Читать книгу Kaharlı Altay (Jaksılık Samiytulı) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Kaharlı Altay
Kaharlı Altay
Оценить:

5

Полная версия:

Kaharlı Altay

Salonun içi oldukça güzel döşenmişti. Salonun tavanı, tahta ile astarlanmış parkeydi ve birbirine geçen daireler şeklinde süslerle bezenmişti. Salonu biri oldukça büyük, diğer dört tanesi ona eş değer Sovyet yapımı avîzeler aydınlatıyordu. Büyük pencerelerde duble perdeler vardı. Kalın perdeler, siyah ve içindeki tülleri, pembe renkliydi; Sovyet malı oldukları anlaşılıyordu.

Osman Batur, etrafına dikkatlice baktı ve belli belirsiz iç geçirdi. Kendisini aşağılanmış hissediyordu. “Kazak halkı, çok bahtsız bir halk. Biz koyunlarımızı güderek, ayranımızı içerek keyiften dört köşe otururken, komşu memleketler ve toplumlar nasıl da ilerlemişler. Bütün Altay bölgesindeki en güzel ev, Şerifhan Töre’nin geçen sene yaptırdığı kışlağı olsa gerek. Burayla karşılaştırınca, o evi, ev diye göstermek bile ayıp olur. Bizde zenginlik yok mu? Tabii ki var. Başka zenginliklerimiz bir tarafa, evlerimizin duvarlarını mücevherlerle bezemek istesek dahi bizim topraklarımızın mücevherleri yeter de artar bile. Bu zemindeki tahtalar, bu kapıların yapıldığı ağaçlar, Allah bilir ya, tastamam Altay bölgesine aittir. Kazakların şu andaki en büyük eksikliği, sanat… Sanata yönelmek… İşte buna çalışmak lâzım. Çinliler ve Ruslar gibi sebat ederek bunu öğrenmek gerekir. Artık biz de bunları halletmeliyiz; en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlar.“

Bugünkü davetlilere hazırlanan masa oldukça zengindi. İle Bölgesi’nin elmaları, Turfan’dan gelen üzümler, Kumul’dan gelen kavun ve karpuzlar, Şonjı bölgesinin beyaz buğdayından yapılmış çörekler, Altışehrin armutları, cevizleri, şeftalileri.. sadece, şu andaki sahibi farklı. Onların şimdiki sahibi General Jang Jijung idi.

Davet sırasındaki açış konuşmasını ev sahibi olarak General Jang Jijung yaptı. Kazakları methetti. Osman Batur’a iltifat etti. İkinci olarak General Sung Shiliang da benzer sözlerle konuştu. Bütün bu konuşmalardan sonra sıra göstericileri seyretmeye geldi.

Uygurların meşhur dansçısı, uzun örgülü saçları topuğuna kadar uzanan güzel, elma yanaklı, yay kaşlı Kamber Hanım binlerce kere kıvrılarak, bükülerek, dönerek, fırıldak misali daireler çizdiği zaman, bunu seyreden Kazaklar, şaşkınlık ve hayranlıkla baka kaldılar.

– Bu kız mı, yoksa kukla mı?

– İnsan değil, adeta şeytana benziyor.

– Daha çok periye benziyor.

– Kudretine kurban olduğum Allah’ım böyle güzeller de mi yaratıyormuş! Bu gösterişli vücut, bu endam, bu hareket! Güzelliğine kıyafet ve hareketleri de ne güzel yakışmış. Nasıl güzellik bu! dedi Şamsiya.

– Hadi canım sende! dedi buna alınan Bayan Hanım. “Bu süslenmiş, çıkmış; gösteri yapıyor. Bunun gibi, senin de kaşını, gözünü boyasalar, ipeklere tüllere sarsalar; sen, ondan güzel olursun. Başka hiçbir iş yaptırmadan, hiç zorluk çektirmeden, elini ayağını şöyle düzene sokarsan, birinden özel dersler aldıktan sonra dans edersen; sen değil, ben bile bin kıvrılır, kirman gibi dönerdim. Her gördüğüne heveslenmenin âlemi yok. Dışı parlıyorsa da içi kimbilir nasıl da tir tir titriyordur. Her gördüğünüze özenerek altın başınızın değerini azaltmayın. Bu dünyada, insana en çok lâzım olan şey, kendisini dürüst ve düzgün olarak tutabilmektir. Daha sonra kendine güven, saygı ve dayanıklılık lâzımdır. İnsan ruhunun zirvesi ve insanın gerçek değeri, işte bunlardır. Bayan Hanım’ın bu sözlerinden sonra hanımlar tarafının sesi kesildi. Bundan sonraki fısıltılar, erkekler arasından çıkıyordu.

– Tüh be! Elimize geçmez ki böyle bir âhû! diye arkalardan bir adam iç geçirdi.

– Peh peh yiğidim, ümidine peh!

– Rüyanda bile göremezsin böyle güzeli! dedi bazıları.

– Ahh! Yalan dünya! diye kasvetlendi bir diğeri.

– Herşey fâni bu dünyada, desene! dedi yine kalın bir erkek sesi.

Artık sıra, Kazakların meşhur şairi Abdülkerim Intıkbayoğlu’na gelmişti. O ortaya, başına hiçbir şey giymeden çıktı. (Kazak geleneğine göre erkekler başında başlıksız dolaşmazlar). Saçını, davetten önce çok kısa kestirmişe benziyordu. Avizelerin güçlü ışıkları altında tepesi parlıyordu. Başı küçüktü, ama gözlerindeki ateş, daha çok dikkati çekiyordu. Beyaz ipek gömleğinin yakasını eliyle düzelterek biraz rahatlamaya çalıştı ve “Osman Batur’a İthaf” diye gürleyiverdi. Elinde ne dombırası ne kağıdı ne de kalemi vardı. Bu orta boylu Kazağı bazıları ilk başta önemsemedi. Topluluktan sesler yükselmeye başlamıştı ki şairin vücuduna hiç uygun olmayan ve yaralı aslan misali kükreyen bir ses, dinleyicileri bir anda susturdu:

Daralmış dağ ile taş arasındaMüslüman, tehlikeler karşısında.Kim çıktı ona karşı?Osman Batur çıktı!Ağlayan halk, Allah’a yalvardığında,Mahpusa bütün iyiler toplandığında,Birçoğunun canına kıyıldığında,Kim çıktı buna karşı?Osman Batur çıktı!Ağlayan halk, Tanrıya yalvardığında.

Şairin sesi gittikçe yükseldi. Yumruklarını taş gibi sıkmış, sağ elini yukarıya kaldırmış ve ağırlığını iki ayaklarına sırayla vererek hiddetle okuyordu şiirini. Hiddetle gürlüyor, iki avurdu sinirden şişmiş; gıcırdayan dişleri, yuvalarından fırlayan gözleriyle, kırmızı yüzündeki öfkeyle volkan gibi patlıyordu.

– Peh peh, ne kadar da hiddetli! Neredeyse patlayacak hiddetten!.. dedi Jetpis, heyecandan yerinde duramaz hâlde ileri geri sallanırken. İlham gelmiştir. Böyle eşref saatlerinde sanatçıların gözü hiçbir şey görmezmiş, diye fısıldadı, – Gerçek şairler, işte böyle olurlar. Şimdi o, kendisini yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak değil, ilâhi bir varlık olarak hissediyordur. Şimşekler yağdıran bulutların üstünde yürüyormuşcasına.. diye ekledi Keles Batur. “Bunlar da ilham geldiği zaman baksışamanlara benzermiş. Bunların da kutsal perileri olduğu söylenir. Onun için şimdi bu şair, insanların dünyasından değil, ilâhi varlıkların dünyasından sesleniyor.”

– Gâliba gerçek şiir, yeryüzündeki güçlerden değil, gökyüzünün yedi kat yukarısındaki cennetle cehennemin arasında doğarmış gibi.. diye ekledi Küniyaz Molla.

Sahnedeki şair ise artık hasret mısraları okuyordu:

Saklandın Altayların zirvesindeGeceledin buzulların tepesindeKış kıyamette demir kazık yıldızını yastık ettin Kışın buz ve ayazına dayandın sen.Görmüştük uzağı da yakını da, Nam ve şöhret düşkünü baturları da Hakikî vatan oğlu Er Osman’dır.Ne Rus’a ne de Çin’e satılmamıştır.Yaradan nusret versin sanaRastlatmadan zâlim düşman celladınaBenim zirvem, kahramanım koruyucumsun sen Halkı düşmana karşı koruyacak kalkan oldun.Selam olsun Altayların altın zirvelerine Oradaki On iki Abak Boylarına batır halka Hantengri’nin zirvesinden bakıyoruzBizler de duacıyız Oşıng 26 Kahraman’a.

Şair son bir defa Osman Batur’a baktı ve kaskatı kesildi. Biraz önceki hiddet ve öfkeden eser kalmamış. Herşeyini aktarmış, dökmüş; sadece hayâleti kalmış gibiydi. Kopan alkış tufanı arasında geri geri giderek gözden kayboldu.

Osman Batur’un yüzünde sabırlı bir sevinç vardı. Yüzünde parıltılı bir ışık belirmişti. Yanaklarının ucundaki kırmızılık da açık seçik hâl almıştı. Bu kızıllık, hâlâ buruşmamış olan boynuna kadar yayılıyordu. Gözbebeklerinde saklanmış bir mutluluk vardı. Başkalarına sezdirmemek için ne kadar uğraşsa da etrafa yavaşça göz gezdirirken, keskin gözlerindeki gururu görmemek mümkün değildi. İki tarafında oturan Yang ve Sung isimli iki generalin de hâlini göz ucuyla inceledi. Başını dikleştirmiş ve vakur bir şekilde oturuyordu. Kırklı yaşlarını geçmiş olmasına rağmen, hâlâ vücudundaki pehlivan gücünden hiçbir şey kaybetmediği belli oluyordu. Sırtı, hâlâ kabarıktı. Omuzları, hâlâ yüksek; göğsü, hâlâ şişkin; yanında oturan o iki kişiden çok daha gösterişli, yüksek duruşlu; büyük kemikli, iri ve pehlivan bilekli kahramana, uçları aşağıya doğru sarkık bıyıkları ile gür sakalları, oldukça heybetli bir ifade veriyordu.

Şiir okunurken, o da oldukça duygulanmıştı. Gerçek mi, değil mi? Hakikaten, böylesi büyük bir kahraman mı olmuştu? Daha önce hiç gelmediği bu Urumçi şehrinden, bu Tanrı Dağlarının Erenkaburga eteklerinden, Bogda Dağlarının bu yaylalarından duyulan bütün bu methiyeler, gerçekten münasip miydi? Bunlar, gerçekten yürekten çıkan hisleri, doğru mu yansıtıyordu? Eğer böyleyse, uzakta olsa da bütün Kazakların niyeti, Müslümanların dileği, kendisinin yaptıklarını destekliyordu demek ki. bu durumda, kendisinin bel bağladığı dağlar yüce, dayandığı beller, güçlüymüş demek ki“ şeklinde ruhani bir inançla gelen can sevincini hissetti yüreğinde. Yüreğinde olağanüstü bir mutluluk güçlendi ve yükseklere doğru kanat çırparcasına havalandı. Fakat hiç sesini çıkarmadı, Herşeyi kendi içinde hapsetti. Bu mutlu duyguları başkalarının anlamasından kıskanırcasına saklamak, şairin söylediklerini sadece kendinde tutmak istermiş gibi içine kapandı. Sadece yanında oturan Küniyaz Molla, heyecandan haykırarak yerinden kalktı:

– Vayy, şairim benim, neredesin canım kardeşim? Gel buraya, alnından öpeceğim!” diyerek heyecanla seslendiği zaman, Batur kendine gelir gibi oldu.

Tam bu sırada Keles Batur yerinden kalkmış, Küniyaz Molla’nın kolları arasında duran ve Osman Batur’a doğru başını eğerek selam veren şairi elinden tutarak sahneye yeniden çıkardı, Kamber Hanımı da çağırdılar ve ikisine de iki tane “tay tuyak” diye adlandırılan beş yüz gram ağırlığında gümüş hediye ettiler.

Bundan sonraki üç gün boyunca da devamlı davetler, yemekler birbirini izledi. Urumçi şehrinin vâlisi Kadıvan Hanım, Urumçi şehri adına; Alen Vang ile Maliye Bakanı Canımhan Hacı, Salis ve Zekeriya, Urumçi’deki Kazak-Kırgız Cemiyeti olarak davet verdiler. En son olarak da, bütün eyaletteki Uygurlar Cemiyeti adına Mehmet Emin (Buğra) ile İsa Yusuf (Alptekin)’un davetine icabet edildi.

Osman Batur’un endişesi, misafirperverlikle ilgisi olmayan çok başka bir konu üzerinde yoğunlaşıyordu. Sung Shiliang’la beraber yaptıkları birkaç toplantıdan sonra, bin kişilik bir ordu kurmak için anlaşmaya varıldı. Jang Jijung ile Sung Shiliang –iki general- ikisi ile defalarca teke tek konuştuktan sonra; Osman Batur’un Çin Cumhurbaşkanı Çan Kayşek’in nezdinde kahraman bir kişi olduğu hatırlatıldı ve onun Çan Kayşek hatırına Nankin’e gitmesi; Gomindahuy’a (Gomindang idaresi), yani bütün Çin parlamentosuna katılması teklifi yapıldı. Osman Batur, buna çok istekli görünmedi. Sonradan, Jetpis’in tercümanlığı aracılığıyla, bizzat onu ve diğer silah arkadaşı Keles’i bu toplantıya göndermeyi düşündüğünü ifade etti.

Osman Batur’un gerçekleştirmek istediği en büyük maksat, Urumçi’de bulunan Amerikan Konsolosu Pakston ile görüşmekti. Urumçi’ye gelmekteki gayesi de zaten buydu. Amerikalı Konsolosun da Kazaklara ne kadar yardımcı olabileceğini bizzat görüşerek, kendi tecrübeleriyle anlamaktı. Son senelerde, birçok memleket temsilcisiyle tanışmış. Ruslarla, Moğollarla görüşmüş ve gerçek niyetlerini anlayınca, onlardan bütün ilgisini kesmek durumunda kalmıştı. Şimdi Çinliler de Osman Batur’u avuçlarına almak ve kendilerine çekmek için herşeyi deniyorlardı. Fakat Osman Batur, bunların karakterini de daha önceden çok iyi bilirdi. Başları derde girdi mi, “ağam, paşam” derler ve bulutun rengi döner dönmez, kendilerine güven gelir gelmez, geçmişte verdikleri sözlerin hepsini unuturlar; vaadler, yeminler hatırlanmaz ve daha önce hiç karşılaşmamış insanlar gibi yabancılaşıverirlerdi. Yarın, öbür gün, böyle bir ihtimâl karşısında bize destek verebilecek Amerika adında bir zirve var mı; yok mu? Bunu öğrenmek gerekiyordu. Böyle bir düşüncenin gerçekliğini öğrenmek amacındaydı.

Sonunda, buna da fırsat çıktı. General Sung Shiliang, sözünü tuttu. Temmuzun 17’sinde kendi makam arabasıyla Ma Shiangshiang (Omar) isimli Düngen’ı Suy Mogu’ya gönderdi ve Osman Batur’u görüşmeye çağırdı. Yanında başka kimseyi getirmemesini, eğer getirecekse, sadece çok güvendiği bir, iki kişiyi getirmesini tembihledi. Osman Batur, kendisinin vazgeçilmez danışmanı Küniyaz Molla ile Jetpis, Keles ve Jeksen’ı götürmek istedi. Bayan Hanım, Şamsiya’yı çağırarak gizlice fısıldadı. Sonra Osman Batur’u odaya çağırdı ve kapıya nöbetçi dikti:

– Batur, tanıdık yerde, kendiniz, değerlisinizdir. Ama tanımadığınız yerde, kıyafetiniz, hürmet görür. Kıyafetlerinizi değiştirelim, diyerek Batur’un elbiselerini değiştirmesine yardım etti. Terzi elinden yeni çıkmış kıyafetler giydirerek uğurladı.

Osman Batur’lar geldiği zaman, General Sung Shiliang’ın yanında, daha önceden Osman Batur’un ziyaretine gitmiş olan Mackiernan isimli Amerikalı vardı. Osman Batur, onu hemen tanıdı. Birlikte üç dört gün geçirmiş ve onu Altın Obanın zirvesine götürmüştü. Orada Mackiernan Beytik Dağlarının haritasını çizerken, Moğol sınır muhafızlarının birisinin kurşunu Mackiernan’ın şapkasını uçurmuştu. Oldukça korkmuş olan Mackiernan, geri Osman Batur’un evine döndüğü gece de rahatlayamamış ve gece boyunca kabuslarla uyanmıştı. Osman Batur ona şakayla karışık olarak:

– Mirza, kurşundan korkanlar, bizim avula gelmesinler. Çünkü kurşun korkakları gelip bulur, diye gülmüştü.

İşte, o zaman gördükleri Mackiernan, şimdi karşılarındaydı ve görür görmez yerinden kalktı ve Osman Batur’u sıcakkanlılıkla karşıladı. İnsanlıktan nasibini almış biriydi.

Tam bu sırada, Sung Shiliang, Osman Batur’a yanında oturan başka birisini tanıştırdı.

– Osman Batur, sizin çoktan beri tanışmak istediğiniz Başkonsolos Pakston Mirza budur. Mackiernan Mirza ile önceden tanışıyordunuz, dedi Osman Batur’a karşı oldukça iltifatkâr bir tavırla.

Osman Batur da, Pakston da karşılıklı birbirlerini sınarcasına bakıştılar. Pakston da Mackiernan gibi iri yapılı, beyaz yüzlü, sarı saçlı, kalkık burunlu, yakışıklı biriydi. Osman Batur’dan önce konuşmaya başladı.

– Osman Mirza, sizinle tanıştığıma memnun oldum. Siz kahramansınız, yürekli adamsınız. Sizin kahramanlıklarınız hakkında önceden de çok şeyler duymuştum. Sadece ben değil, sizi Amerika Birleşik Devletler Hükümeti de tanır. Özellikle bu seneki Beytik Dağı olayları, sizin ününüzü bütün dünyaya duyurdu. Bizim ABD Başkanımız Roosevelt, İngiltere Başbakanı Churcill ve dünyadaki birçok memleket, sizin mücadelenizi dikkatle izlediler. Biz sizinle dostuz, dedi ağır ağır konuşurken ve içeriye kaçmış gözlerini dikmiş bakarken.

– Amerika’yı duymuştum. Mackiernan Mirza’yla konuşmuştum. İnsanlık sahibi bir kişidir. Eğer hepiniz böyleyseniz, sizlerle işbirliği yapmak mümkün gibi görünüyor, dedi Osman Batur, özellikle onları sınamak maksadıyla.

Pakston gülümsemekle yetindi ve:

– Eğer Mackiernan Mirzayı beğendiyseniz, bizleri de beğenebilirsiniz ümidindeyim, dedi şakayla karışık.

– Bunu söylemekteki maksadım… dedi Osman Batur, yüreğindeki samîmîyeti saklamak gereğini duymadan.. ”Ben Kazak’ım. Biz çevredeki birçok memleketle ilişkiye giriştik. Çoğunun hatırını kırmamak için onların taleplerini geri çevirmedik. Fakat onlar, kendi çıkarlarına uygun olmadığı zaman, hemen bizi sattılar. İşte bu yüzden Kazaklar’ın, kimseye güveni kalmadı ve biz bundan oldukça korkan bir halk olduk.”

– Onlar size gününüzü gösterecekler. Bütün suçu size yüklerler de herşeyden sizi sorumlu yaparlarsa, ne yaparsınız? diye sordu, mavi gözlerini dikerek dimdik bakan Pakston.

– Ben, şahsen hiç kimseye kötülük yapmadım. Kazaklarda bir atasözü vardır: “Kurt da yoldaşına kötülük yapmaz.” diye. İşte biz bunu öğrenerek büyüdük. Ama onlar, olmadık taleplerde bulunurlarsa, kimsenin gözünün yaşına bakmayız.

– Peki bize karşı?

– Sizlerin böyle vefasızlıklar yapmamanızı dilerim.

– Peki böyle bir ihtimâl oldu farzedelim!? dedi Pakston. Özellikle sınamak için sormuştu bu soruyu.

– Benim en kıymetli kutsalım, halkımın esenliği; vatanımın, toprağımın bütünlüğü. Eğer ona dokunmaya kalkan olursa, o zaman sizlerle de son nefesime kadar savaşırım. Ne ben yaşarım ne de siz yaşarsınız. İki ihtimâlden biri olur! dedi Osman Batur, General Sung Shiliang’a da göz ucuyla bakarken. Son sözlerini, özellikle üstüne basa basa söylemişti.

Pakston, bu sözleri duyunca, kahkahayı bastı. Onunla beraber Mackiernan da, Sung Shiliang da güldüler.

– Öyle. Tastamam öyle, Mirza! diye tekrarladı Osman Batur kararmış katılaşmış yüzünü bir milim bile yumuşatmadan ve Pakston’un ciğerinin içine bakarmışcasına gözlerini dikerek.

– Anlaşıldı, Osman Batur Mirza, dedi Pakston, eski aklıselim sükûnetine bürünerek. Kahramansınız. Sözünün erisiniz. Ben de sizin nasıl biri olduğunuzu merak etmiştim. Dışarıdan, başka kaynaklardan çok çeşitli söylentileri de duyuyoruz. Artık sizinle işbirliği yapabileceğimize kesinlikle inandım, dedi yerinden kalkarak bembeyaz elini uzatırken. Osman Batur da onun uzattığı elini kendisinin iri, sert eliyle sıkıca tuttu.

Pakston ile Osman Batur’un karşılıklı birbirlerini sınamaları böylece sona erdi. Şimdi iki taraf da birbirlerine hürmetle yaklaşarak, önemli gördükleri konuları konuşmaya giriştiler.

Pakston, Osman Batur’a kendi durumunu, Amerika’nın kuvvetli ve büyük bir güç olduğunu anlattıktan sonra ilk soru olarak, – Sizin bizden talebiniz nedir? diye sordu.

– Ben sizden herşeyden önce erkeklik, erlik istiyorum! dedi Osman Batur.

Pakston, birden döndü ve Osman Batur’un yüzüne gözlerini dikti. Onun cevabı, hem manalı hem de astarlıydı. Herkesten farklı bir karakteri olduğu aşikârdı tabiî. İşte bu yüzden gâliba, konuşma tarzı biraz dobra, ters gibi görünse de, sözleri, gerçekten yüreğinden çıkan sözlerdi.

– Sonra?.. dedi Pakston.

– Sonra.. biraz önce kendiniz de bahsettiniz. Ben de eskiden beri Amerika’nın gelişmiş, endüstriyel gücü ilerlemiş, her türlü silah ve mühimmatı olan, onları yapabilen, hatta atom bombasını bile îcad eden, daha da ötesi bütün Mançuryayı istilâ ederek Çin’i tamamen ele geçirmeye çalışan, dünyada Samuray namıyla ün salan Kanton Ordusu’nu, büyük Japonya’yı, atom bombasıyla yenen bir ülke olarak tanıyorum. Bizim Kazak Halkının toprakları büyük olmakla birlikte nüfusumuz az; gücümüz yok, eğitimimiz yok; üstüne üstlük, bizden güçlü komşularımızın arasında kalan bir halkız, dedi ve durakladı. “Bu Sung Mirza, şimdi yardım ediyor olmasına rağmen, günün birinde, bizden şüphelenmeyecek ve bizi kontrol altına almayacak diyemem.” demek istemesine rağmen, kendini tuttu. Kendi kendisine “Kâfirin gönlünde olsan da, gözünün önünde olma,” deyimini hatırladı.

– Bu yüzden.. diye ilâve etti. …Bize iyi ve yeni silahlar veriniz. Size en başından biraz bahsedeyim. Biz önceleri Sovyetler Birliği’nden, Moğolistan’dan silah yardımı aldık. Fakat onların hiçbirini bedavaya vermediler. Bizim vatanımızın Altay Dağları olduğunu bilirsiniz. Bu dağlar, bütün dünyada Altın Dağları olarak bilinir. 1764’te burada ilk altın madeni açılmıştı. O tarihten beri bu bölgeye herkesin ağzı sulanıyor. Eskiden sizin vatandaşınız N.R. Donberoy isimli Amerikalı da gelip görmüştü. İşte biz, aldığımız silahları o altınlar karşılığında aldık.” dedi Osman Batur. Daha sonra Pakston’dan yüzünü çevirdi ve Küniyaz Molla ile Jetpis’e baktı. “Jet-pis, sen benim dediklerimi General’e anlat. Hadi Küniyaz Molla, siz de bu sözleri, Pakston Mirza’ya kendi dilinden anlatınız.”

– Bu baş belasını unutmuş da olabilirim belki!.. diye yüzünden kanı çekilen Küniyaz Molla, biraz durakladıktan sonra, ağzında sıcak patates olan birisi gibi, dilini kıvırıp bükerek İngilizce tercümeye başladı.

Osman Batur’un söylediklerini deminden beri Çince tercümeden dinleyen Pakston, aniden İngilizce’yi duyunca şaşırdı ve önce Mackiernan’a döndü. Arkasından, Hindistan telaffuzuna yakın bir İngilizceyle, biraz da duraksayarak konuşan kişinin, deminden beri dilsizmişcesine oturan uzun karabıyıklı, seyrek kara sakallı, avurtları çökük kara Kazak’tan olduğunu anladığında, gözlerine inanamamışcasına bakakaldı. Sung Shiliang da kendisine Çince tercüme yapan Jetpis’i yarım kulağıyla dinlerken Küniyaz Molla’nın İngilizce çevirisini şaşkınlıkla izliyordu.

Küniyaz Mollanın çevirisini dinledikten sonra, bir süre daha şaşkınlıktan sessiz kalan Pakston:

– Osman Mirza, sizin ne maharetli adamlarınız varmış! diye şaşkınlığını dile getirdi.

Geçenlerde, Osman Batur hakkında sohbet ederken, Pakston Sung Shiliang’dan Osman Batur’un nasıl biri olduğunu sormuştu.

– General Mirza, lütfen gerçeği söyleyin. Bu Kazaklar nasıl insanlardır? demişti. O zaman, Sung hiç duraksamadan:

– Siz Amerikalılar, herkesi dış görünüşüne göre değerlendirirsiniz. Ama biz Asyalılar… diyerek, duraklamış, sonra “..bunlar, Kazaklar; bunlar cahilin dik alasıdırlar; ama kahramanlığın da dik alası bunlarda vardır,” demişti. Bu değerlendirmeyi, Çin’in 2400 sene önceki alimi Lao Zın’ın sözleriyle ispatlamıştı. Çin’in bu filozofu eskiden “Ezelden beri dünyanın kilidini elde tutanlar; halkları, hiçbir şey öğretmeden cahil olarak tutanlardır. Çünkü cahiller, kahraman olur.. Buna karşılık, eğitimli olmak, değerli değildir. Tam tersine, halkı cahillikten ayırmamak gerektir. Eğer insanlar çok akıllı olursa, aklını kullanarak kötülüğe sapabilirler..” diye öğütlemiş Çinlileri.

Pakston, bunu hatırladı ve başını salladı. Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra iç geçirdi. Şimdi herşeyi daha iyi anlamaya başlamıştı. Bundan sonraki kararlarını verirken, onun Anglosakson kanından gelen dürüstlük ve mantığı üste çıktı.” Osman Mirza, sizinle tanıştığıma gerçekten memnunum. Eğer tanışmamış olsaydım, içimde mutlaka bir pişmanlık olacaktı. Sizi ve sizin sayenizde Kazak halkını da bugün daha iyi anlamaya başladım. Sizlere elimden gelen yardımı yapmaya karar verdim. Biraz önce siz silah, mühimmat yardımı konusundan bahsettiniz. Öyle silahlar bizde var. Fakat onları kullanabilecek, silah kullanmayı bilen kadroya ihtiyacınız var. Bunun için siz, öncelikle, Amerikaya gelebilecek ve teknolojiyi öğrenebilecek öğrenciler gönderin. Bu birinci teklif..” dedi Pakston duraksayarak, Osman Batur’un cevabını beklermiş gibi.

– Olur. Biz de zeki çocuklarımızı göndereceğiz. Buna hazırız, dedi Osman Batur sevinçle.

– İkinci olarak… Pakston sözüne devam etti. “…Amerikalılar ve Amerika Hükümeti, sizden hiçbirşey istemez. Bütün istediğimiz sizin de bizim gibi saygın, eşit, egemen, bağımsız, hür ve mutlu olmanızdır. Sizin bu uğurda yaptığınız savaşta biz, elden geleni esirgemeyeceğiz!” dedi ve yerinden kalkarak Osman Batur’la ikinci defa büyük hürmet göstererek tokalaştı.

Bu hareket ve sözler, Pakston’un samîmîyetini gösteriyordu. Bundan sonra, masasının çekmecesinden çıkardığı Palenin marka tabancayı Osman Batur’a hediye olarak sundu.

– Size gösterdiğimiz özel saygının bir hatırası olarak bu küçük hediyeyi kabûl buyurmanızdan büyük mutluluk duyacağım! derken oldukça samîmî görünüyordu.

Osman Batur, Urumçi’ye geldiğinden beri bütün istedikleri yerine geldiği için, sevincinden bütün gece uyuyamadı. Bayan Hanım’la ikisi için özel bir ev ayırmışlardı. Fakat bu evde geceleri hiç kimse yatmıyordu. Bayan Hanım, uyumak için her gece, gizlice bu evden çıkar ve Zavkiya’nın yanına gidip yatardı. Osman Batur’un ise nerede uyuduğunu kimseler bilmez; ancak şafakla birlikte herkes, onu evlerin biraz ötesindeki tepenin başında görürdü.

Osman Batur, bu sabah da aynı adetini tekrarlayarak evlerin yakınında bulunan bir tepede otururken, uzaktan Urumçi tarafından gelmekte olan bir otomobilin tozunu farketti. Anlaşmaya göre, bugün Çin ordusuna mensup askerler buraya gelecekler ve çeşitli askeri tatbikatlar ve gösteriler yapacaklardı. Erkenden geldiklerine bakılırsa, bunlar olmalı..” diye düşünen Osman Batur, evlerin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Bayan Hanım, Keles ve Küniyaz Molla ile birlikte kahvaltıya oturdular. Dünden beri oldukça sevinçli olan Osman Batur’un bu neşesi devam ettiği için, kahvaltı sırasında Küniyaz Molla’ya iltifatkâr davranıyordu.

Bugün, Urumçi ziyaretinin son günüydü. Eyâlet Başkanı Jang Jıjung gelmemiş, yerine General Sung Shiliang’ı göndermişti. Bunlarla beraber, bütün ziyaret boyunca Osman Batur’a yakın duran Kazak, Kırgız, Uygur ve Dünganlerin hepsi; Alen Van ve Kadıvan Hanım’la beraber bütün Türk Müslüman takım, tamamıyla gelmişlerdi. Osman Batur, gelenlerin hepsiyle güler yüzle konuştu; hatır sordu, sohbetleşti ve teşekkürlerini bildirdi.

Bir vâdide hazırlanan alanda, Çinli askerler, çeşitli askeri oyunlar sergilediler. Tankları, diğer zırhlı araçları ve kamyonları ile uzun bir kervan misâli gelen askeri konvoy, gövde gösterisi yaparmışcasına etraftan ilgi topluyordu. Üniformalı ve silahlı piyâde bölükleri, tören yürüyüşüyle davetlilerin önünden geçerken, “askerin olacaksa bizim gibi olsun” dedirtmek ister gibiydi.

Geçit töreni bitti. Osman Batur’la bir ara başbaşa kalan Sung Shiliang, süklüm püklüm bir subaya bir şeyler söyledi. Ziyakan da Osman Batur’a tercüme etti.

– Şimdi atış gösterilerine başlayacaklar. Deminki subaya “keskin nişancıları getir emri verildi. Dün gördüm onları; hepsi keskin nişancılardı. İki yüz metre uzaktaki şişeyi, tek atışta parçalıyorlar. Sizin de nişancılarınızı davet edebilirler. Böyle bir şeye hazır mısınız? dedi.

– Biz, bunlar gibi, sarhoş olmak için içtiğimiz içki şişelerini hedef yapacak kadar boşta gezmiyoruz! derken, Osman Batur, kendi adamlarını gözden geçiriyordu. “Herhâlde bizim yiğitler de namusu elden bırakmazlar.”

bannerbanner