Полная версия:
Kızıl Damga
Beni gerçekten de nasıl iyi bir gelecek bekliyordu böyle! Elbette müfettişin, bu durumdan ders çıkarmasında ya da ne göreve devam etmesi ne de işten ayrılmak yoluyla her şeyi tamamen geri alabileceğini kabullenmesinden değildi bu. Yine de benim düşüncelerim çok rahatlatıcı değildi. Sürekli olarak zihnimde hangi zavallı özelliklerimin gittiğini ve geri kalanının da çoktan ne derece zarar verdiğini keşfetmek için düşüncelerle boğuştuğumdan melankolikleşmeye ve huzursuzlaşmaya başlamıştım. Gümrük Dairesinde daha ne kadar süre kalabilirsem, hayatımı bir insan gibi ne kadar sürdürebileceğimi hesaplamaya çalışıyordum. Gerçeği itiraf etmek, benim en büyük endişemdi; çünkü benim gibi sessiz bir bireyi işten çıkarmak gibi bir politika gütmeyeceklerinin farkındaydım ve istifa etmek de bir kamu görevlisinin doğasına kesinlikle ters olduğu ve bugüne kadar hiç yapılmadığı için, müfettişlik yaparak saçlarım ağarıp yaşlanana kadar, tıpkı eski müfettiş gibi başka bir hayvana dönüşme ihtimalim yüksekti. Benden önceki o çok saygıdeğer dostumun kaderi gibi, memuriyet hayatının sıradanlığında uzun yıllar çalışarak akşam yemeği saatini günün merkezine yerleştirerek ve günün geri kalanında tıpkı o yaşlı köpek gibi güneş altında ya da gölgede uyuklayarak ben de aynı kaderi mi paylaşacaktım? Bütün yeteneklerini ve duyarlılıklarını kullanarak yaşamanın, mutluluğun en iyi tanımı olduğunu hisseden bir adam için nasıl kasvetli bir bakış açısıydı bu! Ancak bütün bunlar sırasında kendime çok gereksiz tehlike sinyalleri vermiştim. Çünkü vilayet benim için hayal edebileceğimden çok daha iyi şeyler düşünmüştü.
Kendi namıma konuşmam gerekire, müfettişliğimin üçüncü yılının kayda değer en önemli olaylarından biri General Taylor’ın34 başkan seçilmesiydi. Memuriyet yaşamının avantajlarına ilişkin tam bir tahmin oluşturmak için, konumunu işgal eden kişiyi düşmanca bir yönetimin başa geldiği zaman görmek gerekir. İşte o zaman onun pozisyonu her sefil faninin meşgul edeceği en sıkıcı ve her ihtimalde hiç olmayan bir konum hâline gelirdi; bu durumda başına gelebilecek en kötü olay, o zaman ona muhtemelen en iyi seçenek olarak görünürdü. Ancak gururun ve duyarlılığın canlı temsili olarak görünen bir adam için, çıkarlarının onu ne seven ne de anlayan ve bunlardan birine olsun ihtiyaç duymasından dolayı, onlardan birine borçlu kalmaktansa, başına gelebileceklere katlanmayı kabullenen bireylerin kontrolünde olduğunu bilmek, yaralayıcı olsa da garip bir deneyimdir. Yarışma boyunca sakinliğini koruyan biri için, zafer saatinde geliştirilen kana susamışlığı gözlemlemek ve kendi benliğinin de bu kana susamışlığın kurbanları arasında olduğunun bilincinde olmak da garipti! İnsan doğasında, komşularından daha kötü olmayan, sadece zarar verme gücüne sahip oldukları için zalimce büyüyen, tanık olduğum bu eğilimden çok daha çirkin özellikleri olan kişiler de vardır. Şayet makam sahiplerinin giyotine gönderilmesi bir metafordan ziyade tam anlamıyla uygulanan bir gerçek olsaydı, samimi inancıma göre, muzaffer partinin aktif üyeleri, hepimizin kafalarını kesmek için fırsat kollarlardı ve bu şekilde kendilerine fırsat tanındığı için de Tanrı’ya şükrederlerdi! Bana öyle geliyor ki -yenilgi anında olduğu gibi zafer anında da sakin ve serinkanlı bir gözlemci olarak kalmayı başaran benim gibi birisi için- bu kötü ve acı dolu intikam ruhu, kendi partimin şu anki Whigslerin yaptığı gibi birçok zaferini asla ayırt etmemiştir. Demokratlar, genel bir kural olarak memuriyetlere el koyarlar, çünkü onlara ihtiyaç duyarlar ve uzun yılların pratiği onları farklı bir sistem ilan edilmedikçe, tersini yapmanın mırıldanılacak bir zayıflık ve korkaklık olarak görüleceği bir kanun hâline getirmiştir. Ancak uzun zafer alışkanlıkları onları fazlasıyla cömert kılmıştır. Onlar fırsat buldukları her vesileyle, ne zaman bağış yapacaklarını bilirler ve hücuma giriştiklerinde her ne kadar baltaları keskin olsa da ağızları nadiren kötü niyetle zehirlenmektedir ve daha kısa süre önce uçurmuş oldukları kelleyi büyük bir hevesle tekmeleme peşinde de değillerdir.
Kısacası, talihim her ne kadar bulunduğum en iyi koşullarda tatsız olsa da benliğimi muzaffer olandan ziyade kaybeden tarafta tutmayı başardığımdan dolayı, kendimi tebrik etmek için birçok nedenim olduğunu görüyordum. Şimdiye kadar, partizanların en ateşlilerinden biri olmasam da artık bu tehlike ve sıkıntı mevsiminde, tercihlerimin hangi partide yattığı konusunda oldukça hassas olmaya başlamıştım; makul bir şans hesaplamasına göre, memuriyetimi elimde tutma ihtimalimin demokrat kardeşleriminkinden çok daha fazla olduğunu görmek bile pişmanlık ve utanç duymama engel olmuyordu. Peki, ama burnunun sadece birkaç metre ilerisindeki geleceği kim görebilirdi ki? Benim başım, kellesi ilk uçurulacakların arasında olacaktı!
Bir adamın kellesinin uçtuğu anın, hiçbir zaman hayatının tam olarak en hoş anlarından biri olmayacağını düşünmeye meyilliyim. Yine de talihsizliklerimizin büyük bir kısmı gibi, o kadar ciddi olmasa bile başına gelebilecek kazanın en kötüsünde bile, bu kişi kendini teselli etmek için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Benim bu özel durumumda, teselli edici konular elimin altındaydı ve gerçekten de onları kullanmak için gerekli olan kadar zihnimin en derinlerine hatırı sayılır bir süre boyunca kalacak şekilde kazınmışlardı. Memuriyet hayatımdan önceki yorgunluğum ve belirsizlik içinde ele aldığım istifa düşüncelerim göz önünde bulundurulduğunda, kaderim bir şekilde intihar etme fikrini kafasında enine boyuna düşünen ve hiç beklemediği bir şekilde cinayete kurban giden bir adamın şansına benziyordu. Gümrük Dairesinde, tıpkı Eski Papaz Evi’nde olduğu gibi üç yıl geçirdim; yorgun bir beyni dinlendirecek kadar uzun bir süreç; eski entelektüel alışkanlıklarından kurtulmak ve yenilere yer açmak için de yeterince uzun bir zaman; doğal olmayan bir durumda yaşamak, herhangi bir insana gerçekten hiçbir avantajı ya da neşesi olmayan şeyi yapmak ve kendimi en azından içimde hâlâ rahatsız edici bir dürtüyü sakinleştirecek bir çabaya girişmekten alıkoymak için yeterince uzun bir dönem. Daha da ileri gidecek olursam, işten atılmasıyla ilgili olarak eski müfettiş de Whigsler tarafından bir düşman olarak görülmekten tam anlamıyla memnun değildi; çünkü siyasal meselelere karşı hareketsizliği, aynı hane halkının kardeşlerinin birbirinden ayrılması gereken dar yollarla sınırlanması yerine, tüm insanlığın buluşabileceği geniş ve sessiz bir alanda istediği gibi dolaşma eğilimi, demokrat arkadaşları tarafından da dost olup olmadığı konusunda kimi zaman sorgulanmasına neden olmuştur. Şimdi, artık şehitlik tacını kazandıktan sonra -artık onu takacağı bir başı olmasa da- bu noktaya, üzerinde uzlaşmaya varılmış gözüyle bakılabilirdi. Sonunda, tıpkı küçük bir kahraman gibi, katılmaktan memnun olduğu partinin çöküşü esnasında, kendisinden çok daha değerli adamlar konumlarını kaybediyorken tek başına zavallı bir hastalıklı olarak sonunda düşmanca bir yönetimin merhametinde dört yıl geçirdikten sonra, pozisyonunu yeniden tanımlamak zorunda kalacak ve o zaman dostane bir yönetimin daha aşağılayıcı merhametini talep etmeye mecbur bırakılmaktansa mahvolması daha uygun görünecekti.
Bu arada, basın benim meselemi de ele aldı ve bir iki hafta boyunca, beni tıpkı Irving’in başsız süvarisi35 gibi kellem uçurulmuş hâlde gazetelerin halka açık sütunlarında, korkunç ve acımasız biçimde, politik açıdan ölü biri olarak gömülmeyi arzulayan bir adamı haber konusu yaptı. Mecazi anlamda kendi politik kişiliğimden bu kadar bahsetmem yeterli olacaktır. Tüm bu süre boyunca, başı omuzlarında güvenli bir şekilde duran gerçek insan, aslında böylesinin her şeyin daha iyi olacağına dair rahatlatıcı bir sonuca varmış; mürekkep, kâğıt ve çelik kalem uçlarına yatırım yaparak, uzun süredir kullanılmayan yazı masasını açmış ve yine bir edebiyat adamı hâline dönmüştü.
İşte şimdi, çok uzun zaman önce yaşamış, eski selefim olan Bay Müfettiş Pue’nun muazzam bir çabayla ortaya çıkardığı eseri devreye giriyordu. Herhangi bir derecede tatmin edici bir etki yaratabilmek adına, uzun zamandır kullanılmadığından pasifleşmiş olan, zihnî mekanizmamın hikâye üzerinde yeniden çalışmaya başlayabilmesi için biraz zamana ihtiyacı vardı. Yine de düşüncelerim sonuçta üstlenmiş olduğum görevden dolayı çok fazla yoğunlaşmış olsa da önümdeki iş gözüme güler yüzlü güneş ışığından hiç memnun olmayan, doğanın ve gerçek yaşamın neredeyse her sahnesini yumuşatan, sevecen ve samimi etkiler tarafından çok az rahatlamış sıkıntılı ve kasvetli bir havaya bürünüyordu. Bu büyüleyici etki, belki de çok başarılı bir devrim döneminden ve hikâyenin kendisini şekillendirdiği kargaşadan kaynaklanıyordu. Bununla birlikte, bu durum yazarın zihninde herhangi bir neşe eksikliğinin bir göstergesi de değildir; çünkü o bugüne kadar, Eski Papaz Evi’nden ayrıldığından beri hiç bu güneşsiz hayallerin kasvetinde gezinirken olduğu kadar mutlu olmamıştır. Bu hacimli kitabı oluşturmama katkıda bulunan bazı kısa makalelerim de aynı şekilde kamusal yaşamın onurlu ve zor koşullarından istemsiz olarak çekilmemden sonra yazılmıştır ve geri kalanı da vadesini çok uzun zaman önce doldurmuş, belki de artık yeni sayılabilecek kadar eski yıllık ve dergilerindeki yazılarımdan bir araya getirilmiştir. Siyasi giyotinin metaforuna devam edecek olursak, bunlar “idam edilmiş bir müfettişin ölümünden sonraki yazıları” olarak düşünülebilirdi ve şimdi sona erdirmek üzere olduğum bu kısa hikâye şayet mütevazı bir insanın yaşamı boyunca yayınlayamayacak kadar otobiyografik olması hâlinde, mezarın ötesinden yazan bir beyefendiye ait olduğu için kolayca mazur görülecektir. Tüm dünyaya huzur dilerim! Dostlarıma dualarımı havale ediyorum! Düşmanlarımı affediyorum! Çünkü ben artık huzur âlemindeyim!
Gümrük Dairesinin yaşanmışlığı artık bir rüya gibi gerilerde kaldı. Hoşça kal dediğim için pişmanlık duyduğum, aksi hâlde kesinlikle sonsuza kadar yaşayacağını düşündüğüm, bir süre önce attan düşerek vefat ettiğini öğrendiğim eski müfettiş ve gümrük gişesinde onunla birlikte oturan diğer saygıdeğer şahsiyetler artık gözümde gölgelerden, hayal gücümün eskiden süslediği ve şimdi sonsuza dek kenara atdığı akbaşlı ve kırışık görüntülerden ibaretti. Altı ay öncesine kadar duymaya fazlasıyla aşina olduğum; tüccarlar, Pingree, Phillips, Shepar, Upton, Kimball, Bertram, Hunt gibi birçok isim -bu çok önemli pozisyonları işgal eden dünyanın önde gelen iş adamları- sadece günlük hayatımdan değil, aynı zamanda hafızamdan da tamamen silinmek için ne kadar az zamana ihtiyaç duymuştu! Bu saymış olduğum isimlerin sadece çok azının simalarını hatırlar hâle gelmiştim. Kısa süre sonra, aynı şekilde doğduğum eski kasabam da çevresinde dolaşan bir sis tabakasının altında zihnimde silinmeye başlayarak hayal gibi görünmeye başlayacaktı; sanki gerçek dünyanın bir parçası değil de bulutlar âleminden bir anda ortaya çıkmış, ahşap evlerinde sadece hayali insanların yaşayıp sade sokaklarının ve ana caddesinin canlılıktan uzak sıradanlığında yürüdükleri bir kasaba gibi, her tarafı pusla kaplı olacaktı. Bundan böyle, hayatımın bir gerçeği olmaktan çıkacaktı. Ben bundan sonra artık başka bir yerin vatandaşı olacaktım. İyi yürekli kasaba halkım bana bu yüzden dolayı kırılmayacaktır; çünkü edebî çabalarımla gözlerinde bir öneme sahip olmak için ve atalarımın yaşadığı, öldüğü bu mesken ve mezarda kendime hoş bir anı kazanmak, çok istesem de bir edebiyat adamının düşüncelerini toparlayabilmesi için ihtiyaç duyabileceği güler yüzlü atmosfer burada hiç oluşmamıştı. Diğer yüzler arasında daha iyisini yapabileceğime emindim ve ayrıca bu tanıdık yüzler, bunu söylemesi gerçekten zor ama bensiz de gayet iyi idare edebilirlerdi.
Bununla birlikte, mevcut ırkın büyük büyük torunları, Antik Çağ’ın merakıyla kasabanın tarihinde unutulmaz izler bırakan, Şehir Tulumbası’nı36 işaret edip çok eski günlerde yaşamış bu zavallı yazar parçasını belki de iyi düşüncelerle anarlar! Ah Yüce Tanrı’m, ne muazzam, ne zafer dolu bir düşünce!
I
Hapishane Kapısı
Bazıları sivri uçlu şapkalı, diğerleri ise başları açık hâlde kadınların da aralarında bulunduğu, kasvetli renkli giysiler ve başlarında gri renkte yüksek tepelikli şapkaları olan gür sakallı adamlardan oluşan büyük bir kalabalık, kapısı kalın meşeden yapılma, etrafı kalın demir çivilerle desteklenmiş ahşap bir yapının önünde duruyordu.
Yeni bir koloninin kurucuları, zihinlerinde başlangıç olarak nasıl erdemli ve mutluluk dolu ütopya olursa olsun, her zaman bakir toprağın bir bölümünün mezarlığa, bir kısmının ise belli gerekliliklerden dolayı hapishaneye ayrılması gerektiğini kabul etmiştir. Bu kurala uygun olarak Bostonlu atalarının ilk hapishaneyi, ilk mezarlığın neredeyse Isaac Johnson’ın37 arazisinde ve daha sonra, onun bu olayı takip eden yıllar içerisinde Kral Şapeli’nin eski kilise bahçesindeki tüm cemaatin defnedildiği mezarlığın merkezinde duracak olan mezarının etrafına kurdukları gibi, Cornhill yakınlarında uygun bir yere kurmuş olduklarını söyleyebilirim. Görünüşe göre, kasabanın kuruluşundan on beş ya da yirmi yıl sonra yapılmış olan bu ahşap hapishanenin her tarafı kötü hava şartlarının bıraktığı izlerle böcekler ve çatlamalar gibi eskime belirtileriyle kaplanmış ve olduğundan çok daha karanlık ve kasvetli görünmeye başlamıştı. Meşe kapısının üzerine monte edilmiş, bir zamanlar göz alıcı parlaklığa sahip olduğu açıkça fark edilen paslı çiviler bile, yeni dünyada her şeyden çok daha eski görünüyordu. Suçla ilgili olan her şey gibi, sanki o da hiçbir zaman bir gençlik dönemi geçirmemiş gibiydi. Bu çirkin yapının önünde ve binayla sokaktaki tekerlek izleri arasında, uygar bir toplumun ilk kara çiçeği olan bu hapishaneyi çepeçevre azgınca saran dulavrat otları, domuz otları, alıç otları ve toprakta doğal olarak yetişen tüm vahşi ve çirkin bitki örtüsü bulunuyordu. Bununla birlikte, ana girişin bir tarafına da, neredeyse eşiğe kadar uzanan yabani bir gül ağacı köklerini salmıştı, bu haziran ayında üzerini sanki içeri yeni giren ve cezası bitip hapishaneden ayrılan mahkûmlara doğanın kalbinin derinlerinden gelen sevecenliğini ve hassasiyetini gösterebileceğini ifade edermişçesine, güzel kokulu ve narin güzelliklerini sunan ender bulunan güzellikteki gül goncaları kaplamıştı.
Garip bir şans eseri, bu gül ağacı bugüne kadar canlı kalabilmişti; ancak çok uzun zaman önce üzerine gölgesini sunan devasa çam ve meşe ağaçlarının çoktan yıkılıp yerlerini boş bırakmalarına rağmen, doğanın sert koşullarına karşı ayakta durmayı mı becermişti, yoksa güvenilir oldukları kesin olan kişiler tarafından doğrulandığı gibi, hapishane kapısından içeri girerken Azize Ann Hutchinson’un38 ayaklarının ucunda mı bitmişti, belirlemeye çalışmayacağız. Şimdi, tam olarak bu uğursuz giriş kapısında başlamak üzere olan hikâyemizin eşiğinde, doğrudan karşımıza çıkmış olmasından dolayı, çiçeklerinden birini koparıp, okuyucuya sunmaktan başka bir şey yapamayız. Umarım, yol boyunca karşımıza çıkacak tatlı bir ahlaki çiçeklenmeyi sembolize edebilir ya da insana has kırılganlıklar ve üzüntülerle ilgili hikâyelerinin karanlık sonunu bir nebze olsun aydınlatabiliriz.
II
Pazar Yeri
Bundan en az iki yüz yıl önce, belirli bir yaz sabahında hapishanenin önündeki Prison Lane Sokağı’nın çayırlığı, gözleri demir kelepçeli meşe kapıya dikkatlice sabitlenmiş, çok sayıda Boston sakiniyle doluydu. Başka herhangi bir nüfusun söz konusu olması durumunda ya da New England tarihinin bir sonraki döneminde, bu iyi insanların sakallı yüzlerini taşlaştıran korkunç sertlik gözlemlendiğinde, çok ciddi bir şeyin gerçekleşeceği düşünülebilirdi. Bu genellikle, yargılaması mahkeme tarafından sonuçlandırılmış ve suçu kanıtlanmış bir caninin infazına dair halkın verilen kararı onaylaması için toplandıkları sırada, insanların gösterdiği tepkiyi ifade ederdi. Ancak, Püriten karakterinin o ilk dönemlerdeki şiddeti düşünüldüğünde, bu tür bir çıkarıma bu denli kesin ulaşılamazdı. Mesela o sırada, ailesinin sivil otoritelere teslim ettiği hayırsız bir evlat ya da düzgün çalışmayan bir hizmetkâr, kamçı direğinde cezasını çekmek üzere bağlanmış da olabilirdi. Belki de bir Antinomiyen,39 bir Quaker ya da başka bir sapkın mezhebin üyesi kamçılanarak kasabadan atılacak ya da beyaz adamın ateş suyu yüzünden, kasabanın sokaklarında olaylar çıkaran ve halkın ayaklanmasına neden olan, sersem bir Kızılderili kamçı cezasına çarptırıldıktan sonra, saf dışı bırakılana kadar ormanın karanlığına sürülecek olabilirdi. Aynı zamanda, sulh yargıcının aksi huylu dul eşi yaşlı Muallime Hibbins40 gibi bir cadının da darağacında infazı gayet mümkündü. Her hâlükârda seyircilerin yüzünde; aralarında din ve yasaların neredeyse aynı anlama sahip olduğu, en hafif ve en şiddetli suç eyleminin aynı derecede algılanmasını sağlayacak şekilde her ikisinin de bu insanların karakterlerinde ayrılmaz bir biçimde birbirine karışmış olduğu, aynı ciddiyet ifadesi vardı. Bir suçlu ya da bir günahkâr, darağacının etrafına toplanmış olan bu seyirci grubundan anlayış bekleyebilirdi, ancak alabileceği tek karşılık soğuk ve acımasız bir merhamet olabilirdi. Öte yandan, günümüzde bir dereceye kadar aşağılayıcı, hakaret dolu, alaycı ya da küçük düşürücü bir ceza yöntemi, o dönemlerde neredeyse ölüm cezası kadar onur kırıcı sayılabiliyordu.
Hikâyemizin gidişatının başladığı yaz sabahı, tuhaf bir şekilde dikkat çekici olan başka bir şey de kalabalığın içinde sayıları fazla olan kadınların, infazı gerçekleşecek olan cezaya karşı aşırı ilgi gösteriyor olmalarıydı. O dönemlerde, iç etekleri ve jüpon giyen kadınların, pek de zarif olmayan bedenleriyle kalabalığın içine umursamazca girerek, infazın gerçekleşeceği darağacına en yakın konuma sokulmak için etraflarındaki insanları sıkıştırmaktan alıkoyan bir kibarlık anlayışı henüz gelişmemişti. Hem manevi hem de maddi olarak odönemin eski İngiliz kadınları ve kızları, kendilerinden altı ya da yedi kuşak sonra gelen torunlardan çok daha kaba kumaştan yapılmışlardı; çünkü bu soy zinciri boyunca, birbirini izleyen her anne çocuğuna, kendisinden daha az güçlü ve daha zayıf bir karakter olmasa da daha soluk bir tazelik, daha narin ve daha kısa ömürlü bir fiziksel çerçeve iletmiştir. Şimdi hapishane kapısında duran kadınların dönemiyle, hemcinslerinin hiç de tam anlamıyla uygunsuz bir temsilcisi sayılamayacak erkeksi Elizabeth’in41 dönemi arasında yarım yüzyıldan fazla bir zaman bile yoktu. Tüm bu kadınlar onun yurttaşlarıydı ve kendi topraklarının sığır etleri ve biralarıyla birlikte, daha rafine olmayan ahlaki perhizleri, vücut yapılarını belirlemekte büyük ölçüde etkili olmuştu. Bu nedenle de, parlak sabah güneşi, geniş omuzların, iyi gelişmiş göğüslerinin ve uzak adalarda olgunlaşmış ve New England atmosferinde neredeyse hiç solmamış ya da incelmemiş yuvarlak ve kıpkırmızı yanaklarının üzerine vuruyordu. Dahası, çoğunun evli olduğu gözlemlenebilen bu olgun kadınların konuşmalarında hem söylenenlerin anlamı hem de ses tonlarının kalınlığı açısından bizi korkutacak bir cesurluk ve doygunluk vardı.
“Hanımlar!” dedi elli kişilik grubun içinden sert hatlara sahip bir kadın. “Size aklımdan geçenleri söyleyeceğim. Şayet bu Hester Prynne’ı, bizler gibi olgun yaşta ve kilise üyesi iyi bir üne sahip kadınların eline vermiş olsalardı, bu gerçekten halkın çok büyük yararına olurdu. Buna siz ne dersiniz, hanımlar? Eğer bu işveli kadın, yargılanmak için bizim gibi beş kadının önüne getirilmiş olsaydı, sizce saygıdeğer sulh yargıcının vermiş olduğu cezayla yakasını kurtarabilir miydi? Yüce Meryem adına, hiç sanmıyorum!”
“İnsanlar diyor ki…” dedi bir diğeri aralarından. “Cemaatin başına böylesine büyük bir skandal geldiği için Tanrı’nın kutsal papazı Rahip Efendi Dimmesdale’in yüreği kan ağlıyormuş.”
“Sulh yargıçları yüreklerinde Tanrı korkusu olan adamlar, ama hepsi çok merhametli… Bu bir gerçek.” diye ekledi ömrünün sonbaharında olan, yaşlı üçüncü bir kadın. “En azından Hester Prynne’in alnını sıcak bir demirle dağlamalıydılar. Madam Hester kesinlikle dehşete düşerdi, bundan eminim. Ama o, işe yaramaz pislik elbisesinin korsesine ne koyduklarını bile umursamayacaktır. Göreceksiniz, üzerini gayet rahat bir şekilde, bir broşla ya da tam bir günahkâr gibi herhangi bir takıyla kapatıp, eskiden olduğu gibi cesurca sokaklarda yürüyecektir.”
“Ah, ama!” diye, diğerlerinden daha yumuşak ses tonuyla konuşan, çocuğunun elinden tutmuş genç bir kadın araya girerek. “Bırakın damgasını istediği gibi kapatsın, sonuç olarak onun acısını her zaman yüreğinde taşıyacak.”
“Hangi damgadan ve işaretten bahsediyoruz ki, ister elbisesinin korsesinde, isterse alnında olsun, ne fark edecek?” diye haykırdı, bu kendi kendilerini yargıç olarak atamış kadınların arasında en acımasız olduğu gibi en çirkin olanı. “Bu kadın hepimiz adına utanç getirdi ve ölmeli. Bunun için bir yasa yok mu? Kesinlikle var, gerçekten de hem Kutsal Kitap’ta hem de kanun kitabında var. O zaman, bu konuda etkisi olmayan sulh yargıçları, kendi eşleri ve kızları da yanlış yola sapacak olursa bunu kendilerinden bilsinler!”
“Tanrı bize merhamet etsin, hanımlar!” diye bağırdı kalabalığın içinden bir adam. “Darağacında infaz edilmesinden onu kurtaracak, hiçbir erdemi yok mu bu kadının? Bu, şu ana kadar söylenmiş en ağır kelamdır! Şimdi, sessiz olun, hanımlar; çünkü hapishane kapısının kilidi açılıyor ve işte Bayan Prynne geliyor.”
Hapishanenin kapısı içeriden açıldıktan sonra, ilk olarak güneş ışığına, yanında kılıcı ve elinde görevini tanımlayan asasıyla, tıpkı karanlık bir gölge gibi, kasabanın korkunç ve en ürkütücü varlığı olan kasaba mübaşiri çıkmıştı. Bu şahsın görevi, Püriten hukukunun kurallarına göre, suçluya son kez ve kesinlikle koşullara uygun olarak eşlik etmekti ve bu kişi de bahsi geçen yasaların tüm sıkıcı katılığını üzerinde taşıyarak bu katılığı eksiksiz bir şekilde temsil ediyordu. Sol elini, tuttuğu resmî asayı öne doğru uzatmak, sağ elini ise genç bir kadının omzuna koyup hapishanenin kapısından doğuştan gelen haysiyet ve karakter gücüyle, sanki tamamen kendi özgür iradesiyle dışarı çıkıyormuş gibi bir hareketle adamın elini silkeleyen kadının yürümesini desteklemek adına arkasından itmek için kullanıyordu. Kadın kucağında, sanki bugüne kadar sadece zindan ya da hapishanenin karanlık odalarının gri alaca karanlığından farklı bir ışık yüzü görmemiş gibi, güneş ışığı yüzüne düşünce gözlerini kırpıştıran ve küçük yüzünü yumuk ellerinin arkasına saklamaya çalışan, neredeyse üç aylık bir bebek taşıyordu.
Bu çocuğun annesi olan genç kadın dürtüsel olarak, kalabalığın önünde tamamen açığa çıktığında, ilk tepkisi bebeğini sıkıca göğsüne bastırmak oldu; bu tepki elbette ki anne sevgisinden değil, elbisesinin üzerine işlenmiş ya da tutturulmuş olan belli bir simgeyi gizlemek içindi. Bununla birlikte, bir anda, düşüncelerini toparlamayı başarıp utancının bir simgesinin bir diğerini gizlemeye yetmeyeceğini idrak ederek bebeğini kollarına aldı ve yanakları kıpkırmızı olmasına rağmen, yüzünde tamamen kibirli bir gülümseme ve gözlerinde her şeye meydan okuyan bir ifadeyle kasaba halkına ve komşularına baktı.
Elbisesinin göğüs kısmında, oldukça kaliteli kırmızı kumaştan, altın rengi ipliklerle etrafı nakışlarla işlenmiş ve muazzam süslemelerle çevrili büyük bir “A” harfi duruyordu. Öylesine sanatsal ve öylesine bereketli, muhteşem bir yaratıcılıkla yapılmıştı ki, üzerine giydiği kıyafete son derece uygun, bu çağın modasına göre ihtişamlı, ancak koloninin koyduğu düzenlemelere aşırı derecede aykırı düşen, kıyafeti tamamlayan bir süsmüş gibi duruyordu.
Genç kadın, uzun boylu ve neredeyse mükemmel denebilecek kadar zarif bir yapıya sahipti. Koyu ve gür saçları öylesine parlaktı ki, üzerine düşen güneş ışığıyla etrafına ışıltılar saçıyordu; özellikle düzgün yüz hatları ve cildinin sağlıklı görünmesinin yanı sıra, kalın kaşları ve derin simsiyah gözleri yüzüne fazlasıyla etkileyici bir hava veriyordu. Günümüzün kaybolan ve tarif edilemez narin zarafetinden ziyade, kendini belirli bir duruş ve haysiyetle karakterize eden, o günlerin kadınsı narinliğine uygun, hanımefendilere yakışan muazzam bir yönü vardı. Kelimenin tam anlamıyla, geleneksel anlamıyla, Hester Prynne, hiçbir zaman hapishaneden çıkarıldığında olduğu kadar hanımefendi görünmemişti. Onu daha önceden tanıyan ve bir felaket bulutunun altında güzelliğinin kararmasını ve gölgelenmesini bekleyenler, güzelliğinin nasıl parlayarak çevresini saran felaket ve rezilliği nurlu bir aydınlanmaya dönüştürdüğünü görerek şaşkına dönmüş ve oldukları yerde irkilmişlerdi. Hassas bir gözlemcinin, onun görünümünde aslında zarif bir şekilde çok acı verici bir şeyler olduğunu fark edebileceği doğru olabilir. Gerçekten de, özellikle bugün için hapishanede hazırlamış olduğu, büyük bir itinayla diktiği ve kendi düşüncelerine göre tasarladığı elbisesi, ruhunun bu olaylara dair tutumunu, ruh hâlindeki umutsuz umursamazlığını alışılmamış biçim renkliliğiyle ifade ediyor gibiydi. Ancak tüm gözleri üzerine çeken ve böylece Hester Prynne’ı daha önceden yakından tanıyan tüm kadınları ve erkekleri şimdi onu sanki ilk kez görüyorlarmış gibi etkileyecek kadar değiştiren şey, fevkalade şekilde işlenmiş ve göğsünde parlayan kızıl harfti. Bu kızıl harf, onu insanlık ile olağan ilişkilerden soyutlayan ve tek başına kendi alanı içine hapseden bir büyü etkisine sahipti.