
Полная версия:
Önce Hürriyet
–Buraya gel Zehra, dedi. Karaçayların Anadolu’ya göçünde seni de beraberimde götüreceğim. Gel de söyleşelim, anlaşalım.
Zehra, terbiyeli tavırlarla gitti. Azret’e yakın oturdu. Her kelimesi orada kalacak, yakınlarında bulunanların da işittikleri sohbete başladılar. Bu arada, hayatın merdivenlerinde Arslanbek, kız kardeşleriyle göründü. Oradaki kızlar ve erkekler ayağa kalkarak onları karşıladılar. Arslanbek, Azret’in yanına geldi, kucaklaştılar.
–Cuvuk bol!7
–Sav bol.
Arslanbek’in kız kardeşleri de Azret’in elini, “Cuvuk bol!” diyerek sıktılar. Kısaca hâl-hatır sorulduktan sonra Arslanbek kendisine gösterilen yere oturdu; ayağa kalkmış olanlar da oturdular.
Söyleşme yeniden başladı. Arslanbek, düşünceli, toyla ilgisiz oturuyordu. Ali’nin o hiç durmayan çenesi onu da yakaladı.
–Hey Arslanbek! Ne düşünüyorsun? Rusların, “Bilen söylesin, tanıyan vursun!” dediği Ocukoğlu Musa’nın arkadaşı sen değilsin ya, kara kara düşünesin…
Arslanbek irkildi. “Bu geveze, bilerek mi söylüyor acaba?” diye düşündü içinden. Bakışlar tümüyle kendisine çevrilmişti. Bu düşünceyi dağıtması gerekiyordu. Hemen cevap vermek gerektiğini düşündü.
–Hey gidi Ali, hey! dedi. Biz burada kızlarla söyleşerek vakit geçiririz. Ocukoğlu ile arkadaşı dağlarda ölümü bekler. Nerede bizde onlar gibi kol, onlar gibi köl?8
Toyda bir Ocukoğlu Musa sözü aldı yürüdü. Bilhassa yüz Rus atlısının öldürülmesi konuşuluyordu. Ocukoğlu ile arkadaşı hakkında övücü sözler söyleniyor, Musa’nın arkadaşının kimliği merak konusu ediliyordu.
–Helâl olsun Ocukoğlu ile arkadaşına! Mingi Tav’ı Ruslara mezar ettiler.
–Geçit Yeri, Rus ölüleriyle dolmuş.
–Ruslar yine, “Ocukoğlu ile arkadaşının kimliğini ve yerini söyleyene ödül verilecek!” diye ilânlara başlarlar.
–Ocukoğlu’nun arkadaşını, Karaçaylı bir Hacı uzaktan görmüş. Ocukoğlu’ndan ayrıldıktan sonra Mingi Tav’a doğru at sürüp gitmiş.
Konuşmalar aynı konuda bir süre daha devam etti, sonra yeniden dil şakaları ve söyleşmelere dönüldü. Daha sonra gençlerden bazıları Kafkas Türklüğünün millî oyunlarını oynamak üzere ayağa kalktılar. Bir ara susmuş olan mızıka,9 yeniden oyun havalarını çalmaya başladı. Bir genç, hars vurmak10 için hazırlanmış düz tahta parçalarını gençlere dağıttı. Oyun havalarının eşliğinde tahta vuruşlarından çıkan, müziğe uygun bir kısa, bir uzun sesler ve figürler geceyi neşeyle doldurdu.
Arslanbek, akrabası Zehra’yı göstererek Azret’e takıldı.
–Bana bak Azret! Teberdi’den Şahmelek’i bana vermezsen, sana da Zehra yok! Bunu böyle bilesin.
Azret’le Zehra gülümseyerek bakıştılar. Azret, -Şahmelek’i sana kendi ellerimle getireceğim, diye cevap verdi.
–Şahmelek’e selâmımı söyle…
Mızıka, Tüz Tepsev11 çalıyordu. İki kız, iki erkek karşılıklı gidip gelerek birbirlerini tarayıp geçerek, figürlere tam anlamıyla kendilerini vererek oynuyorlardı. Tahtalar tempo tutuyor, vuruşlar gittikçe sıklaşıyordu. Oynayanlar, uçuyor gibiydiler.
Mızıka çalan kişinin etrafına biriken birkaç genç, müziğe uyarak türkü söylüyorlardı.
Çıktım çeşme başına daYazı yazdım taşına.Sevda nedir bilmezdim deO da geldi başıma.4
Teberdi köyü, bambaşka bir cuma günü yaşıyordu. Cuma namazında Karaçaylar, bir başka huşu içinde, Allah’a daha yakın buluyorlardı kendilerini. Allah’ın her günü mübarekti, mübarek olmasına fakat cumanın, hele bugünkü cumanın ayrı bir yeri vardı onlar için. Karaçay Türklerinden bir kısmının kaderini tayin edecek toplantı bugün yapılacak, bugün onlara yol çizilecekti. Bütün Karaçay köylerinden ileri gelenler beşer-onar kişilik gruplar hâlinde Teberdi’de toplanmışlardı. Misafirler köy halkı tarafından karşılanmış, ihtiyaç ve istirahatları temin edilmişti. Birlikte Cuma namazına gidildi. Namazdan sonra Kaçğan, ön tarafa çıktı.
–Bismillahirrahmanirrahim… Konuşmamız, Karaçay Türklerinin, Türk milletinin ve bütün İslâm âleminin selâmeti için hayırlar getirsin.
“Amin!” seslerinin kesilmesinden sonra Kaçğan devam etti:
–Karaçay Türklerinin ileri gelenleri! Köylerinize gönderdiğim haberci gençler, toplantımızın sebebini sizlere söylediler. Biliyorsunuz; Ruslar 1828 yılında topraklarımızı işgal ettiler. O yıldan bu yana devamlı mücadele hâlindeyiz. 1850’de, bir kısım kardeşimiz Anadolu’ya göçtü. 1854’te, Kadı Muhammed Hubin başkanlığında isyan ettik; kanlı bir şekilde bastırdılar. 1859’da, Şeyh Şamil esir düşünce ümidimiz iyice kırıldı. 1885 yılında, Karaçaylardan bir kısmı daha Anadolu’ya göçtü. Sizlere burada, bugün Karaçayların yarını hakkında karar verecek sizlere derim ki esaret altında milletimizi ezdirmeyelim. Görüyorsunuz, mektepler açarak zorla Rusça öğretiyorlar. İslâm terbiyesini, Türklük şuurunu köreltmek için zorbalık yapıyorlar. Karaçayların; Kumuklar, Çeçenler, Çerkezler, Osetinler ve diğer halkların kurmaya çalıştıkları birliği kırmaya, bizi zayıflatmaya, parçalayıp bölmeye çalışıyorlar. Ruslar, bu yolda ellerinden gelen her kötülüğü yapıyorlar. Burada böyle kaldığımız sürece, Rusların önünde lokma, işlerinde köle oluruz; eririz, tükeniriz. Vakit geçirmeden tükenişe, yok oluşa karşı bir çare bulmamız gerekiyor. Benim fikrim şudur: Hür Türk topraklarında, Türk bayrağı altında yaşamak için göç kararı almalıyız. Bu kararı Çar’a bildirip Padişah Abdülhamit’ten de yer istemeliyiz. Göçmeliyiz.... Sizler ne dersiniz?
Kaçğan sustu. Onu dinleyenler de uzun süre düşündüler. Sonunda Sıntı’dan bir ihtiyar konuştu:
–Topraklarımızın terk edilmesine karşıyım. Kafkasya’da kalalım. Alnımıza yazılan ne ise o olur. Bir tek Karaçay dahi kalsak, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü yaşatmaya devam etmeliyiz. Vatan terk edilmez. Rus’un arzusu zaten bu, bizi göçe zorlayıp bu topraklardaki Türk nüfusunu azaltmak… Göçlerle nüfus azalırsa buralara daha kolay hakim olurlar. Kalmalıyız, üremeliyiz, topraklarımızı terk etmemeliyiz.
Ullu Karaçay muhtarı, dizinin üstüne doğrularak konuştu:
–Vatan elbette terk edilmez. Fakat şartlar da Karaçay Türklerini imhaya, yok etmeye götürüyor. Milletimizi imha ettirmemeliyiz. Milletin sağ olması demek, her Karaçay’ın töreleri bilmesi, Müslümanlığı unutmaması demektir. Millet sağ olunca vatan bulunur.
Duvut’tan bir ihtiyar, ihtiyarlığının yanında heyecanını da ele veren bir sesle fikrini söylemeye başladı.
–Hiçbir Karaçay Türk’ünü zorla yurdundan edemeyiz. İsteyen gider, isteyen kalır. Gidenler Karaçay kültürünü korur, yaşatırlar. Kalanlar, bu toprakları müdafaa ederler. Her Karaçay köyünde, ileri gelenler göçecek olanları tespit etsinler. Göç dilekçeleri tek elde toplansın. Gidecek olanların malları altına ve paraya çevrilsin. Karaçayların malı yine Karaçaylarda kalsın; Rus’a ev, tarla satılmasın.
Konuşmalar uzadı, uzadı. Sonunda Duvut’lu yaşlının dediği yere gelindi. Göçmek isteyenlerin dilekçeleri muhtarların elinde toplanacak, birlikte Çar’a müracaat edilecekti. Göç edeceklerin mallarının satımı işiyle de ilgilenilecekti. Bu arada Abdülhamit’e de haber salınarak yerleşmek için toprak istenecekti. Karar böyle alındı.
Camiden birlikte çıkıldı. Bahçede bekleştiler. En son imam da çıktıktan sonra yüzler köyün mezarlığına çevrildi. Geçmişlerinin ve şehitlerinin ruhlarına üç İhlâs ve Fatiha hediye ettiler; mekânlarının Cennet olması için dualar okudular. İkindi namazını da birlikte kıldıktan sonra köylerine dönmek üzere Teberdi’den ayrıldılar.
Camiden çıkanlarla birlikte göç kararı önce Teberdi’ye, oradan da diğer köylere yayıldı. Osmanlı İmparatorluğu içinde adını en çok duydukları Şam, varılmak istenen yer olarak belirlenmişti. Karaçayların dudaklarında üç kelime dolaştı o günden sonra; göç, Abdülhamit ve Şam…
5
Arslanbek, ocağın kenarında, odadaki yalnızlığından aldığı rahatlıkla uzanmış yatıyordu. Gözlerinin kapalı oluşunu gören kişi onun uyuduğunu zannederdi. Aslında o, görünüşünün aksine bir sevinç ve sabırsızlık içinde vaktini geçirmeye çalışıyordu. Bu arada, içindeki duyguların aksine davranışları, evdekilere karşıydı, kasıtlıydı. Şahmelek’e olan sevgisinin evdekiler tarafından anlaşılmasından korkuyordu. Bugün sessiz ve sakin yatışı, bu sevdayı gizlemeye çalışmasındandı.
Ullu Karaçay’ın gençleri, köy yollarında oynaşarak, şakalaşarak bekleşiyorlardı. Hepsinin gözü, köye gelen çevre yollarındaydı; sabırsızlıkları hâllerinden belliydi. Ullu Karaçaylı Ham-zat’ın toyu vardı. Yakın köylerden de toya katılmak üzere gelenler olacaktı. Gelenlerin arasında kızlar da bulunacaktı; gençlerin sabırsızlığı işte bu sebeptendi. Sevdikleri kızların gelmesi onlar için büyük mutluluktu. Toy öncesi, gündüz gezmelerinde kızlarla söyleşirler; misafir gençlerle güreşir, koşu ve taş atma yarışları yaparlardı. Gece toyda oynamak ise bambaşka bir zevkti.
Arslanbek de Ullu Karaçay gençlerine katılarak gözü Teberdi yolunda sevdiğini beklemeyi çok istiyordu. Ancak bir huyu vardı ki yapacağı işin önceden belli olmasını ve kimse tarafından bilinmesini istemezdi. Gönlü, “Kalk, sevdiğini karşıla!” diyorsa da, bir başka ses; “Otur, oturduğun yerde!” diye emrediyordu. Oturmak ne kelime, uzanmıştı bile.
Oda kapısı hafifçe gıcırdadı. Tavana bakan gözlerinin kısık aralığından gözbebeklerini kaydırarak baktı. Küçük kardeşiydi. Çocuk, kapıdan baktı ve çekildi.
–Arslanbek uyuyor ana!
–Bırak uyusun kızım, uyandırma!
Dışardan mırıltılar, yapılan işlerin çıkardığı sesler duyuluyordu. Arslanbek, kapanan kapının ardından gülümsedi. Yalnızlığa ve düşünceleriyle baş başa kalmaya o kadar alışmıştı ki… Aslında kendisiyle baş başa kalmak da sayılmazdı bu. Düşünüyor, düşündüğü de bir çift göz oluyor; o bir çift göz, odayı düşüncelerini, gönlünü, dünyasını dolduruyordu. Bir buçuk yıl… Onu bir buçuk yıl önce, toyda tanımıştı. Fidan boylu kızın güzelliği kadar gözlerinin tesirine kendisini iyice kaptırmıştı.
Her şeyini o kahverengi gözlerin gözbebeklerine teslim etmiş gibiydi. Gün olmuş, Şahmelek’in bakışları ona sevgi yüklü gelmiş; gün olmuş, kızın bir görüşte kendisine sevdalanacağı düşüncesini saçma olarak nitelemişti. Bir türlü kesin neticeye varamıyordu. Bir buçuk yıl sonra bugün, bir daha Şahmelek’in gözbebeklerinde eriyecekti. O mutlu dakikalara kendisini hazırlıyordu. İlk görüşmesinde, delice bakmaktan başka bir şey yapamamanın acısını, bugün söyleşerek çıkarmak istiyordu. Bol bol söyleşebileceği fırsatları nasıl hazırlayacağının planlarını yapıyordu. Bu arada, Şahmelek’e söyleyeceği güzel sözleri de zihninde sıraya dizmeye çalışıyordu.
Kapı tekrar açıldı. Bakışlarını belli belirsiz o tarafa kaydırdığında, gelenin anası olduğunu gördü. Bir iki kımıldadı.
–Caş!12
Baydımat’ın gelişinde, Arslanbek’i uyandırmaya kararlı bir hâl vardı. Bunu anlayınca henüz uyanıyormuş gibi tavırlarla doğruldu, gözlerini ovuşturdu.
–Uyuyor muydun Arslanbek?
–Biraz canım geçmiş ana.
–Gençlerin arasına katılmadan akşama kadar burada yatıp duracak mısın?
–Hiç katılmaz olur muyum? Daha erken… Diğer köylerden ancak gelirler.
–Sen gelirler diye yatadur. Teberdi’liler geleli çok oldu.
Teberdi sözünü duyunca neredeyse “Ne, Teberdi’liler geldi mi?” diyerek fırlayıp kalkacaktı. Kendini tuttu, uyku sonrasının uyuşukluğunu yaşıyormuş gibi davranmaya devam ederek ayağa kalktı.
–Sağ ol ana! Uyandırdığın iyi oldu. Sen gelmesen, ocağın kenarında akşamı ederdim. Konuklara karşı ayıp olur. Varıp, hoş geldiniz diyeyim.
–De ya oğlum! Töremizde misafir gençleri karşılamamak, onlarla ilgilenmemek yakışmaz. Hemen yanlarına git, üzerine düşeni yap!
Arslanbek, elini-yüzünü yıkamak için odadan avluya doğru çıkarken, anası oğlunun kalkmasından memnun, insan içine karışmaya gidişinden hoşlanan bir sesle söyleniyordu:
–Git oğul, git! Genç dediğin toyda, söyleşmede yakışır. Genç kısmı, ocak başında kedi gibi kıvrılmakla vakit geçirmez.
Arslanbek, elini yüzünü yıkarken de, sokaklarda yürürken de sevinçliydi. Beyninin içinde bir mızıka, en hareketli oyun havalarını çalıyor; ayakları parmaklarına doğru yükleniyor, sokak ortasında oynamaya can atıyordu. Neredeyse, toy evindeymiş gibi, “Hey ha!” diye naralar savuracaktı.
Hamzat’ın toy evine vardığında, konuklardan çoğu içerdeydi. İlkin Azret’i gördü, kucaklaştılar.
–Cuvuk bol!
–Sav bol!
Sonra Nürçük de geldi yanlarına. Arslanbek’le, bahçede bulunan diğer Teberdi’li gençlerle kucaklaştı. Bir ara, Nürçük ve Azret’le birlikte kalktılar. Azret, Arslanbek’e takıldı.
–Biz Ullu Karaçay’a geleli bir yıl oldu. Nerelerdesin? Sen gelmesen, biz yanına geliyorduk.
–Erken geleceğinizi tahmin etmemiştim. Evde uzanmıştım, uyuyup kalmışım. Anam uyandırdı da yüzümü görebildiniz.
–Vah vah vah! Karaçaylara yeni töreler mi kazandırıyorsun? Köye konukların geleceği gün uyunur mu?
–Bana bak Azret! Sen de, Nürçük de konuk sayılmazsınız.
Nürçük güldü. Kelimeleri de gülüyor gibiydi.
–Biz konuk sayılmasak bile konuk sayılacak kişiler de var. Bir konuğun var ki… Bize, Ullu Karaçay kızlarından birer tane söyleşmek için hazırlamazsan, o konuk sana gösterilmeyecek.
Arslanbek anlamazlıktan geldi.
–Toy Hamzat’ın, konuklar da Hamzat’ın olur. İster gösterin, ister göstermeyin. Giderim eve, ocağın başına kıvrılır yatarım.
Arslanbek sözlerini henüz bitirmişti ki evden üç kız çıktı. Üç genç, gözleri kızlarda sustular. Kızların gelişi kendilerinden yanaydı. Arslanbek baktı, baktı. Ortadaki kıza takılıp kaldı bakışları. O idi… Şahmelek’ti… Boyu biraz daha uzamış, biraz daha etlenmiş gibiydi. Bakışları, tek değişmeyen bakışlarıydı; adeta bir ok, bir ateş, tatlı bir sıcaklık oluyor, ta gönlüne akıyordu. Arkadaşlarına döndü; Azret’le Nürçük gülümsüyorlardı. Önce Şah-melek’in ellerini sıktı sonra sağ taraftakinin. Üçüncü kızın elini sıkacaktı ki akrabası Zehra olduğunu o zaman fark etti. Ullu Karaçaylı Zehra’ya da hoş geldin demek tam bir mahcupluk olacaktı. Yine de elini çekmedi. Zehra ile tokalaşırken söylendi.
–Cuvuk bolun kızlar. Sen de cuvuk bol Zehra, sen de sıradan kalma.
Konuşmayı Azret’in üzerine yıkmak, rahatlamak için Zehra’ya çıkıştı.
–Neredesin Zehra? Bu Azret denen, sabahtan beri etimi tüyümü yedi, Zehra Zehra diye…
Azret ondan da kurnaz davrandı.
–Bu Arslanbek denen de ille de Şahmelek’i isterim diye tutturdu. Biz de bu çocuğu avutmaya çalışıyorduk. İyi ki geldiniz. Al Arslanbek, işte Şahmelek!
Arslanbek, bakışlarını Şahmelek’e çevirdi. Göz bebeklerinin çakıştığı an sarsıldığını hissetti. O bakışlar da kendininkiler gibiydi. O gözler de sarsılıyor, bir sevdanın içinde yanıyordu.
–Bilmem ki… diyebildi Arslanbek. Ben, Şahmelek’i bir buçuk yıl önce gördüm, hiç unutmadım. Şahmelek belki unutmuştur. Böyle güzellerin arkasında dolaşan kim bilir kaç delikanlı vardır. Unutulmuşumdur…
–İnsan sevdiğini nasıl unutabilir?
Kelimeler, kızın ağzından ne kadar da rahat çıkmıştı! Arslanbek rahatladı. Nürçük, konuyu deşmeye çalıştı.
–Şahmelek’e aferin! Sevdiğini unutmamış. Fakat ya Arslanbek’e ne demeli? Bilir misin seni nasıl beklemiş? Ocak başında kedi gibi uyuklarken… Anası uyandırmasa buraya gelmeyecekmiş. Şahmelek, gel kardeşim, vazgeç bu sevdadan! Arslanbek seni sevmiş olsaydı, Teberdi yoluna halı döşerdi.
Şahmelek aynı rahatlıkla konuşmasını sürdürdü.
–Ben Arslanbek için dikenli yollardan da gelirim.
Arslanbek rahattı, sevinçliydi artık.
–Siz Şahmelek’i temelli getirecek olun, geçeceğiniz yollarına Kafkasya’nın en kıymetli halılarını döşerim. Böyle geçici getirirseniz, karşılanmanız da bu kadar olur. Toy biter, siz gidersiniz; ben arkanızdan bakar kalırım. Belki bir buçuk sene sonra bir daha karşılaşırız.
–Ben her zaman gelmeye hazırım Arslanbek.
Ne güzel kelimelerdi bunlar! Şaka mıydı, ciddi miydi? Ah bir ayırabilseydi. Söyleşme şakası da olsa, ciddi söylenmemiş bile olsa Arslanbek için dünyalara değerdi.
–Bana kalsa Teberdi’ye hiç göndermek istemezdim seni.
Arslanbek’in bu sözüne güldüler. Yemekten önce ve sonra da söyleşmeler devam etti. Bu arada diğer köylerden gelen konukları da karşıladılar. Azret, Zehra, Arslanbek, Şahmelek, Nürçük ve Safiye toy boyunca aralarında bir söyleşme grubu kurmuşlardı. Konuşmalar, Azret’in Zehra ile, Arslanbek’in Şahmelek’le, Nürçük’ün de Safiye ile olan sevgileri üzerine idi. Şakalaşmalar, toy boyunca uzayıp gitti.
Mızıkanın oyuna davet eden sesi duyulunca kızlar kenara, hepsi de ayakta olmak üzere sıralandılar. Erkekler de ortada oyun için yeterli bir yer bırakarak açıldılar. Oyunlar oynanmaya başlandı. Mızıkanın, gençlerin kanını kaynatan sesi, tahtalarla tutulan tempo, oyunların coşkusunda atılan “Hey ha!” naraları birbirine karıştı.
Arslanbek, gecenin coşkunluğunda gönlünün arzularına teslim etmişti kendini. Gözlerini Şahmelek’in gözlerine takmış, bir buçuk yıllık hasreti gidermeye çalışıyordu. Belli olmazdı gelecek günlerin nasıl geçeceği! Belki bir buçuk yıl daha, belki daha uzun bir zaman görmeyebilirdi bu gözleri.
Birlikte oyuna kalktılar. Sağında Azret, solunda Nürçük olduğu halde; her biri sevdiği kızı karşısına aldı. Gözleri yine o bakışlara teslim, ayakları Tüz Tepsev’in figürlerindeydi. Oyun gereği, Şahmelek’in yaklaştığı anda, sevdiğinin bakışları içinde mutluluktan eriyeceğini sanıyordu. Yine oyun gereği uzaklaştıklarında kıza daha yakın olma arzusuyla yanıyordu.
Hamzat’ın toyu, Arslanbek’in hasretini gideren buluşmayı hazırlamıştı. Arslanbek, fırsatı elinden geldiği kadar değerlendirmeye çalışıyordu; oynadı, söyleşti, bakıştı…
Toydan birkaç gün sonraydı. Arslanbek, tüfeğini omuzladı. Atını damdan çıkardı ve Mingi Tav’ın yamaçlarına doğru sürdü. Neşe içinde bir hafta geçirmişti. Ocukoğlu ile işaretleştikleri yere giderken, son günlerin tatlı hatıralarını düşünüyor, Şahmelek’in –şimdiden özlediği- bakışlarının hayaliyle arkadaşlık yapıyordu.
Günlerdir Musa’yı aramamış, bir haber var mı-yok mu diye yoklamamıştı. Ocukoğlu, dağ başlarında, yalnızlığın ve ölümle burun buruna yaşamanın sıkıntısı içindeyken, kendisi Şahmelek’le gönül eğlendirmişti. Kız kararlı bir tavırla “Geliyorum!” dese ne yapacaktı? Ocukoğlu’na verdiği yemin ne olacaktı o zaman? Bir tercih yapmalı ve ona göre davranmalıydı. Önce vatan gerekti Türk milletine. Vatan sağ oldukça o topraklarda nice Şahmelekler, nice güzel kızlar büyür, yetişirdi. Ancak aklı, mantığı ne kadar “Vatan!” dese, gönlü de o kadar “Şahmelek!” diyordu.
Musa ile işaretleştikleri çam ağacının yanına yaklaşırken gören olabilir düşüncesiyle etrafa iyice baktı; kimseler görünmüyordu. Ağacın yanındaki küçük çukura yerleştirilmiş taşı kaldırdı. Orada küçük bir kozalak vardı. “Yazıklar olsun bana!” dedi. “Ben toylarda söyleşip oynarken çağrılmışım da haberim olmamış! Ya arkadaşımın başına bir iş geldiyse!” diye söylendi. Atına atladığı gibi hızlıca yol almaya başladı.
Musa’yı kendisini bekler buldu. Kucaklaştılar. Arslanbek, nefes nefese sordu.
–Ne var Musa?
–Telaşlanma, dedi arkadaşı. Bir şey yok fakat yapacağımız bir iş var.
–Hamzat’ın toyunda eğlenceye dalınca seni arayamadım; beni bağışla! Köyden ancak bugün çıkabildim.
–Hamzat’ın toyu olduğunu ben de biliyordum. Elbette oynayacaksın, söyleşeceksin, eğleneceksin. Orada görünmesen senden şüphelenirlerdi. Söyle bakalım, toy nasıl geçti?
–Çok güzeldi… Çevre köylerden gelenler oldu. Peki, görüşmediğimiz günler içinde sen ne yaptın? Kozalağı ne zaman bırakmıştın?
–Toyun bitmesini bekledim. Dün koymuştum. Bugün veya yarın geleceğini umuyordum.
Arslanbek yapacakları işi merak ediyordu, sordu:
–Ne yapacağız Ocukoğlu? Bu sefer kaç Rus’un eceli geldi?
–Sen şimdilik onu düşünme, dedi arkadaşı. Önce karnımızı doyuralım. Biliyorsun savaşa çıkacak ordu önce karnını doyurur.
Atlarını bir yayla evine doğru sürdüler. Arslanbek’in barındığı birkaç yayla evinden biriydi bu. Evler, Rus tehditlerine rağmen eşyaları ile birlikte, Ocukoğlu’nun emrindeydi. O, baskı ve kontrollerin arttığı günlerde yayla evlerinde kalmaz, sadece kendisinin bildiği birkaç mağarada saklanırdı. Tavşan etleri ile karınlarını doyurdular. Musa, karın tokluğunun verdiği gevşeme içinde, yarı uzanarak oturduğu yerde anlatmaya başladı.
–Peşinski karakolundaki Ruslar, gelen haberlere göre iyice şımarmışlar. Çevredeki Türklere olmadık hakaret ve zulüm yapıyorlarmış. İki sözlerinden birisi; “Bir Şamil’iniz vardı, o da gitti. Ocukoğlu’nuz ise bizim için bir hiçtir.” oluyormuş. Ben de; “Bir gün karakolunuzu başınıza yıkacağım!” diye haber gönderdim. Senin anlayacağın, bugün işimiz karakol basmak. Hava biraz daha kararsın, o zaman yola çıkarız.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Kaygı söz aytmak: Baş sağlığı dilemek.
2
Tepsemek: Oynamak.
3
Kazavat Cır: Savaş türküsü
4
Mingi Tav: Kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Malkar ülkesinde, Karaçay Türkleri ile özdeşleşmiş dağ; Karaçay-Malkar Türklerinin sembolüdür.
5
Bayrım Kün: Cuma günü
6
Töben: Aşağı
7
Cuvuk bol: Hoş geldin.
8
Köl: Cesaret.
9
Mızıka: Akerdeonun Karaçay Türklerindeki adı
10
Hars vurmak: Tempo tutmak.
11
Tüz Tepsev: Düz oyun
12
Caş: Oğul, genç, delikanlı.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов