
Полная версия:
Erken Uyanan Adam
Şaire iki eliyle bir sürü el yazma sayfa veren Niyazi ensesinden kulaklarına kadar kızarıp kaldı.
Abdülhaluk Uygur bu şiirleri vurguyla okumaya başladı. Niyazi kendi şiirlerini büyük şairin ağzından duyunca heyecandan vücudu titredi. Şair hepsini bir kez okuyup bitirdikten sonra Niyazi’ye sevgiyle bakıp:
–Güzel yazılmış, fikirler yerinde, dedi başını sallayarak memnun kaldığını gösterip, sonra sözünü ağır tonla sürdürdü, -Başkalarının yaptığı işi ben yapamam dememeli. Çalışılsa, başkalarının yaptığı her türlü iş de böylece yapılır. Büyük üstat Ali Şir Nevaî insanı hayran bırakan âlemşümul dev eserleri yazdı. Üstat Şeyh Saidi hikmetler âleminden o kadar çok cevahir çıkardı. Lakin onlar bu cevherin tamamını çıkarmış değiller. Onlardan sonraki iktidar sahiplerine de yine çok cevherler, hikmetler kalmıştır. Onları çocukları çıkardı ve bundan sonra yine çıkaracaktır. Bunun anahtarı çalışmakta, çalışmadan hiçbir maksada erişmek mümkün olmuyor. Siz de görüyor, biliyorsunuz. Bizim öğrencilerimizin birçoğu kazan başına çörekleniyor ya da kasabın etrafındaki sinekler gibi menfaat sofralarına üşüşüyorlar. Veya arzu ve heveslerine kapılıp çalışmaktan geri kalıyorlar. Bu bizdeki en ağır hastalık, bana göre insanlar için en önemli şey hayat. Çünkü o her insana ancak bir kez veriliyor. Bu yüzden ömür de her bir nefeslik an da öylece kıymetli. Vakit sanki atılan bir ok gibi, o asla geri dönmüyor. Demek istediğim, herkes kıymetli hayatını değerlendirmeli, paha biçilemez vaktine sıkı sarılmalı. Kendi kıymetini bilmeyen adamın kıymetini başkası bilmez, bunun gibi elden kaçan vakti de başkaları geriye döndürüp veremez. Bu yönden size aferin diyorum. Çünkü siz kıymetli vaktinizi zayi etmeyip çalışmış, şairliğe ilk adımınızı başarıyla atmışsınız, bunu devam ettirin, çok çalışın, çok yazın, fikirler açık, dil sade olsun. Bizim şiirlerimizde insanlar bir bakışta fikrimizi, maksadımızı anlamalı.
–Teşekkürler, verdiğiniz bilgiler için binlerce teşekkür, ama… dedi Niyazi müşkül bir durumda kalmış gibi.
–Söyle bakalım! –Şair Niyazi’nin fikrini öğrenmeye hazır olduğunu bildirip sual nazarıyla baktı.
–Ben çoğu zaman ümitsizliğe kapılıyorum, diye söze başladı Niyazi açık yüreklilikle, -Yazdıklarım işe yaramaz şeylermiş gibi geliyor. Yazdıklarımı çoğu zaman yırtıp atıyorum. Bazı günlerde ümitsizliğe kapılıp yazmayı bırakayım diye düşünüyorum. Bende bazen işte böyle bir çeşit kötü hal peyda oluyor.
–Bu doğru değil, dedi şair ciddiyetle, -Himmetli, gayretli olun, hayata rağmen ümit var olun. Hiçbir zaman yılmayın, çalışıp, öğrenip şair olun. Biz ikimiz yine yetersiz kalırız. Yurdumuzdan daha fazla şairler, edipler yetişmesi lazım. Bizde bir şairin veya bir edibin yetişmesi, bir namussuzun eksilmesiyle eştir. Bunu bilmeniz gerek.
Şairin kıymetli fikirlerinden derin tesirler alan Niyazi, yine şiirin birçok ince taraflarından sual sorup, anlayamadığı meselelere cevap aldı. Şair onun her bir sorusuna tatmin edici cevaplar verdi. En sonunda Niyazi teşekkür edip ayrılmak istediğinde şair onu kapı önüne kadar uğurladı.
–Durun, size bir şey hediye edeyim, dedi şair giden misafiri durdurarak. Niyazi şaşırıp kaldı. Şair aşağıdaki gazeli okudu:
Ey Niyazi, gayretinden öl lakin ayrılma,Hak bildiğin yolundan canını ver kayrılma20Engelin çok olsa da ileri yürü korkmaDağ, taş, derya, denizlere sen şaşırma.Abdülhaluk’un sözünü itibarsız sanmaSonra bu vicdanını bitmez azaba salma…4Sınıfta Ayimhan hesaba katılmazsa on üç çocuk okuyordu. Üçü kız, kalanlar erkek idi. Erkeklerin en büyüğü on iki, kızlarınsa on yaşında olup, onlar Ayimhan’ı çevreleyip erkeklerden ayrı oturuyordu. Bunlardan yalnız Ayimhan’la güzel yazı alıştırması yapıyordu. Çünkü o Kur’an okumayı bildiği için, yazı yazmayı kolayca öğrenmiş, güzel yazı çalışma aşamasına gelmişti. Kalan çocukların durumuna bakıp a, b, c diye üç gruba ayırıp ders veriliyordu.
Ulaşmak istediği amacın birinci aşamasına adım atan Abdülhaluk Uygur kendi çalışmasından oldukça memnundu. Yoruldum –usandım demeden, ateş gibi coşkuyla ders anlatıyordu. Tahtanın yarısına harf, yarısına kelime, cümle yazıp, ayrı ayrı öğretiyordu. Çocukları, anlatılan dersleri defterlerine yazmaya çalışmaları için yerleştirdi. Çalışma başladığında ilgisini artırıp, çocuklara yazı yazarken nasıl oturmak, kalemi nasıl tutmak gerektiğini, kalemi diline değdirmemelerini ve daha başka şeyler hakkında durmadan konuşup talimat verdi. Kalemin ucunu kıranların kalemini açıp verdi. Ayimhan’ın çalıştığı kamış kalemi de hazırlayıp verdi… Öğrenci gerçi az olsa da, iş çoktu. Bir sınıfta üç dört dereceye ayrılan öğrencileri okutan öğretmenlerin karşılaştığı güçlükler şairi hayli terletiyordu. Tahtaya bir sürü yazı yazıp sildiği için elleri tebeşir tozlarıyla tıpkı un torbasına vurmuş gibi oldu.
Ancak o memnundu. Şairin çektiği cefaları, sınıfın içinde kızıl güller gibi oturan çocuklar ve onların okumayı dört gözle bekleyen kara gözleri, öğretmenlerine minnettarlıkla bakışları unutturuyordu. Şair her bir çocuğun minnettarlıkla parlayan kapkara gözleriyle karşılaştığında, yorgunluğu toz gibi uçup, onun yerine yeni bir kan, yeni bir güç kuvvet peyda olduğunu hissediyordu. İşte Ayimhan kamış kalemi gıcırdatarak güzel yazı çalışmakta. Onun bütün vücuduyla çalışmaya daldığı vakitlerdeki oturuşu ne kadar güzel, onun kaştaşı21 gibi parlak, güzel eliyle yazılıp çıkan yazılar ne kadar da güzel! Bu yazılar günden güne durmadan değişerek olgunlaşan ekinler gibi güzel bir görünüm kazanmakta. Bu elbette öğretmenin emeğinin bir neticesi, öğretmeni memnun eden, her türlü cefa ve meşakkatlerini unutturan manevi güç.
İşte yuvarlak yüzlü, ahu gözlü Siraceddin, onun gözlerinden idrak kıvılcımları sıçrayıp duruyordu. Onun derse kulak verip öğretmene dikkatle bakarak oturması ne kadar güzel. Bu gönlü hoş eden sihirli bir görünüş değil mi?
İşte sevimli, süt gibi ak yüzlü Buviheliçe. Onun kısa örülmüş siyah sümbül saçları, alnını kapatıp karakaşlarıyla kavuşan perçemleri… O, dalmış deftere sayı yazmakta. Burnunun ucundan boncuk boncuk ter dökülmekte. Bu kızın terini silmeye dahi vakti yok. Bu nasıl bir okuma arzusu! Sınıfta yine bir birinden geri kalmayan güzel çocuklar, sanki birbiriyle yarışırcasına dikkatle okumakta… Abdülhaluk Uygur çocukların okuma aşkına ve gayretlerine bakarak içten içe memnun oluyordu. Yaptığı işin doğruluğuna daha da inanıyordu. Bunu geliştirme hakkında düşünüyordu. Düşündükçe vücudu güç, kuvvet kazanıyordu…
Şairin babası Abdurahman Mehsum çıkıp geldi. O düşünceli görünüyordu. Sınıfın içinde duran şair pencereden babasını görüp karşılamaya çıkmak isterken, Mehsum dershaneye girdi. Öfkeyle konuşmaya başladı:
–Bize bir kez gün göstersen olmaz mıydı? Ne kadar büyük bir yürek sızısı bu! –Onun bir yerlerde derin bir yürek acısı çektiği yüzünden anlaşılıyordu. O bir şeylere öfkelenmiş konuşuyordu, -Bu yaşta birilerinin önünde el pençe durmak kolay iş mi? Çabuk ol, bu işleri toparla. Çocukları hemen gözden kaybet, başıma bela açmayın!..
–Ne oldu baba? Neye sitem ediyorsunuz, dedi şair babasının sözlerine şaşırarak.
–Toparla denince, toparla! Okul açacağım, çocuk okutacağım deyip başına çocuk toplayacağına tarlaya gidip çapa yapsan daha iyi. Çapa yapsan seninle hiç kimsenin ilgisi olmazdı.
Bu önemsiz iş mi, dedi şair memnuniyetsizliğini belli ederek, sekiz on çocuk gelip gidiyorsa ne olmuş?
–Sen böyle söylemekle valinin önüne dağ gibi büyüterek koyuyorsun, -Mehsum sesini biraz alçaltıp devam etti, attığın adıma dikkat edenler hayli çok olmalı. Öyle olmasa bu işi vali ne bilsin?…
–Vali duydu mu şimdi?
–Ben şimdi idareden geliyorum, dedi Mehsum tıpkı iğrenç bir yere gidip gelmiş gibi irkilip, -Evde yatarken idarenin polisi rüzgâr gibi gürleyerek gelip, beni önüne katıp sürüp götürdü. Ne bela oldu diye idareye varıncaya kadar yolda kurmadığım hayal kalmadı. Biliyorsun polis denenin kendinden fazla korkusu kötü. Beni götürüp idarenin salonuna oturttu. Bir iki saatten sonra vali gelip, beni görmesiyle tükürüklerini saçarak: Siz iyice sınırları aştınız. Yedi başınız mı var ki komutanın emrine, fermanına itaatsizlik ediyorsunuz. Duyduğuma göre oğlun Abdülhaluk mektep açmış diyorlar, hemen kapatın, yoksa baba oğul ikinizi de hapse atarım, diyerek bağırdı. Ben: “Olur, oğlum gerçekten öyle yapmışsa gidip mektebini dağıtırım” diye söz verip kurtuldum. Tamam mı, hemen bugün dağıtıp huzura kavuş!…
Abdülhaluk Uygur bu sözleri sakince dinliyor gibi görünse de, gazaptan tutuşan vücudunu kara ter basıyordu. Çocuklar sanki ürkmüş tavşan misali tir tir titriyor, sessizce oturuyorlardı. Mehsum onları kovmaya başladı:
–Gidin! Bundan sonra da gelmeyin, artık bu işi bırakıyoruz.
–Baba! –Dedi şair karşı çıkıp, bu kadar korkma, bunlardan ne kadar korkarsan tepene o kadar çıkarlar. Ben bu okulu kapatmayacağım. Bence bu büyük bir iş değil.
Buna mektep denmez, inanmazsa vali kendisi gelip incelesin. Akrabalarımızın sekiz on çocuğunun toplandığı küçücük işi okul açtı diye büyütüp bir şey derse, o zaman ben valiyle kendim konuşurum. Eğer hapse atarım derse kabul, hapiste de ben yatarım. Biz ne zamana kadar korkup sessizce yatacağız? Tavşan gibi korkuyla yüzyıl yaşamaktan, aslan gibi cesurca bir gün yaşamak daha değerli. Ben korkmuyorum!
–Yine çocukluk yapıyorsun oğlum, dedi Mehsum onun sözüne itiraz ederek, bu işi hafife alma. Yaşlı cyancün oyun oynanacak birisi değil. O, gönlü kara, öfkeli, eli kanlı bir adam. Eğer bu iş onun kulağına gidecek olursa, her türlü kötülükten geri kalmaz. Sen de görüyorsun, geçmiş yıllarda okulları mühürleyip öğretmenleri kovan, bunlardan Kemal Efendi’yi22 kafese koyup Han’a yollayan cyancün bu değil mi?
–Yok, baba ben işimden vazgeçmeyeceğim, dedi şair kat’i ve cesur bir tavırla, -vali kendisi gelsin, ben konuşacağım, bize şu kadarcık yol bile vermeyen bu dünyanın nasıl bu hale geldiği hakkında iki çift laf etmezsem öfkem dinmez!…
Baba oğul ikisinin ciddi konuşmalarının üstüne dışarıdan cisa23 çıkıp geldi. Onun arkasından Menlik Sofi, Haşim Derviş gibi kişiler de girdiler. Avluya girip gözlerini fal taşı gibi açarak sakallarını titreten cisa o yana bu yana bakarak tehditle:
–Neden rahat vermiyorsunuz? Okul dediğiniz hani, bir göreyim, dedi ve dershaneye girip, oturan çocukları görünce aklı başından gitti. Sizler ne yapıyorsunuz burada çocuklar? Yürüyün, gidin, buraya bir daha gelmeyin. Bir gün olsun benim rahat cisalık yapmama izin verin, diye tersleyerek çocukları kovdu.
Menlik, Haşim denenler de dershanenin içine girip, hiç durmadan gevezelik yapmaya başladı:
–Ya Allah, Ya Kerim, işte bu ceditlik, dinden çıkmak değil mi?! Menlik Sofi başını sallayarak devamlı konuşuyordu. –Sırada, masada oturmak imansızların işi. Biz Müslümanlara diz üstü oturup ders dinlemek sünnet. Cenabı Resulullah ders anlattığında otuz üç bin sahabenin hepsi diz üstüne oturup dinlemedi mi?…
–İşte, işte şuna bak, -diye söze başladı Haşim Derviş, sonra sıranın altındaki bir parça kâğıdı alıp, ona buna göstererek, -bakın Huda’nın kelamının yazdığı mübarek kâğıtları yere atıp ayaklar altına almak çok günah değil mi, dedi. Yine bu kara tahtaya bir şeyler yazılmış. Bu yazılarda hiçbir şey yok. Besmele de yok, böyle şeyler yazmak dinimize ters!…
Onların ağzından çıkan sözleri duyan kişi tahammül edemezdi. Şair şu anda istibdat, zulüm, töhmet, cehalet ve nadanlıktan ibaret kapkara bir duman içinde kalmıştı. Kuru iftiranın hançeri onun yüreğini parça parça etmişti. Cehalet ve nadanlık çiyanları öfkeyle zehrini kusuyordu. O kendini zorla tutarak:
–Ey âdemler ne diyorsunuz, nasıl iftira atıyorsunuz, sizin amacınız ne, diye haykırdı. Bu sözü söylediğinde şairin dişleri sıkılmış, gözlerinde gazap kıvılcımları parıldıyordu.
Şairin bu sözleri cisa, dervişlere tıpkı kubbede cevizin durmaması gibi, kıl kadar tesir etmedi. Gerçekte de onlar sözün tesir edeceği kişiler değildi. Birisi istibdat siyasetine uşaklık yapan kötü niyetli iken, diğerleri hurafeci itikadın zincirine bağlanmış, cahillikle kafası katılaşarak granit taşa dönenlerdi…
–Masa, sıraları götürün, alıp benim avluma koyun. Kesip odun yapın! –Cisa gerinerek buyruk verdi. Onun adamları masa, sıra, tahtayı ganimet bulmuş gibi alıp götürdü.
Derviş bir sırayı alıp cisanın önüne gelip, sırıtarak:
–Karpuz satmaya tezgâhım yok, zor durumda kalmıştım, deyip alıp gitti. Böylece bu adamlar bir anda cennet asa sınıfı domuz girmiş gibi viran kıldılar.
Şair bu yırtıcılarla mücadele etmek, onları engellemek istedi. Fakat Abdurahman Mehsum oğluna engel olup laf söyletmedi ve:
–Tamam, bir şey söyleme, canın sağ olsun, dedi.
Hesamidin Zuper aceleyle çıkıp geldi. O sanki olan işlere aldırmıyormuş gibi dönüp bakmadan şairin yanına gelerek:
–Yürüyün, bizim eve gidelim, deyip aldı götürdü.
O kapıdan çıkar çıkmaz şaire:
–Biz böyle olacağını önceden hesap etmiştik. Gerek yok, diye teselli etmeye başladı, -bizde Boğda Dağı gibi sarsılmaz ruh, yanardağ gibi ateşe dayanıklı gayret olması lazım. Böyle olursa sonraki hesapta maksadımıza ulaşırız…
Beşinci Bölüm
1“Urumçi denilen büyük bir şehir, bir yerlere yalnız gitme, kaybolursun!” Keyum Bey’in uğurlarken kardeşçe söylediği sözleri, arabada tıpkı beşikte yatar gibi sallanarak giden Abdülhaluk Uygur’un kulağında çınlıyordu: Urumçi’ye ulaştığın gün mektup yazıp gönder. Anam üzülüyor. Söylediğim gibi Urumçi’de başka kişilerle görüşeyim deme, Hüseyinbay’la görüş. Şimdi Urumçi’de onun önüne geçebilecek kadar büyük bir zengin yok. Onun çevresi geniştir. Cyancünlerle dahi görüşür. Bir sınıflık okul açmak o kadar büyük mesele değil! Yukarıdakiler makul bulursa, buradakiler itiraz edemezler.”
Turfan’da bir sınıflık cedit okulu açma imkânı aramak için Urumçi’ye giden Abdülhaluk Uygur yol boyu hayallerle meşgul oldu. Olur, da Urumçi’ye ulaşırsa kimlerle görüşmesi, nasıl konuşması, Yan Cyancün’e sunacağı arz mektubunu nasıl yazacağı hakkında durmadan düşündü. Tasavvur edildiğinde bu işlerin hepsi yerli yerinde olup, kolaylıkla hallolacağı biliniyordu. Bu elbette kişiyi mutlu ediyordu. 1928 yılının mayıs ayları, havanın gerçekten güzel vaktiydi.. Bu yüzden şairin bu seferi her yönüyle güzeldi.
Fakat oturup arabayı süren Arabacı Salih’in az konuşması, sert görünüşü şairi biraz rahatsız ediyordu. Uzun boylu, tel sakal, gök göz, yüzü sarıya mail beyaz, iki yanağından kan damlayan, yaz kış dağ boğazından aşsa da, dinç, sağlam görünen bu arabacının iki günden buyana doğru düzgün laf söz ettiği yoktu, çoğu zaman yabanilik yaparcasına arabanın yanında yaya gidiyordu. Arabaya binip oturduğu zamanlarda da atların yürüyüşü, yolun alçak –yüksekliğine dikkat edip araba sürmekten başka, dostluk için hiçbir alamet göstermiyordu. Bundan dolayı şair onun böyle ketum mizacına boyun eğip onunla fazla ilgilenmedi. O sakin sakin hayal kurup, hayal bitse kitap okuyup zamanı geçiriyordu.
Arabalar yola çıkıp ertesi gün kızılsöğütle sarılan Davançin Deresine ulaşmışlardı.
Tarihten buyana Tanrı Dağının güneyi ile kuzeyini birleştiren Davançin Deresi elmas gibi parıldayıp duran Gigant Dağlarının ortasında tıpkı iki dağa sıkışıp kalan yeşil bir şerit gibi görünüyordu. Derede yine Davançin sazlıklarındaki yüzlerce kaynak suyunun katılmasından hâsıl olan hayli ulu, mağrur bir su taştan taşa vurulup gürültüyle akıyordu.
Bugün pamuk taşıyan dört araba işte şu akıntının doğu tarafındaki yılan gibi uzayan dağ yolunda gidiyordu. Arabaların tekerleklerinden ve at toynaklarından çıkan takır tukur seslerle iç atın kuşağına yerleştirilen çıngıraklardan, bunun gibi arabalardan çıkan gürültüler boğaz içini uğuldatıp, lerzeye getiriyordu.
Arabacı aniden şarkı söylemeye başladı. Onun gürül gürül çıkan güçlü sesi dağ içine can getirdi:
Üstü karlı ala dağlar,Bu halimi gördünüz mü?Düşmanlara esir oldumKederimi gördünüz mü?Nazar eylen gözyaşıma,Kimseler gelmez yanıma.Kamçı yiyerek başımaDurduğumu gördünüz mü?Kırk yiğidim hepsi gelipÖzümü ben gama salıpAhmet Bey’i bile alıpKederimi gördünüz mü?Bende olduğum irade,Kaldım sayısız belada.Düşman atlı ben piyadeYürüdüğüm gördünüz mü?Yusuf Bey der sinem dağlı,Arzumanım burada kaldı.At önünde elim bağlıGittiğimi gördünüz mü?!-Hayret, insanoğlu denilen çok acayip, dedi şair şaşkınlıkla.
Turfan’dan buraya kadar Arabacı Salih’in şarkı bildiğini veya böyle güzel şarkı söyleyeceğini düşünmeyen şair onun aniden şarkı söylemeye başlayıp dağ içini canlandırmasına hayran kaldı. İki günden beri isimlerini sormaktan başka kelam etmeyen şair bugünkü fırsattan istifade ederek onunla biraz dertleşmek istedi. Şarkının bitmesiyle söze başladı:
–Salih ağabey gibi değerli şarkıcıyı görünce dağların içi de canlanıp ses vermeye başladı değil mi?!
Arabacı o sırada dönüp:
–Evet… Gençliğimde bazen şarkı söylerdim, o zamanlar bugünkü gibi boğulup kalmazdım, dedi alçak gönüllülükle.
Şimdi de çok iyisiniz. “Senin gençliğinden çizmemin topuğu iyidir” dermişçesine, dağ içini yine siz canlandırdınız.
Arabacı başka laf etmedi. Onun karşılık vermeden sessizce oturmasına bakılırsa, kendisine yapılan methiyeyi fazla beğenmediği anlaşılıyordu. Şair yeni açılan sohbet perdesinin kapanıp kalmasından endişelenerek, yine söze başladı:
–Hangi yaşlardasınız?
–Altmışa yaklaştım, dedi arabacı biraz durup. O sanki bir şeyleri hatırlamaya çalışırcasına bir lahza sessiz kaldı. Arkasından şairin gözlerine samimiyetle bakarak, -Kardeşim, ben Yakub Bey’in tahttan indirildiği vakitlerde dokuz on yaşlarında idim. O zamanlar biz Kumul’daydık. Anam babam da vardı. İçeriden Zo Zuntan, Lyu Cintan denenlerin asker topladığını çok iyi hatırlıyorum, şimdiki gibi gözümde canlanıyor.
–Bu söze göre aslen Kumullusunuz değil mi?
–Turfan’da Kumullu Salih denilince beni tanımayan yoktur.
–Yusuf Ahmet’in şarkısını söylemenizden yola çıkarak ben de sizi Kumul’dan olsa gerek diye düşündüm. Düşündüğüm gibi çıktı, dedi şair samimiyetle gülümseyip. –Bu taraflara ne zaman geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz?
–Koşkariz’de, dedi o, gülümseyerek. Sonra söylesem mi söylemesem mi der gibi sözünü devam ettirdi. –Bu taraflara gelişim uzun hikâye!
–Söyleyin lütfen, bu uzun yolları konuşarak tüketmezsek, nasıl tüketiriz, dedi şair rica edercesine.
–Bu söylediğiniz de doğru, dedi o ve nedense yola, yüksek dağlara bakıp devam etti, -Benim eski meseleleri kolayca söyleyememek gibi kötü bir huyum var. Neden derseniz, geçmiş olaylardan bahsettiğimde eski yaralarım açılmış gibi üzülüyorum. Bunu bir kenara bırakıp eski işleri kolaylıkla söyleyemiyorum, hayal dahi edemiyorum. Gömülen şeyler gömüldüğü yerde aynen kalsınlar diyesim geliyor. Yeter eski meseleleri tekrar dillendirmeyelim. O işleri tekrar açıp söyleyerek yüreğimizi yakmanın faydası ne?
–Yüreğinizi yakan işleri bizim gibi gençlere devredin, biz taşıyalım, dedi şair samimi konuşarak, söylemezseniz, bir hayat hikâyesini yanınızda götürmüş olmaz mısınız? Böyle olunca biz eski zamanlardaki olayları nasıl öğreneceğiz? Geçmişi bilen kimse kalmazsa, tarih bağları kopar. Sizin başınızdan çok işler geçmiştir, sizin gibi insanları canlı tarih, canlı kitap, canlı şahit diye görüyoruz. Anlatın, esirgemeyin!…
Salih Ağa sanki konuşası gelmiyormuş gibi ağzındaki tütünü ezerek elindeki kamçıyı sallayıp sağ taraftaki atın sağrısına hafifçe değdirdi. Sonra aniden dönüp şaire bakarak söze başladı:
–Ben bu meseleleri yıllardır içime atıp kimseye anlatmadım, dedi of çekerek. Anlatmak istesem de kime anlatacaktım? Mollalara söylesen onlar işe yaramaz, namussuzlar hazır ekmek, bedava pide bulsa yiyip yatıyor. “Suyu siner yere serp” diye bir söz var. Bu sözleri de çalışkan, kadir kıymet bilen insanlara söylemek gerek. Öyle olmazsa söylemenin ne faydası var? Bugün siz talep ediyorsunuz, bakıyorum bununla ilgili görünüyorsunuz, tamam anlatayım.
Arabacı atlara, yola bir kez göz atıp söze devam etti, şair ona yaklaşıp can kulağıyla dinlemeye başladı.
–Zo Zuntan ortaya çıktığında aklım başımdaydı. Onların nasıl çıktığını oldukça net hatırlıyorum. Küçük yaşlarda olan şeyler insanın aklında taşa kazınmış gibi duruyor. Onlar çıkıp aradan yirmi yıl kadar zaman geçtikten sonra, Kumul’da Topraklar Ayaklanması oldu. O zamanlar ben otuz dört otuz beş yaşlarında idim. Aradan dört beş yıl geçince Timur Halife Ayaklanması oldu. Tam yiğitlik çağlarım idi, at binmeye çok hevesliydim. Sonunda atlanıp Halife ile birlikte Urumçi’ye kadar geldim. O zamanlarda biz şarkı söyleyip bu dağları titretiyorduk. Bu işleri ipinden iğnesine kadar bilirim. O yıllarda İli cyancünüyle Yüen Dahua arasında olan şeyleri de bilirim. Bu işleri ne kadar zamandır içimde sakladım. İnsanoğlu bildiği bir şeyi başka birisine söylemese içi daralıyor. Söyleyeyim desen kadrini bilecek adam yok.
–Zo Zuntan’ın ortaya çıkması tarihte büyük bir olay. Bunu biz tarihlerden öğrendik. Ama onun nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz, siz bütün bildiklerinizi anlatın, -diye rica etti şair.
–Zo Zuntan denilen hile hurda yapmakta usta, güngörmüş bir cyancündü. “Savaşın onda biri cenk dokuzu reng” denildiği gibi, Zo Zuntan her on askere bir bayrak açtırdı. Askerler piyade olarak yürüdüler. Kaç gün kaç gece ayağı kesilmedi. Nereye bakılsa bayrak. Bunu uzak tepelerden gören Bedevlet’in istihbaratçıları içeriden gelen askerin haddi hesabı olmadığını düşünüyordu. Bununla birlikte Bedevlet’in adamlarından biri savaşalım derken diğeri savaşmayalım diyor, birlik olamıyorlardı. Sonunda viran oldular. Sonra biri Bedevlet’i zehirleyerek öldürdü. Onun Hakkulu Bey, Beykulu Bey denen oğulları şahlık mücadelesine girip birbirlerini öldürüp, tüketti… İşler işte böyle oldu…
Söz buraya geldiğinde Arabacı Salih kendi kendine gülümsedi.
–Siz gerçekten tarihçiymişsiniz, dedi şair onun konuşmayı kesmesinden endişelenerek, -tarihi olayları detaylarıyla gören, etraflı sonuç çıkaran sizin gibi insanlar az çıkıyor.
–Kardeşim, ben mektep yüzü görmemiş, okuma yazmayı bilmeyen bir insanım, dedi Arabacı Salih sözünü devam ettirerek, mamafih bir işin arkasına önüne, sağına soluna eşit bakmak gibi kötü bir huyum var.
–Ona kötü huy demeyiz. Yemek tabağını bilip başka şeyleri bilmemeye kötü mizaç deriz. Bence sizin gibi bir işi etraflıca değerlendiren insan az bulunuyor. Hadi devam edin, dedi samimiyetle rica eden şair.
–Zo Zuntan yaşlı bir cyancündü, Lyu Cintan denilen cyancün gelip Urumçi’de vali oldu. O adam birkaç yıl ülkeyi idare ettikten sonra onun yerine Ru Yinçi denilen adam vali oldu. O hayli uzun zaman ülke yönetiminde bulundu. Benim hesabıma göre on üç on dört yıl yönetmiştir. Sonra onun yerine Lyen Kuy denilen geldi. İşte bu sıralarda sık sık bir ikisi gidip geldi. Biz onların adlarını öğrenemeden Yüen Dahua denilen biri vali olup ülkeyi yönetmeye başladı. Timur Halife Ayaklanmasının olduğu günlerde Yüen Dahua Urumçi’deki işleri şimdiki Yan cyancüne devredip kendisi merkeze gitti. Yan cyancün denilen çok yaman bir tilki. Ülke yönetimine geçeli şimdi on beş on altı yıl oldu. Bana göre ne kadar yaman bir tilki olsa da er ya da geç kuyruğunu kaptıracak.
Söz buraya geldiğinde arabacı aniden ciddileşerek arabayı durdurup şaire bakarak:
–Yokuşa geldik, diye hatırlattı.
Arabalar tek tek durduktan sonra arabacılar yere indi. Bazıları yağ şişesini alıp tekerlek yağlamaya girişti, bazıları ıslık çalarak atları suladı.
Atlar iyice dinlendikten sonra yine hareket etti. Aralıkta elli metre yürüdükten sonra, yol birdenbire sola dönüp boğaza sarıldı.
Davançin boğazı eski araba yolunda, Doğu Türkistan’ın güneyi boyunca hem yüksek hem de tehlikeli bir boğaz olarak biliniyordu. Boğazın güney yüzü kum çakıl karışık yumuşak toprak olup, uzunluğu bir kilometre, eğimi kırk elli dereceydi. Ağır yüklerle dolu olan arabaları bu yokuştan çıkarmak için bir arabaya yine başka bir arabanın atlarını koşup, yani arabanın önündeki üç ata yine üç at daha ekleyerek toplam yedi24 at gücüyle çekip çıkarılıyordu. Eğer bu da yetmezse yine üç at daha koşup on at gücüyle çıkarılıyordu. Arabacılar atların iki tarafına geçip onlara baskı yapıp, haydi diyerek kamçılayıp dağ içini çınlatıyorlardı. Atlar yoğun baskı altında arabayı bütün gücüyle çekiyordu, lakin her on beş yirmi adım ileri götürdüklerinde tıpkı sözleşmiş gibi hemen durup dinleniyorlardı. Onların horultuları, yorgunlukları geçer geçmez arabacılar yine sürüyordu. Arabalar işte bu yöntemle tek tek yokuşun sonuna ulaştırılıyordu. Yokuştan inmekse oldukça güç ve tehlikeliydi.
Yokuşun kuzey tarafının eğimi takribi seksen doksan derece gelip, kaygan taşlıktı. Uzunluğu tahminen üç –dört yüz metre geliyordu. Yokuşun üstünden bakıldığında alttaki insanlar serçe parmak kadar görünüyordu. Bu kadar dik ve kaygan taşlarla dolu yokuştan ağır yüklerle dolu, üstelik de fren sistemi olmayan ağaç arabaları sadece atların yardımıyla indirmek mümkün olmayacaktı. Eğer tedbirsizlik edilse, araba yuvarlanır at ve arabacıları mahvederdi. Ancak çalışan insanlar akıllıydı, arabayı yokuştan indirirken öndeki üç atı çıkarıp, arabanın arkasına ters yönde bağlıyordu. Bu sırada yalnız içteki atlarla kalan araba yokuştan inerken ters bağlanan üç at arkaya doğru direnerek fren vazifesi görüyordu. Kazara araba yürüse, ters bağlanan üç atı arabacılar yukarıya çevirip yürütüyordu, bu yöntemle kaçmak üzere olan arabayı fren misali durduruyordu.