Читать книгу Kaharlı Altay (Jaksılık Samiytulı) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Kaharlı Altay
Kaharlı Altay
Оценить:

5

Полная версия:

Kaharlı Altay

– Değerli kardeşler, avuldaşlar, kader birliğindeki Kerey kardeşler! Bugün başımızda bütün dertlerden daha büyük iki dert var: Birincisi, göç kervanında yayan kalmak; ikincisi, açlık ve susuzluk. Bu iki tehlikeden sağ salim kurtulmak için çare elbirliği ve ağızbirliğidir. Hâlsiz, zayıf ve fakirleri yolda bırakmayın kardeşler! Göç için yeterli hayvanı olanlar, zenginler, çevrenizdekileri bir damla suya muhtaç etmeyin! Önce çocukları, sabileri, ihtiyarları korumaya alın. Bundan sonra, her kim kendi derdine düşerse, Allah’a, ata-baba ruhlarına karşı zalimlik ederse ve bunun yüzünden açlıktan ölen, göçten geri kalan, susuzluktan yiten olursa; ben o avulun liderleriyle görüşeceğim. Bunu unutmayın, Müslüman evlatları!

Osman Batur’un bu buyruğunu bütün halk kabûl etti. Herkes birbirine yardım etti; sularını, azıklarını bölüştü. Bir barınaktan diğerine tabaklar, bardaklar, çaydanlıklar dolaştı.

O gece sabaha karşı, İğdelipınar (Jiydelibulak)dan haberciler yetişti. Sovyet Destekli Millî Ordunun ele geçirdiği su kaynakları bakımından zengin bölgeyi almak mümkün değilmiş. Nusiphan Alayının hemen arkasından gelen Rus Bölükleri minometleri kullanarak, Jiydelibulak çevresindeki tepeleri de, pınarın bulunduğu alanı da darmadağın etmişler ve bölgenin altı üstüne geldiği için yürümek bile zorlaşmış. Oraya daha önceden ulaşan Kapas, Keles, Manat yüzlükleri de, onların arkasından gelen ve Nusiphan Alayıyla çarpışarak göç kafilesini tehlikeden uzaklaştırmayı hedefleyen Jeksen, Keşapat ve Jantas yüzlükleri de iki günlük çarpışmada çok zayiat vermişler ve geri çekilmeye mecbur kalmışlar.

Göç kafilesinin önündekiler eşyalarını tekrar yükleyip yola çıkacağı zaman, Jiydelibulak’i bırakıp geri çekilen askerler de kafileye geri döndü. Atları yorulmuş, savaşçıların kendileri de bitkinlikten siyahlaşmış yüzleriyle, dudakları susuzluktan, yorgunluktan çatlamış, gözleri çukurlaşmış, avurtları çökmüş hâlde kendi evlerinin yolunu tuttular.

Jırıkbastav tarafından ümitlenerek, doğuya doğru giden göç kafilesi ve Jiydelibulak’ın güneyinden başlayan kumluk araziden geçmekte olan göç kafilesi öğlene doğru gidiş yönünü tekrar değiştirmek zorunda kaldı. Yine sağ tarafa, Kubı Çölü’nün ortalarına, uçsuz bucaksız çöle yöneldi. Jırıkbastav’da Moğolistan’ın Dandar Alayı pusuda bekliyormuş. Oradan geri dönen Jılkaydar, Jamet, Toktıbay yüzlüklerine rastgelmişler ve Şakabay, Molkı Avullarındaki sivil halka pulemetle ateş açmışlar. Zayiat çok. Canını kurtaran halk çaresizlikten Kubı Çölü’ne doğru kaymaya başlamış.

Sıcakta, uzun göç zahmetine ne insan ne de hayvan dayanamadığı için, öğle vakti kalabalık göç kervanı, geniş bir alanda yine mola vermek zorunda kaldı. Çöldeki felaket şimdi sadece insanları değil, hayvanları da tehdit etmeye başladı. Kendilerini zor taşıyan sığırlar ağızlarından tükürükleri akarak, soluk soluğa, zar zor yürüyordu. Atlar da gemlerini şıkırdatarak, yol kenarındaki akşöpleri yemek için başını bile döndürmeden sadece devekuyruk ve jantak gibi bitkilerin gölgesine burnunu sokarak bir damla nefes almaya çalışırken, yutkuna yutkuna gidiyordu. Sadece develer ve koyunlar şimdilik problemsiz görünüyordu.

Şimdiki yolculuğun hedefi, daha da uzak. Taa uzaklardaki Üçbulak’a yetişmek lâ zım. Oraya yetişmek, atlı bir adam için değil; bu çoluk çocuk, ihtiyar hâlsizlerin bu ağır yükleriyle ulaşması imkansız gibi bir şeydi. Bu yüzden, artık sadece geceleri göç etme kararı alındı. Akşam oluncaya kadar, ağıllar dolusu koyunlar ortaya alınarak seçildi, ayıklandı. Sağlam görünenler halka paylaştırıldı ve ihtiyarların tecrübelerine başvurularak zayıf hayvanlar kesildi. Özellikle kuyruk yağları ve kemiksiz etleri ayrıldı; atların ağzına tıkıldı, yedirildi. Kuvvetli erkekler azgın, sinirli atların kulaklarından tutup ağzını zorla açarak dilini çekmek suretiyle, dilim dilim kuyruk yağlarını hayvanların boğazına doğru tıkıverdiler.

Bu sıralarda Jırıkbastav’da Mogol Alayına yenilerek kaçıp kurtulan Jılkaydar, Jamet, Toktıbay Bölükleri sivil halkın yanına dönmüştü. Osman Batur, Jılkaydar’ı göç kervanının sonunu korumaya bıraktı. Kendisi Küniyaz Molla, Jeksen ve Jantas gibi bir grup genç savaşçıyla ön saflara doğru gitti. Önceki senelerde çölde saklanırken kullandıkları Seksevil ve Jıngıldıkuyu gibi kuyular vardı. Onları keşfetmek için yola çıktılar.

Gece yarısı, Osman Batur, yanındaki yiğitlerle bir tepeye çıktı ve ön tarafı çenesiyle işaret ederek:

– İşte, Şıraljın Kuyusu orda, şu görünen tepenin döşünde! dedi atını mahmuzlayarak.

Aceleyle atı tırısa geçmiş hâlde vardı ve gözlerine inanamayarak durakaldı. Şaşırdı. Kuyu yoktu. Tekrar atını mahmuzladı ve karşıdaki tepeye çıktı. Ay aydınlığıyla da olsa çevreyi doğru tanımıştı. Eskiden buralarda çok dolaşmıştı. Kuyu burada. Tam şurada olmalıydı. Yanılması mümkün değil. Osman Batur, Jeksen’e:

– Sen etrafı kolaçan et. Gelip gidenlerin izi var mı bir bak, dedi.

Jeksen çok geçmeden geri geldi:

– On kadar atlının izi var. Millî Ordu askerleri olmalı. Çünkü atlarına kırılmamış arpa yedirmişler, dedi tahminini ispatlamak istercesine.

– Doğru. Ben de öyle sanıyorum, dedi. Osman Batur kuyunun tahmini ağzına geri dönerek, Kuyu burada. Kapatmışlar, dedi.

Atından indi ve kuyunun etrafını tekrar dolaştı. Hâlâ yeni olan ateş yakılmış bölgeyi ve onun üzerindeki ayak izlerini gördü. Kemirilmiş kemikler vardı. Sigara izmaritleri…

– Belânın hepsi kendimizden! diye iç geçirdi Osman Batur. Beskajı‘lar bunlar. Onlar değilse, yetmiş yedi geçmişi bu topraklara ayak basmamış Ruslarla Delilhan‘lar nasıl gelip yapar bu işi?

Osman Batur, üzüldü ve ümitsizleşti. Bıyıklarının ucunu dişlerken düşünmeye başladı. Kendi kendine “Bunlar artık geri dönmez.“ diye mırıldandı. Yüksek tepeye tekrar çıktı ve gruba seslendi:

– Gidişlerine bakılırsa, Beskajılar buradan geri dönmüşler. Giderken bu çevredeki bütün kuyuları da kapattıkları aşikâr. Gördünüz mü sadece kumla doldurmamışlar. Devekuyruk, şıraljın ve jantak gibi bitkileri de doldurmuşlar ve kuyu suyunu kısa zamanda arındırılamayacak kadar kullanılmaz hâle getirmişler. Şimdi dinleyin! Jeksen, Jantas ikiniz birkaç kuvvetli yiğitle taa ilerde ufukta görünen Aybalta‘nın Geçidine doğru akan yıldızı gördünüz mü? O arada yüksek, uzun bir geçit var. Bu geçidin tam ortalarındaki daralan yola Aybalta Geçidi derler. Ondan dosdoğru geçince, şu görünen Çolpan yıldızının sağında Seksevil Kuyusu var. Seksevil bitkisi kullanılarak yapılmış, derin, bol sulu bir kuyudur. Oraya yetişin ve o kuyuyu temizleyerek biz gelinceye kadar hazır bekleyin. Bir aksilik çıkmazsa öbür, gün ilk göç kervanları oraya yetişecektir” dedi ve arkasından “Kaç tanesi canlı yetişir, Allah bilir.” diye derinden iç geçirdi Osman Batur. “Hadi şimdi, sağlıcakla. Haydi yiğitler, biz arkada kalanlarla göç kervanını burda bekleyelim.”

Osman Batur, bunu söyledikten sonra kör kuyunun çevresindeki yeşillik tepeciğine gidip atından indi. Etrafta seksevil ve jıngıldan başka kum tepelerinin eteklerinde jantak yaprakları sallanıyordu. Bundan başka hiçbir bitki yok. Tamtakır. Sadece kuyunun aşağılarında ara ara şıraljın, kara kuvray, akşöp ve biydayık karışık yeşilimsi bir alan var. Bunun bir kenarına Osman Batur ile Küniyaz Molla, eyer takımını, yastık; kalan keçeleri de döşek yaparak yatıverdiler.

Günlerden beri açlıktan susuzluktan bitkinleşen binek atları, isteksizce her bir bitkiden biraz koparıp yemeye başladılar; arada sırada kuyu tarafına gelip toprağı kokluyorlardı.

Osman Batur:

– At denen hayvanın sezgisi çok kuvvetli değil mi? Hayvancağızlar toprağın altındaki suyun varlığını bile seziyorlar, dedi.

– Geçmişte, Canibek babamız zamanında göçerken, Kerey Boyu, Kalba Dağının eteklerine doğru giderken, yine böyle bir çöle rastgelmişler. O zaman Canekeng (Canibek isminin hürmetle anılışı) Avulunun bir ihtiyar beyaz aygırı, bir tomar şiy bitkisinin dibini koklayarak ayağıyla yere vurmaya başlamış. Muhterem Janekeng de hemen anlamış. O şiy bitkisinin dibinden kuyu kazdırmış. Atamızın hürmeti mi yoksa verimli bir kuyu mu bilinmez, bel hizasına gelince kuyudan dupduru tertemiz su çıkmaya başlamış. Zamanla büyük bir göle dönüşmüş. Halk ona Kökiyrim adını takmış. İşte Janekeng zamanında bütün halkı bir araya toplayan Kökiyrim Kurultayı orada açılmış, diye hikâye etti Küniyaz Molla.

Osman Batur iç geçirerek:

– Janekeng mukaddes bir kahramandı. Şansına o dönemlerde hayat da şimdiki gibi sıkıntılı değildi, dedi. ”O zamanlarda kurak yerde kuyudan su çıkarmış; şimdi ise insanların azdığı şu devirde, açık kuyunun suyu toprağa gömülmekte, pınarların suyu çekilmekte. Zamanın gidişatı bizi nereye götürüyor? Kerey Boyunun evlatları, şu Altay Dağlarından tarihte üç defa göçüp gitmiş ve üç defa geri gelmişler. Görüyor musun, hasret ne demek! Şimdi, yine doğduğun topraklardan gidiyorsun. Belki artık geri gelmeyeceğiz”, dedi Osman Batur. Gökyüzünde parıldayan yıldızlardan gözünü ayırmadan konuşmuştu. Belli ki çok üzülüyordu.

Küniyaz Molla, yüreğindeki yangını dişlerinin arasından çıkarırcasına yavaşça iç çekerek:

– Yaa, bunun çaresi yok. Dayanacaksın. Çekeceksin. Sen, Allah olmadığın için hepsine katlanacaksın! dedi.

Osman Batur, Küniyaz Mollanın bu şakasını hiç hoş karşılamadı. Sırtını döndü, gözünü yumdu. Bir daha konuşmadı. Uykusu da gelmedi.

Şafakla birlikte göç kervanına yettiler, halkın durumunu sordular. Şimdi bütün problem susuzluk. Sovyet Destekli Millî Ordunun peşlerinden gelen alayları da, Moğolların Dandar Alayı da göç kervanının peşini bırakmıştı. Halkın başındaki en büyük dert, çöldeki âfetti. İnsanların hepsi kapkara, kurumuş, yanmış haldeydi. Susuzluktan kurumuş dudakları çatlamıştı. Kadınlar ve çocukların yüzleri küçülmüş, gözleri çökmüş; çaresizlikten, ümitsizlikten yalvaran bakışlara bürünmüştü. Beyazı çoğalıp, siyahı kaybolan gözler, ölmüş koyunların gözleri gibi fersiz bakıyordu. Atlar ve diğer binek hayvanları bitkindi. Dilleri sarkmış, dikenlerin arasında kertenkele arayan köpekler bile hâlsizdi. Herkeste bir dermansızlık… Göç kervanının hızına yetişemeyip yolda kalmış avullar da vardı.

Osman Batur, kuvvetli yiğitlerden bir grubu, sağlam at ve develerle geriye gönderip yolda kalmış insanlara yardım sağlayarak devam etmekten başka çare bulamadı.

Jeksen ve arkadaşları öğle vaktine doğru geri geldiğinde, onların mataralarındaki suları, hâlsizleşmiş çoluk çocuğa ve hastalara birer yudumluk paylaştırdı. Halkı her günkü gibi erken hareket ettirmeye ve bir an önce suyun kaynağına sağ salim yetiştirmeye çalıştı. Her bir boyun, avulun liderlerini göç boyunca kendi avulunun yanında olmaya, dağılmış saçılmış bir şeyler olursa, toplamaya sorumlu etti.

Bu son geceki göç sırasında hepsi de elinden geleni yaptı. Kimsenin kimseye bakacak hali kalmamıştı. Herkes, yolda kalan hayvanlarını bile bırakıp, kuyubaşına bir an önce yetişmeye çalıştı. Aybalta Geçidinden en önce Karakas Boyunun Avulları geçti. Onların ardından kuyruk mesafesiyle Kıstavbay Boyunun Ömürzak Zalıng17 Avulları, daha sonra Şakabay, Molkı ve diğer Kerey Boylarının adamları arka arkaya gidiyorlardı.

Osman Batur, kuyu başına başkalarından bir ok atımlık erken yetişti. Onu karşılayarak atının dizginini alan Jantas’a:

– Nasıl? Su bol muymuş? diye sorarken farkında olmadan kendisi de yutkundu.

Jantas da başka yiğitler de sevinçliydi. Yüzlerine nur gelmiş, yanakları pembeleşmiş, canlanmışlardı.

– Su bol. Oldukça bol.

– Allah gözümüzün yaşına baktı.

Hepsi bir ağızdan:

– Çok verimli, suyu bol kuyuymuş. Alttan sular kaynıyor, dediler.

Jeksen, koşar adım elinde bir maşrapa suyu çalkalayarak getirdi. Osman Batur’a sundu. Osman Batur, suya elini uzatmadı.

– Dökme. İsraf etme. Bu su, bize can olacak, dedi kaşlarını çatarak. Su ne kadar çok olursa olsun, onu içecek ağız da çok bulunur.

Suyun kokusunu alan akboz at da kişnedi, kuyuya doğru gitmek için dizginleri zorladı. Osman Batur, Jeksen’e akboz atı işaret ederken

– Buna içir, dedi.

Akboz at, maşrapadaki suya burnunu sokuverip aceleyle bir iki yudumda içtikten sonra başını kaldırıp kuyu tarafına baktı. Osman Batur, lastik gibi gerilmiş atının terden sırılsıklam olup kıvrılmış gövdesine, sırtına bakarak

– Bu yeter. Artık ölmez, dedi.

– Siz! dedi Jeksen, Osman Batur’a ikinci bir maşrapa suyu sunarken. Osman Batur başını salladı, kaşlarını çatarak.

– Hayatta neler görmüş Osman bu. Bana hiçbir şey olmaz. Artarsa en sonunda görürüz, dedi. Sonra yanındaki Küniyaz Molla’ya döndü:

– Molla Eke!

Bu sırada başka biri Küniyaz Molla’nın eline de bir maşrapa tutuşturmuştu. Bunu görünce duraksadı.

– Suyunuzu için! dedi. Küniyaz Molla, bir maşrapa suyu nefes almadan yutuncaya, maşrapanın kenarı tak diye alnına vuruncaya kadar Osman Batur, ondan gözünü alamadı, bekledi. Molla’nın gözünün tekrar ışıldayıp, derin bir nefes aldığını gören Osman Batur‘un yüzüne de ışıltı gelmişti:

– Molla Eke, şimdi dinleyin. Koynunuzda Kur‘an, ağzınızda iman var. Herkesin hürmet ettiği muhterem bir kişisiniz. Bu kuyunun başında bulunun. Her bir canlıya bir kase, binek atlarına birer maşrapadan fazla su yok. Bu yiğitleri ben, şimdi göç kervanının ardında kalanları toplamaya göndereceğim, dedi Jantas ve Jeksen‘in adamlarına bakarken.

– Olur, dedi Küniyaz Molla. Gocuğuyla kalpağını çıkarıp başına beyaz mendilini bağlayıp kollarını sıvadı ve kuyunun başına yaklaştı. İki yiğit, kovayla kuyudan su çekmekteydiler. Onlardan biri “Bismillah“ diye bir maşrapa suyu aldı ve Osman Batur‘a sundu.

– Yok, dedi Osman Batur, kararmış hâlde yutkunurken.

Göç kervanının önüne çıkan yiğitler herkesi tertibe çağırdı ve sıraya soktu. Eğer başıboş kalırlarsa, bu günlerdir aç ve susuz insanlar ve hayvanlar kuyu başındaki herşeyi ezer, izdihama sebep olurdu. Kuyuya yaklaşırken herkes attan iniyor, sıraya giriyor ve yavaş adımlarla ilerliyordu.

Göç kervanının sonu, akşama kadar gelmedi. Jeksen ve Jantas‘ın adamları göç kervanı sonunda kalan hâlsizleri, akşam güneşi ufukta batarken ancak ite kaka zor yetiştirdiler.

Bugün hava dünden de sıcaktı. Hava o kadar sıcaktı ki sanki güneş yere düşecek sanırdın. Rüzgâr da sıcak esiyordu. Öğlenin kavurucu sıcağında kum çölünün üzerinde serap misâli görüntüler belirdi. Gözleri patlak patlak kertenkeleler bitkilerin dibine kaçtı. Bütün etraf alevler içinde ateş koruna dönüştü.

Osman Batur da akşama kadar attan inmeden kılı kıpırdamadan, boğazını yumuşatacak bir damla su içmeden kapkara haliyle su dağıtan Küniyaz Molla’nın arkasında bekledi. Yanağı solmuş, avurtları çökmüştü. Sakal ve bıyığı da tozlanmış kurumuş gibiydi. Kısılmış, çökmüş gözlerinde solgun gri bir ışık kalmıştı. Kapkara dudakları çatlamıştı. Kurumuş ince deriler çizgi çizgi ayırmıştı dudaklarını. Tek kelime etmeden, kirpiklerinin arasından süzerek bakarken ümitsizdi.

– Su bitti, dedi bir ara Küniyaz Molla kendi kendine utanarak, suçluymuş gibi, Osman Batur‘un yüzüne bakmaksızın.

– Allah-u Teala, sabaha kadar, nasip ettiğini yine verecektir, dedi Osman Batur çatlamış dudaklarını yalarken.

Sonra atından indi. Küniyaz Molla’yla ilerledi ve ilerideki eyer takımını yastık edip yattı.

IV

Beytik Dağının ortalarındaki yüksek tepelerden birinin adı Altın Oba idi. Eskiden kalmış bir isim. Bu tepenin neden Altın Oba ismini aldığını kimse kesin olarak bilmese de, bunun tepesinden bakıldığında, bütün çevrenin taa ufka kadar ayak altındaymışcasına göründüğü kesin. Kuzeybatıda, kıvrılarak yatan Üçkız göze ilişir. Doğusu Kaptık Dağı’na ulaşır; daha ilerisi Barköl, Kumıl‘a kadar uzanır. Güneyinde ise meşhur Jongar Çukuru var. Onun öbür tarafında, havanın açık olduğu günlerde, Boğda Dağının en yüksek üç zirvesini görebilirsiniz. Bu çanağın bir kenarında eski Şonjı vardır. İnsan gözünün ulaşamayacağı genişlikler, atla giden biri için en az iki üç günlük yol tutar. Üç gün önce Osman Batur oraya Jantas‘ı gönderdi. Hızıyla meşhur bir ata binen Jantas, Osman Batur Avulunun bulunduğu Orunbulak’tan sabah erken çıktı. Hızlı bir at sürüşüyle güneş yuvasına girmeden önce Şonjı şehrinin doğusundaki askerî kışlaya girdi, atından indi ve kendi kontrolünü kaybederek bir dizgin boyu mesafeyi koşarak gitti.

Burada iki üç seneden beri, 1945 senesinin kışından beri Hu Zungnan ordusunun Çinhay’daki Ma BuFang’a bağlı Birinci Süvari Tümeni vardı. Tümen komutanı şimdi kırk yaşlarında, orta boylu, kara sakallı Han Yuvın isimli müslüman Çinliydi. Şingjang garnizonu komutanı General Sung Shiliang’ın emriyle Osman Batur’la aradaki bağlantıyı bu Han Yuvın komutasındaki tümen yürütmekteydi.

Osman Batur’un bu sefer Jantas’a bu görevi vermesinin özel bir önemi vardı. Onun Moğolistan tarafından güvenilir kaynaklardan aldığı habere göre, Moğolların Yüzbaşı Dandar komutasındaki bir alay askeri şimdi buraya Karagaytı’ya gelmişti. Osman mücahitlerini Beytik Dağından sürme planı yapıyorlardı. Osman Batur ve adamları Altın Obanın yüksek bir tepesinde oturmuş, o arada devamlı gidip gelen askeri uçakları, çarpışmaya hazırlanan zengbirekleri, sıkış tıkış dikilmiş çadırları, arada gidip gelen sürü sürü askerleri gözleriyle görmüşlerdi. Bundan daha inandırıcı bir hâdise de, Altın Obanın dibindeki büyük Kujırtı, küçük Kujırtı arasındaki adacıkları savunan Ma Shıjıng hattına özel ulak göndererek: “Bunların durduğu yer Moğol Halk Cumhuriyeti toprakları. Buradan 28 saat içinde çıkıp gitmeleri lâzım,” diye tehditte bulunduklarını da duydular. Bu yüzden Osman Batur, Jantas’ı acele Şonjı’ya göndermişti. Şonjı’daki Han Yuvın tümeninin emrinde General Sung Shiliang’ın Osman Batur’a gönderdiği dört yüz tüfek, on civarında pulemet ve başka mühimmat da bulunuyordu. Bunun acele teslimini talep ediyordu.

Haziran ayının başlangıcıydı. Herkes oruçlu… Güneş yeni batmış. Batıdan kırık yüzük gibi altın ay doğmuş, halkın tamamı iftara girişmiş. Koyırteki tarafından silah sesi duyuldu.

– Avcılar herhalde.

– Akşam üzeri neyin avı?

– Canı sıkılan Çinlilerdir, diyordu kimisi.

Bu arada çok yakın bir mesafeden fişek atıldı. Avulun üstünü apaydınlık etti ve gökyüzünde sönüverdi.

Kapas, Jeksen, Keşapat, Toktıbay, Jamet ayaklandılar ve Osman Batur’un evinde toplandılar. Osman Batur silah sesinin geldiği tarafa kulak vererek

– Halka çabuk haber salın. Öncelikle güneyde Lastı’daki avullara söyleyin. Sınırdaki Çinliler, Ma Shijing hattıyla çarpışıyorlar galiba. Hadi kalkın. O tarafa gidelim.

Osman Batur, mücahitlerinin âdetleri üzere bütün silahları ve atları daima savaşa hazır olurdu. Kısa bir sürede yüz kadar savaşçı toplandı. Osman Batur kendisine Yüzbaşı Han’ın hediye ettiği alaca ata bindi ve öne çıktı. Koyırteki’ye yaklaşarak bir tepeye çıktılar.

Ön taraftan, Şokpartaş’taki Ma Shıjıng hattının mevzilendiği yerden otomatik tüfekler ve pulemetlerin sesi duyuluyordu. Ara sıra da onları bastıran insan sesleri yükseliyordu. Az sonra koyu mavi gökyüzünü ikiye bölerek üç uçak birbirinin arkasından geldiler ve bombaladılar.

Osman Batur kendi kendine konuşurmuş gibi kısık bir sesle:

– Çinlilerin gece savaşından korktuklarını bunlar da anlamışlar, dedi.

– Çinlilerin savunma hattını ve yollardaki engelleri temizledikten sonra bize gelecekler herhalde! dedi Kapas Batur hiddetle. Bunları şimdi arkadan kuşatıp ele geçirmek vardı.

Osman Batur sabırlı haliyle, serinkanlılığından vazgeçmeden ağır ağır konuştu:

– Acele etme. Bize sıra yarın sabah gelecek. Şimdi ona göre hazırlanalım. Sen yüzlüğünü al, Karagaytı’nın arkasını dolan. Keşapat, sen Koyırteki’nin Sarıtogay yönünde bekle. Jeksen de şu görünen tepelerde pusuda olsun. Avul tarafına geçirmeyelim. Moğolların sırrını biliriz. Arkasından dolaşırsan durmazlar, dedi.

Bütün gece hava bulutluydu, sabaha karşı sağanak başladı. Altın Obanın bir tepesinde oturan Osman Batur, hava aydınlanır aydınlanmaz dürbünle etrafı gözetledi, bütün çevreyi kolaçan etti. Dağ gövdesi sessiz. Koyu boyayla boyanmış gibi karanlık duran dağ yamaçları bilmece halini korumaktaydı. Sağanağın hışırtısından başka bütün dünya dilsize dönmüştü. Bu yüksek dağın en dingin saatlerinden biriydi. Bahar mevsiminde, bütün gökyüzünü kaplarcasına gelen kara bulutlardan aşağı dökülen gözyaşlarını susamışçasına içerek, sessizce yutan dünyada tık yok. Dağ taş tamamıyla ölmüş gibi. Daha dün gece çarpışmaların yaşandığı, vaveylaların koptuğu Şokpar Tas tarafı da sisler içinde dilsiz.

“Çinliler gece savaşamazlar. Galiba Şokpar taşı boşaltmış kaçmışlar,” diye düşünürken onların durumlarını tahmine çalıştı. Gerçekten de bölük pörçük hâlde kaçışan Çinli askerler şafak söker sökmez, Altın Obanın bağrından çıkıp Osman Batur avuluna doğru kaçmaya başladılar.

– Şunların komutanını buraya çağır! dedi Osman Batur yanındaki Jetpis’e. Çinlilerle bağlantı kurduğu zamanlarda, Jetpis her zaman yanında olurdu. “Şu, Ma Shıjing isimli sünepe canlıysa, onu da beraber getir.”

Bunu dedikten sonra, Jetpis’in arkasından gözlerini dikip uzun uzun baktı: “Askerin önünden kaçan komutanı vurmak lâzım. Bunların büyük komutanı Han Yuvın da korkağın, beceriksizin tekidir. İki yüzlülük, yalakalıktan başka bir şey yapamaz. Koltuk sevdasından cebini doldurmaktan başka derdi olmayan kötü yürekli birisi. Böylesi kötü niyetli komutanların emrindeki askerlere de yazık. Pisi pisine gider hepsi. Bak o General Sun, gerçek yiğit. Çelik kılıcın ta kendisi. Fakat onun çevresi de çürük.“ diye düşündü Osman Batur, Han Yuvın’ı gözünde canlandırmaya çalışırken.

Osman Batur düşünürken, Ma Shıjıng da geldi. Yakına gelince atından yuvarlanırcasına indi ve Osman Batur’un önünde eğilerek, bağıra bağıra ağlayarak emeklermiş gibi yaklaştı.

– Batur, Osman Batur! Bittim… Tamamıyla kuruttular! Bana yardım edin, beni koruyun, diye yalvarıyordu.

Osman Batur anladı. Bunun bu hareketi, daha sonraki olacaklar için tedbir haliydi. Bir bölük büyüklüğündeki askerin çoğunu kaybeden ve sorumluluğuna verilen yerin, sınır boyunun savunmasını bırakıp kaçan subaylara kimse acımaz. Çinli bunu bildiği için, yarın öbür gün Han Yuvın karşısında Osman Batur’dan aman dilemek için bu hareketi özellikle yapıyordu.

Ma Shıjıng’ın bu haline iğrenerek bakan Osman Batur, kurşun gibi bakışlarını adama dikti.

– Böyle yapacağına orada ölseydin. Ölüm vardır, yaşamaktan da kıymetli. Hayat vardır, ölümden de beter. Sadece kendisini düşünen adam komutan olamaz! derken, “Keşke benim emrimdekilerden biri olsaydı. Bu rezili…” diye sinirlendi içinden.

– Fakat Allah korusun.

– Hazret, Osman Aga, şefaatçım olun, diye yalvardı Çinli. Aniden saldırdılar. Uçakla bombaladılar…

Osman Batur hâlâ hiddetli haliyle:

– Yeter! Kalk artık. Öncelikle geride kalan askerlerini topla. O Şonjı’daki komutanınıza haber salın.

– Başüstüne… Başüstüne dedi, Ma Shıjıng aceleyle.

Karagaytı sınır karakolundan gelen üç uçak, bunların hemen dikkatini çekti. Osman Batur mücahitlerinin nerede hangi tepede mevzilendiğini biliyorlarmış gibiydiler. Dosdoğru geliyor, bombalıyorlardı. Bunların arasından bir uçak özellikle tehlikeliydi. Osman Batur mücahitlerine doğru süzülerek gelip ters dönüveriyor ve ardınca da pulemet mermilerini yağdırıyordu. Sonra da anında uçup geri gidiyor, Karagaytı karakolunun aşağılarına inip bomba alıp geri geliyordu. Tekrar saldırıyordu. Karagaytı’dan yukarılara iki grup halinde çıkmaya çalışan askerlere yol açmak için de zengbirekler (toplar) durmadan gürüldüyordu. Tepeleri koparıp, paramparça ederek dağın gögsünü koyu kahverengi toprak ve toz dumana boğuyordu.

Moğol askerleri ne kadar çabaladılarsa da pek bir başarı elde edemediler. Jeksen Birliği’nin dağın eteklerinde bağlı duran bir grup binek atı ürktü, yularlarını koparıp kaçtılar. Başka kayıp olmadı. Çarpışmanın üçüncü gününde, uçaklar iyice alçalmaya başladı. Bazen Osman Batur mücahitlerinin mevzilendiği tepelerin arasına kadar sokulup pulemet mermileri döktüler. O kadar yakına geldiler ki uçağın penceresi ve hatta içindeki pilot bile göründü.

Yanlarından yıldırım gibi geçip giden uçağı gördüğünde Jeksen “Kap18!” dedi ve kendi dizine bir şaplak attı.”Keşke bir daha gelse..” diye elli atar pulemetini hazır bekletmeye başladı. Konuşması biter bitmez uçak onların üstüne yine geliyordu. Jeksen uçağın tamı tamına penceresine nişan aldı ve elli atar tüfeğinden kurşunu boşalttı. Uçak “ Iss” diye değişik bir ses çıkarttı, gürleyen sesi kaybolurken aşağıya inmeye başladı ve karakol tarafına yetişince düştü.

– Düştü. Düştü!

– Jeksen uçak düşürdü!

– Bak orada düştü!

– Tamam şimdi yanmaya başlar, dedi görenler.

Uçak yanmadı. O bölgeden koyu bir duman yükseldi. Fakat uçak bir daha uçamadı.

Karagaytı’nın yakalarından, Kapas Batur yüzlüklerinin mevzilendiği yerden havai fişek atıldı. Saldırı işareti… Buna Koyırteki tarafındaki Keşapat grubu da ses verdi. İki tane havai fişek birbirinin arkasından, Jeksen askerlerinin mevzilendiği tepeden uçarak geçti.

bannerbanner