diyen Rusya İmparatoru Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina ve diğerleri…
2
Salihli yakınındadır.
3
Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para.
4
Dernek
5
Kitapta orijinalinde alıntı yapılarak verilen bu bölümün tercümesi ve tamamı için bk. A. Sait Aykut, Ekrîdûr (Eğridir) Şehri İbn Battuta Seyahatnamesi: Çeviri, İnceleme ve Notlar (2 Cilt), İstanbul, 2000, Yapı Kredi Yayınları, 1. Cilt, s. 406-7. (ç.n.)
6
Fabrikada bükülen güçlü ve düzenli ipliğe denir. (ç.n.)
7
Öğrenci, şakird.
8
Öğretmen ve usta.
9
Göktaş, gökçe ve gökçek taştan gelmektedir. Çünkü Göktaş mezrası mevkisinde bulunan taşlar beyaz ve sarı renklerde olup kâse kırıklarını andırırlar. Güzel manzaralı kayraklar olan bu taşlar birbirlerine dokundurulduğunda çinkonun çıkardığı sese benzer sesler verirler.
10
Bu ve bundan sonraki şiirler çoğunlukla Farsça şeklindedir. (ç.n.)
11
Hüseyin Avni (1819 -1876) Sultan Abdülaziz dönemine denk gelen 15 Şubat 1874 – 26 Nisan 1875 tarihleri arasında sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Resmî bir toplantı esnasında silahlı saldırıda ölmüştür. (ç.n.)
12
Yılanoğulları ya da Yılanlı Oğulları, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Isparta Sancağını yöneten önemli ailelerdendir. Adlarını Eğridir Kasabasınna bağlı Yılanlı köyünden almışlardır. Daha fazla bilgi için bk. Yücel Özkaya, Anadoludaki Büyük Hanedanllıklar, Ankara, 1992, TTK Belleten 56. Cilt, Sayı 2017 s. 835. (ç.n.)
13
Salihli yakınlarından büyük bir şehirdir.
14
Sûretî Baba, Zortî Baba veya Sorî Baba’nın Eğirdir’in meşhur yerlerinden Selçuklu eseri Baba Sultan Türbesi’nin türbedarıdır. Asıl Adı Mürsel olan Baba Sultan (ölüm 1370-1380 arası) Hacı Bektaş-i Veli’nin torunlarındandır. Bu, Eğirdir’de Bektaşiliğin bulunduğunu göstermektedir. Öyle ki Zeynîlik ve Mevlevîlik’ten daha eski olduğuna dair izler taşıdığına dair bk. Mehmet Altunmeral, Hızırnâme’de Eğirdir ve Eğirdirli Velîler, Ağustos 2013, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2, s. 504-509. (ç.n.)
15
Topu.
16
Yaklaşık beş kilometrelik bir uzunluk ölçüsüdür. (ç.n.)
17
Ahmet Vasıf Efendi (öl. 1806) Osmanlı vakanüvisi ve devlet adamıdır. Bağdat doğumlu olup ilk eğitimini burada almıştır. Gençliğinde yazı üzerine kendini geliştirmiştir. Gittiği Halep’te şehrin valisi Gül Ahmedpaşazâde Ali Paşa ile tanışmış ve o da kendisini kütüphaneciliğine atamıştır. Bu şekilde başlayan Osmanlı memurluğu sonrası OsmanlıRuslar’ın Yenikale’yi kuşatmasında (1771) esir alınıp Petersburg’a götürülmüştür. Fakat bu esaret, onun tanınmasına ve üst düzey memuriyetlere yükselmesini sağladığı gibi o dönemde katıldığı siyasi görüşmeler de ufkunu genişletmiş ve giderek dış ilişkilerde uzmanlaşmasını sağlamıştır. Çeşitli inişli çıkış dönemlerinden sonra nihayet 4 Ağustos 1805’te reîsülküttâb tayin edildi ve böylece kariyerinin zirvesine ulaştı. En önemli eseri vakanüvislik çerçevesinde kaleme aldığı, Vâsıf Târihi olarak tanınan Mehâsinü’l-âsâr ve hakāiku’l-ahbâr’ olduğuna dair bk. Mücteba İlgürel, “Vâsıf Ahmed Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/vasif-ahmed-efendi (ç.n.)
18
Şiir Arapça olup Türkçeye uyarlanarak çevrilmiştir. (ç.n.)
19
Ceyhan Nehri’nin eski adı Pyramos’dur. Kidnos ise Berdan ya da Tarsus Çayı’nın eski adıdır. (ç.n.)
20
Kavalalı İbrahim Paşa (1789-1848), Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın (1769-1849) oğludur. Babası Osmanlı’ya karşı çıkardığı isyan sonrasında Mısır’da kurduğu 1805-1953 yılları arasında Mısır’ı yöneten hanedanlığın kurucusudur. Kendisi de bu hanedanlığın kurulmasında çok etkin görevler almıştır. (ç.n.)
21
Rum suresi, 30/1-3.
22
Yukarıda adı geçen Bedri o zamanlar Ali Bey ile birlikte haberleşme memuruymuşlar. Ali Bey’in buna neler yaptığını kendisi anlatsın da siz de dinleyin.
23
Güneşten kinaye olan bu heykelin önünde insanı kurban etmek, küçük çocukları ateşe atmak gibi vahşi dini görevleri vardı.
24
Asıl adı “Tauras” olmakla beraber konuşma dilinde Toros denir. “Bağa Dağı” da denilmektedir. (ç.n.)
25
Kökeni Grekçe kaiser kelimesinden geldiği iddia edilen kayser unvanı Osmanlı Türkçesinde de Roma imparatorlarını ya da serzarlarını anımsarken tercih edimektedir. Araplar’ın Roma ve Bizans imparatorları için kullandıkları unvan olan kaiser kelimesi için bk. Işın Demirkent, “Kayser”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https:// islamansiklopedisi.org.tr/kayser. Sadeleştirme esnasında Kayser unvanları imparator olarak çevrilmiştir. (ç.n.)
26
Taş atmaya yarayan ipli ve taş torbalı ilkel bir silah.
27
Puşto, Köroğlu’nun Puştavı’na taktığı ismin farklı hâlidir.
28
Yusuf Nabi (1642-1712), divan edebiyatı şairidir. Fakat kayıtlarda bu şiir yine divan edebiyatı şairi olan Şair Bâki’ye (ö. 1600) aittir. “Gökyüzünün güneşi yolları ipekli kumaşlarla döşedi; çünkü bahar sultanı çimen ülkesine teşrif etti.” şeklinde sadeleştirlen Bâki şiirleri için bk. İsmail Soyyiğit, Bâki’nin Kasidelerinde Edebî Tasvirler, İstanbul, 2006, Yüksek Lisans Tezi, s.47. (ç.n.)