
Полная версия:
Foma
Foma, bu yağmacılık seferlerine, bütün öteki macera ve oyunlardan çok daha fazla kaptırıyordu kendini; üstelik o kadar atak davranıyordu ki şaşırıp irkiliyordu arkadaşları. Bile isteye tedbirsizlik yapıyordu bahçelerde: Yüksek sesle konuşuyor, dalları çatırdatarak kırıyor, kurtlu elmaları koparıp bahçe sahibinin evine doğru inadına fırlatıyordu. Suçüstü yakalanmak tehlikesi ürkütmüyordu onu. Tehlike sezince şaşalamıyordu bile. Bakışları karanlıklaşıyor, dişlerini sıkıyordu; mağrur ve öfkeli bir ifade geliyordu yüzüne. Smolin, her seferinde, kocaman ağzını büzerek, “Çok gözü kara gidiyorsun,” diyordu.
“Ben ödlek değilim,” diye cevap veriyordu Foma.
“Biliyorum ödlek olmadığını. Ama senin gibi tehlikenin üstüne üstüne gitmek için de aptal olmak gerekir… Bu işleri daha sessiz de yapabiliriz pekâlâ…”
Yejov’sa başka bir açıdan suçluyordu onu:
“Gidip de heriflere kendi ayağınla yakalanacaksan, cehenneme kadar yolun var,” diyordu. “Tek başına elma hırsızlığı yaptığını söylersin yakalandığında… Çünkü seni elinden tutup babana teslim ederler, o da bağışlar sonunda. Ama beni kemiklerimi kırıncaya kadar döverler arkadaşım…”
Foma inatla tekrar ediyordu:
“Ödlek!”
Ve nihayet bir gün Kaptan Çumakov tarafından suçüstü yakalandı Foma. Zayıf, çelimsiz bir ihtiyardı Kaptan Çumakov. Kopardığı elmaları önlüğüne sarmakta olan çocuğa sessizce yaklaşmış ve onu iki eliyle omuzundan kavrayarak tehdit dolu bir sesle haykırmaya koyulmuştu:
“Hırsız! Hırsızı yakaladım işte!”
Foma o sıralarda on bir yaşlarındaydı. Bir silkinişte kurtuldu ihtiyarın elinden. Ama kaçmadı; kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak karşısına dikildi adamın ve güven dolu bir edayla konuştu:
“Sıkıysa, bana bir dokun bakalım!”
“Dokunmam ki,” dedi adam. “Polise götürüp teslim edeceğim o kadar! Adın ne senin?”
Polise teslim edilmek diye bir ihtimali aklından bile geçirmemişti Foma. Bütün yiğitliği ve saldırganlığı uçuverdi bir anda. Polisin eline düşmesini, babası katiyen bağışlamazdı işte! Titremeye başladı ve kekeler gibi cevap verdi adama:
“Gordeyev.”
“İn… İnyat Matveyiç’in oğlu mu?”
“Evet.”
Şimdi de kaptan şaşırmıştı, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Doğruldu, göğsünü şişirdi önce, ciddi bir edayla öksürdü; sonra omuzları çöktü yeniden ve babalara özgü anlayışlı bir sesle, “Ayıp!” dedi. “O kadar büyük, o kadar saygıdeğer bir insanın evladı!.. Yakışmaz size… Gidebilirsiniz… Ama bu hırsızlık, yani ufak tefek aşırma olayları demek istiyorum, tekrar edecek olursa babanıza haber vermek zorunda kalırım. Ve bu arada, kendisine saygılarımı sunmakla müşerrefim!”
İhtiyarın yüzündeki değişikliği dikkatle izleyen Foma, adamın, babasından korktuğunu anlamıştı. Bir kurt yavrusu gibi, göz altından bakarak inceliyordu kaptanı. Çumakov’sa gülünç bir ciddiyetle, beyaz bıyıklarını sıvazlayarak, izin verdiği hâlde bir türlü gitmeyen çocuğun karşısında, bir ayağından öteki ayağına yaslanarak bekliyordu. Nihayet kendi evinin yolunu göstererek tekrarladı:
“Gidebilirsiniz…”
“Karakola gitmeyecek miyiz?” diye sordu Foma, önemsemez bir sesle.
Sorar sormaz da, ters bir cevap ihtimalini düşünüp dehşete kapıldı. İhtiyar gülümsemişti:
“Şaka yaptım!…” dedi. “Korkutmak istedim sizi…” Birden dikildi Foma:
“Asıl korkan sizsiniz…” dedi. “Babamdan korkuyorsunuz!”
Ve kaptana sırtını çevirip, geldiği yere, bahçenin dip tarafına doğru yollandı. Çumakov, arkasından haykırmaktaydı:
“Korkuyor muyum?.. Yaa! Demek korkuyorum, öyle mi!..”
Sesinden, adamın gururuyla oynadığını anlamıştı Foma; hem utandı hem üzüldü birden. Akşama kadar tek başına dolaşarak geçirdi vaktini ve eve döndüğünde, babasının şu sert sorusuyla karşılandı:
“Foma! Çumakov’un bahçesine girip elma aşıran sen misin?”
Çocuk, babasının gözlerinin içine bakarak, sakin bir sesle cevap verdi:
“Benim!”
Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu İnyat, birkaç saniye sakalını sıvazlayarak sustu. Sonra yavaş yavaş, “Budala!” dedi. “Niye yaptın sanki o işi? Kendi bahçendeki elmalar sana yetmiyor mu?”
Gözlerini yere eğmişti Foma; babasının karşısında, ayakta, hiçbir şey söylemeden beklemekteydi.
“Utanıyorsun işte, bak! Dur hele anladım, seni bu işe kışkırtan mutlaka o sapı silik Yejov’dur…”
“Gelince temiz bir dayak çekeyim ona da görsün gününü… Zaten onunla arkadaşlığınıza da son verme zamanı geldi!”
Foma kesin bir edayla konuştu:
“Ben o işi tek başıma yaptım.”
“Her saat biraz daha güç bir çocuk oluyor!..” diye haykırdı babası. “Peki ama niçin?”
“Hiiiç…”
“Hiiiçmiş!..” diye alay etti babası. “Yaptığın bir şeyi niçin yaptığını hiç değilse kendi kendine ve başkalarına karşı doğru dürüst açıklayabilmelisin… Gel buraya!”
Foma, bir iskemleye oturmuş olan babasına yaklaştı ve dizlerinin arasına sokuldu. Oğlunun omuzlarına koydu ellerini İnyat ve gülümseyerek gözlerinin içine baktı:
“Utanıyor musun?”
“Utanıyorum!” dedi Foma içini çekerek.
“Şu aptala bakın ya Rabbi! Kendini küçülttüğü yetmezmiş gibi benim de adımı kara çıkarıyor…”
Ve oğlunun başını alıp göğsüne yaslayarak saçlarını okşadı bir süre, sonra sordu:
“Başkalarının malını çalmak neye yarar?”
Şaşırmıştı Foma.
“Ne bileyim ben…” diye kekeledi. “Oynuyorsun.. oynuyorsun… hep aynı oyunlar, canı sıkılıyor insanın! O zaman da…”
“Birden mi bastırıyor bu sıkıntı?” diye sordu gülümseyerek İnyat.
“Birden…”
“Hımm… Öyle olduğunu kabul edelim. Ama bir daha bu türlü işlere katiyen burnunu sokmayacaksın Foma! Yoksa sana karşı başka şekilde davranırım ben de..”.
Foma, güven dolu bir sesle, “Bir daha hiçbir yere gitmem…” dedi.
“Kendi kendine hükmetmen güzel bir şey. İleride ne olacağını Allah bilir ama şimdilik pek kötü gidiyor sayılmazsın doğrusu! Bir adamın, kendi yaptığı işin sorumluluğunu yüklenmesi ve sonuçlarına razı olması çok iyi bir şey… Senin yerinde bir başkası olsa, arkadaşlarını ortaya sürerdi şimdi; oysa sen, ben o işi tek başıma yaptım, diyorsun. Ve daima böyle davranmak gerekir oğlum… Hünerine olduğu gibi, kusuruna da sahip çıkacaksın…”
Bir an sustuktan sonra, oğlunu göz ucuyla süzerek sordu:
“Peki… Çumakov seni dövmedi mi?”
Foma sakin bir sesle, “Yanına komazdım!..” dedi.
“Hımm…” diye homurdandı İnyat.
“Senden korktuğunu söyledim kendisine… Bunun için beni şikâyet etmiştir… Yoksa gelip de sana söylemezdi.”
“Nasıl, nasıl?”
“Elbette! Bu arada, babanıza saygılarımı söyleyin diyordu titreyerek…”
“Demek öyle diyordu? Emin misin?”
“Tabii.”
“Ah köpek! Gör bak işte insanların nasıl olduğunu. Soyar soğana çevirirsin, önünde iki büklüm eğilip saygılarını sunarlar sana!.. Diyelim ki bir kap iğini çaldın adamın; aslında benim için bir ruble kadar değerlidir onun gözünde o kapik… Ama burada önemli olan kapik değil, o kapiğin benim olması ve ben kendim onu gönlümden koparak vermeden hiç kimseye el sürdürmememdir… Oysa onlar, tam tersine!.. Konuş bakalım şimdi. Neredeydin, ne yaptın, anlat?”
Çocuk babasının yanına oturup o günkü izlenimlerini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Oğlunun anlattıkça canlanan yüzünü dikkatle inceleyerek dinliyordu İnyat; ve bir an geldi, düşünceli bir edayla kaldırdı kaşlarını.
Çocuk anlatıyordu:
“Derede bir puhu kuşu ürküttük. Görsen ne eğlenceliydi! Bizden kaçmak için şöyle bir havalandı aptal, ama gidip pat diye bir ağaca çarpmaz mı! Nasıl ağlıyor, nasıl bağırıyordu görsen… Biz durur muyuz, bir daha kışkışladık ürküttük, yine havalandı aptal. Ve artık hep böyle oluyordu: Uçuyor, uçuyor, sonra pat diye çarpıyordu bir şeylere; üstelik o kadar şiddetli vuruyordu ki, tüyleri dökülüyordu! Oradan oraya çırpındı durdu dere yatağının içinde, nihayet bir köşeye saklandı… Biz artık aramadık bile, acıdık zavallıya. Oraya buraya çarpa çarpa pestili çıkmıştı çünkü… Puhular gündüzleri tamamıyla kör müdür baba?”
“Kördür evet…” dedi İnyat. “Hayatta da bazı insanlar vardır, gündüz puhu kuşları gibi, oradan oraya atılır dururlar… Yerlerini ararlar hep, önlerine çıkana toslayıp çarpar ve hiçbir sonuca ulaşamadan tüylerini dökerler! Durmadan acı verirler kendilerine, neleri varsa yitirir ve o çaresizlikleri içinde bir an dinlenebilmek için önlerine çıkan ilk deliğe girerler. Vay hâline bunların oğlum, vay hâline!”
“Peki ama niçin böyledir bunlar?”
“Niçin mi?.. Niçinini söylemek güçtür işte…”
Kimisi vardır, kibrinden körleşir; çok şey isterler hayattan ama beceriksizdirler… Kimisi de vardır, aptallıktan körleşir… Sebep çok, sözün kısası!”
Böylece, yavaş yavaş akıp geçiyordu Foma’nın hayatı. Günler günleri kovalıyordu. Heyecan bakımından yoksul bir hayattı bu aslında, tasasız ve sakin bir hayat… Bu yeknesak yaşama zemini üzerinde, bazen çocuğun duyarlığını bir saatliğine ayakta tutan güçlü heyecanlar beliriyordu ama sürmüyordu bunlar, ufalanıp kayboluyordu çabucak. Hayatın fırtınalı esintilerine karşı korunaklı, sakin bir göldü çocuğun ruhu henüz ve gölün yüzeyine değen ne varsa, ya uyuyan suyu bir an için kırıştırıp dibe gömülüyor ya da suyun dümdüz yüzeyinde bir zaman kaydıktan sonra geniş daireler hâlinde açılıp siliniyordu ortadan.
İlkokulda geçen beş yıl içinde, dört sınıflık ilk devreyi iyi kötü tamamlamıştı Foma. Sağlam yapılı bir delikanlıydı şimdi; siyah saçları, esmer bir yüzü, kalın kaşları vardı ve üst dudağı koyu bir tüy perdesiyle gölgelenmişti. Koyu renk iri gözleri, çocukça bir düşünce doluydu; tıpkı çocuklarınki gibi hep aralık dururdu dudakları. Ama arzularında bir engelle karşılaştığı veya herhangi bir şeye sinirlendiği zamanlar, göz bebekleri derhâl genişler, dudakları kasılır ve yüzü alabildiğine inatçı bir ifadeye bürünürdü. Vaftiz babası alaycı bir gülümseyişle, “Kadınlar için baldan da tatlı olacaksın oğlum Foma…” derdi hep. “Ama o güne biraz da kafanı işlettiğini görsek, bayağı iyi olurdu…”
İnyat, bu sözleri her işitişinde içini çekerdi.
“İşe sar bu oğlanın başını, yolla çalışsın.”
“Bekle biraz!”
“Neyi bekleyecekmişiz? Bir iki yaz Volga üzerinde hovardalık etsin, açılsın biraz gözü, hemen evlendiririz… İşte kızım Lubov, hazır bekliyor…”
Lubov Mayakin, o çağda, bir yatılı okulda beşinci sınıf derslerini izlemekteydi. Foma sık sık sokakta karşılaşırdı onunla ve her seferinde Lubov, küçücük zarif bir şapkanın süslediği kumral saçlı başıyla, Foma’ya zoraki bir selam verirdi. Aslında hoşuna gitmiyor değildi Foma’nın; ama pembe yanakları, sevinç taşan kahverengi gözleri ve gelincik kırmızısı dudakları, o zoraki selamların tatsız izlenimini silmekten uzak kalıyordu. Birtakım liseli delikanlılarla arkadaştı kız; bunlar arasında eski sınıf arkadaşı Yejov da bulunduğu hâlde, Foma pek yaklaşmıyordu yanlarına, sıkılıyordu. Bilgi gösterisine girişip onun cehaletiyle alay ediyorlardı sanki. Lubovların evinde toplanıp kitap okurlardı hep ve heyecanlı bir tartışmaya kapıldıkları sırada Foma içeri girecek olursa, hemen susarlardı. Bütün buna benzer olaylar, Foma’yı biraz daha uzaklaştırıyordu Lubov’dan…
Yine Mayakinlerde olduğu bir gün, Lubov, bahçede gezinmeye çağırdı onu ve yan yana yürürlerken sahte bir gülümseyişle sordu:
“Niye bu kadar yabanisin sen? Hiçbir zaman hiçbir şeyin yok mudur söyleyecek?”
Sadelikle cevap verdi Foma:
“Hiçbir şey bilmeyince ne söyleyeyim yani?”
“Öğren o zaman, kitap oku!”
“Hevesim yok…”
“Ama şu liseli çocuklara bak biraz. Her şeyi biliyor, her şey hakkında rahatça konuşuyorlar… Örneğin Yejov…”
“Yejov’u senden daha iyi tanırım ben; bırak, papağanın biridir o!”
“Kıskanıyorsun onu anladığım kadarıyla… Çok zeki bir çocuk… Evet, evet! Liseyi bitirecek görürsün ve Moskova’ya üniversiteye gidecek.”
“Peki sonra ne olacak?”
“Sen de burada bir cahil kalacaksın…”
“Kalayım varayım, ne çıkar!” Alaycı bir sesle haykırdı Lubov:
“Aferin!”
Foma’nın sesi de alaycıydı cevap verirken:
“Bilgiç de olsam, cahil de kalsam, benim yerim hazır bu dünyada…” dedi. “Ve bütün bilginleri, önümde el pençe divan durdurabilirim, anlıyor musun?.. Baldırı çıplaklar gitsin okusun, benim okumaya ihtiyacım yok!”
“Ne kadar aptal, zalim ve iğrençsin, bilsen!..” Aşağılayıcı bir tonla söyledi bunu genç kız, sonra da onu bahçede tek başına bırakıp uzaklaştı. Bir süre baktı ardından, iyice canı sıkılmıştı Foma’nın; suratını astı sonra, kaşlarını kaldırdı ve başını eğip bahçenin öbür kıyısına doğru yürüdü.
O da artık yalnızlıktan hoşlanmaya ve hayale dalışların zehirli tadına varmaya başlamıştı. Yaz akşamları, o ateşten gurup renklerine büründüğü saatlerde, çoğu zaman bulanık ve belirsiz bir melankoli kaplıyordu içini. Bahçenin en kuytu köşesine oturup ya da yatağına uzanıp, efsane prenseslerini hayal ediyordu. Luba ya da tanıdığı öteki genç kızlar şeklinde beliriyordu prensesler; yarı karanlıkta sessizce dalgalanıyorlardı önünde ve muammalı bir bakışla gözlerinin içine bakıyorlardı. Bazen bu hayaller müthiş bir enerji gücü uyandırıyordu onda ve bir çeşit sarhoşluk hâli yaratıyordu; ama zaman oluyor, aynı hayaller dayanılmaz bir kedere boğuyordu onu. Ağlamak istiyor, gözyaşlarından utanıp zapt ediyor kendini, sonra yine dayanamayıp sessizce ağlıyordu.
Babası, sabır ve ihtiyatla iş âlemine alıştırmaktaydı Foma’yı; sık sık borsaya götürüyor, siparişlerden, teslimattan, ortaklarından söz ediyordu; kendilerine nasıl “güneşte bir yer” edindiklerini anlatıyor, şimdiki servetlerini ve piyasadaki tutumlarını açıklıyordu. Foma hızla alışmıştı işlere, el attığı her şeyi düşüne taşına ve büyük bir ciddiyetle yürütmekteydi.
İnyat’a göz kırparak, “Bizim küçük şalgam, harika bir çiçek verdi!” diyordu Mayakin hafiften alaycı bir sesle.
Ama yine de Foma’da, artık on dokuz yaşını aştığı hâlde, çocuksu ve alabildiğine saf bir yan vardı: Buydu onu arkadaşlarından ayıran. Ve bu yüzden, arkadaşlarının gözünde, alay edilmeyi hak eden bir aptaldı; onların bu tavrından dolayı da yanlarına sokulmuyordu. Oğullarını bir an bile gözden kaçırmayan İnyat’la Mayakin’e gelince, Foma’daki bu karakter belirsizliği karşısında ciddi olarak endişeye kapılıyorlardı.
“Katiyen anlamıyorum bu çocuğu!” diyordu İnyat üzgün bir sesle. “İçkisi yok, hovardalığı yok. Seninle, benimle son derece saygılı; her şeyi büyük bir dikkatle dinliyor. Bir delikanlıdan çok, bakire bir kız havası var. Oysa hiç de aptala benzemiyor, öyle değil mi ?”
“Yaşıtlarından daha aptal bir havası yok evet…” diyordu Maya-kin yavaşça.
“Beni asıl tedirgin eden nedir biliyor musun? Bir şeyler bekler gibi hep bu çocuk, gözlerinde bir perde varmış gibi bir hâli var. Rahmetli annesi de hep böyle el yordamıyla yürürdü bu dünyada… Oysa şu bizim Afrikan Smolin’e bak bir de; Foma’dan topu topu iki yaş daha büyük o kadar, ama cin gibi çocuk! O kadar ki, insan, babası mı oğluna, oğlu mu babasına çekmiş diye düşünüyor vallahi! Eğitim görmek üzere büyük bir fabrikaya gitmek istiyormuş şimdi, katiyen soluk aldırmıyormuş babasına: ‘Beni tam yetiştirmediniz, yarım yamalak kaldım…’ diyormuş… Vallahi! Oysa benimkinin içinden kopup da böyle bir laf ettiği yok… Hey Allah’ım, sen bilirsin!”
Aynı öğüdü veriyordu Mayakin her seferinde:
“Bak ne yapacaksın… Boğazına kadar herhangi bir işin içine gömeceksin oğlanı! En iyisi budur, gel beni dinle! Demir tavında gerek demişler. Sür işe ve serbest bırak ki, eğilimlerini anlayabilelim… Tek başına ‘Kama’ üzerinde bir sefere gönder oğlanı!”
“Yani sonucu göze alıp şöyle bir sınayalım mı diyorsun?”
“Elbette! Ama peşin pazarlık: Mutlaka bir şeyleri berbat edecektir… Birkaç kuruş zararı göze alacaksın tabii… Yalnız buna karşılık, oğlanın ne edip ne etmediğini öğrenmiş olacağız… Değmez mi?
Nihayet kararını vermişti İnyat:
“Haklısın…” dedi. “Yollamaktan başka çare yok.”
Ve bahar gelir gelmez, iki buğday şalupasıyla “Kama” üzerinde bir sefere gönderdi oğlunu. “Hamarat” isimli römorkör çekiyordu şalupaları. Ve gemiye kumanda eden de, Foma’nın eski dostu, bir zamanların dikkafalı tayfası Yefim’di. Yefim İliç olmuştu artık ismi, otuz yaşında iri yarı bir adamdı; ölçülü, sağduyusu sağlam, gözünden hiçbir şey kaçmayan ve gayet sert bir kaptandı.
Hızla ve neşeyle geçiyordu sefer çünkü herkes memnundu. Foma ilk olarak sırtına yüklenen büyük sorumluluktan dolayı gurur duyuyordu; Yefim’se en küçük tersliği fırsat bilip, kendisine küfürle karışık ukalalık etmeyen genç patrondan memnundu. Ve gemideki iki şefin keyfi, doğrudan doğruya tayfanın üzerinde ışıldıyordu. Nisan sonunda buğday yüklemeleri gereken yerden ayrılmış, mayısın ilk günlerinde asıl konak yerlerine varmış bulunuyorlardı. Gemi, halatla kıyıya bağlıydı şimdi; kıyı boyunca demir atmış olan şalupalarsa, geminin yanı sıra sıralanmaktaydı. Foma buğdayı çabucak buraya boşaltıp parasını aldıktan sonra Perm’e yönelmek zorundaydı. İnyat’ın panayıra yetiştirmek üzere anlaşma yaptığı bir demir yükü bekliyordu Perm’de onları.
Şalupalar, bir çam ormanı boyunca kurulu büyük bir köyün karşısında bulunuyordu. Geldiklerinin ertesi sabahı, erken saatlerden itibaren kadınlı erkekli, atlı yaya, gürültücü bir köylü kalabalığı kaplamıştı rıhtımı. Ve yerine göre bağırıp çağırıp, yerine göre türküler söyleyerek güverteye yayılmış, göz açıp kapayıncaya kadar müthiş bir hızla çalışmaya koyulmuşlardı. Ambara inmiş olan kadınlar buğdayı çuvallara dolduruyor, erkeklerse bu çuvalları sırtlanıp rıhtıma taşıyorlardı. Ve rıhtımda uzun süredir beklenen buğdayla yüklü sıra sıra arabalar, köye doğru yol almaktaydı. Kadınlar türkü söylüyor, erkeklerse neşe ve umursamazlık içinde şakalaşıp küfürleşiyordu. Bu durumda, kendilerini nizamı korumakla görevli sayan tayfalar dört bir yana bağırarak emir yağdırıyor, şalupaları rıhtıma bağlayan kalaslar, köylülerin ağır ayakları altında yaylanıp gıcırdıyor, rıhtımda atlar kişniyor, arabalarla tekerlekleri altında ezilen kumlar aynı zamanda gıcırdıyordu.
Güneşin doğuşuyla birlikte, çam kokusuyla dolu olan hava, insana hayat veren yeni bir tazeliğe bürünmüş gibiydi. Irmağın sakin suyu nazlı nazlı şırıldıyordu; suda yansıyan gökyüzü, şalupaların gövdesine ve demirlere çarpıp kırılan dalgalarla parçalanıp yeniden yayılıyordu. Sevinçle çınlayan çalışma uğultusu, bahara bürünmüş tabiatın güneş ışınlarıyla süslü çocuk güzelliği, sözün kısası her şey Foma’ya mutlu ve hoş bir eziklik veren, onda yepyeni ve kışkırtıcı arzular uyandıran sadelik ve neşe dolu bir kuvvetle dolup taşıyordu. Römorkörün tentesi altındaki masaya kurulmuş, Yefim’le ve tesellüm memuruyla birlikte çay içiyordu Foma… Tesellüm memuru, il meclisine bağlı, kızıl saçlı, gözlüklü bir adamdı. Sinirli sinirli omuzlarını oynatarak, cırtlak bir sesle, köylülerin uğradığı açlığı anlatıyordu şimdi. Pek dinlemiyordu Foma; kimi zaman aşağıda çalışanlara bakıyor, kimi zaman da üzerinde çamların yükseldiği, sapsarı ve kumluk, sarp bir yamaç hâlinde duran karşı kıyıyı seyrediyordu. Sakin bir çöl uzanmaktaydı orada.
“Ta oralara kadar gitmemiz gerekecek…” diyordu kendi kendine.
Bir yandan da memurun keskin ve telaşlı sesi, uzaklardan kopup gelen bir çığlık gibi belli belirsiz kulağına takılmaktaydı:
“Bana inanmazsınız ama sonunda gerçekten dehşet verici bir hâl almıştı durum. İşte size bir olay, dinleyin ve değerlendirin artık: Os köylülerinden biri, yanında on altı yaşındaki kızıyla gelip bir entelektüelin karşısına dikilmiş… ‘Söyle ne istiyorsun?’ demiş adam. ‘Size kızımı getirdim efendim…’ demiş köylü. ‘Niçin?’ ‘Hani belki alırsınız diye… Bekârsınız da…’ ‘Ne biçim iş bu? Ne demek yani?..’ O zaman köylü, kısık ama kesin bir sesle şunları söylemiş: ‘Efendim, önce şehre götürdüm kızı, hizmetçi olarak bir eve yerleştiririm elbette diyordum ama dönüp de bakan bile olmadı; siz bari alın da isterseniz metres diye kullanın!..’ Anlıyorsunuz değil mi? Kendi kızını kendi elleriyle getirip ikram ediyor! Metres diye, kendi öz kızını!.. Dehşetin derecesini ölçebiliyorsunuz değil mi şimdi?.. Entelektüel, tokatlamaya başlamış tabii köylüyü, ama adamcağız caymamış bir türlü dediğinden ve şunları söylemiş: ‘Efendim,’ demiş, ‘benim ne işime yarar şimdi bu kız? Hiçbir işime yaramaz ki! Buna karşılık üç tane küçük erkek evladım var; onlar büyür işçi olur, asıl onları esirgemem gerekli… Kız için bana on ruble verin yeter, hiç olmazsa oğlanların hayatını kurtarmış olurum…’ Ne dersiniz bu işe Allah aşkına? Tek kelimeyle korkunç değil mi ha?..”
Yefim, içini çekerek, “Kötü…” dedi. “Çok kötü! İşte bunun için demişler ya, açlık adamı öldürmez süründürür diye. Midenin de kendi kanunları var işte, amansız ve gaddar kanunlar…”
Bu hikâye allak bullak etmişti Foma’yı; genç kızın kaderini öğrenmek istedi birden, memura dönüp aceleyle sordu:
“Peki o bey ne yapmış? Satın almış mı sonunda kızı?”
Serzeniş dolu bir bakışla haykırdı memur:
“Alır mı canım! O ahlaksızlığı yapar mı hiç!..”
“Peki nereye sokmuşlar kızı?”
“İyi insanlar girmiş işin içine ve düzelmiş durum…”
“Tamaaam!..” dedi Foma. Sonra birden öfkeli bir sesle ekledi: “Ben olsam, bir güzel pataklardım o köylüyü! Ağzını burnunu birbirine karıştırırdım.”
Sımsıkı yumduğu kocaman yumruğunu gösteriyordu memura. Memursa, gözlerini çıkardı ve acılı bir sesle sordu:
“Niçin ama?”
“Bir insan varlığı satılır mı hiç?”
“Vahşiliktir gerçi, kabul ederim ama…”
“Üstelik de bir kız çocuğu! Ben olsam, gösterirdim ona on ruble ne demektir!..”
Hoş olmayan bir jest yaparak susmuştu memur. Bu hareket Foma’yı isyana sürükledi. Masadan kalkarak parmaklığa doğru yöneldi ve neşe içinde çalışan insanlarla dolu olan şalupanın güvertesini seyretmeye koyuldu. Sarhoş gibi oluyordu uğultudan ve varlığında oradan oraya dolanan o bulanık duygu, birden, müthiş bir kendi elleriyle çalışma arzusu hâlinde belirdi; baş edilmez bir kuvvete sahip olduğunu göstermek ve bütün bu insanları büyülemek için yüz buğday çuvalını muazzam omuzlarına tek seferde yüklemek isteğiyle kavruldu bir an.
“Davranın!..” diye haykırdı aşağıya, olanca sesiyle. “Elinizi çabuk tutun biraz!”
Birkaç kişi başını kaldırıp baktı ona; birtakım çehreler gördü ve bu çehreler arasında siyah gözlü bir kadın yüzü, okşayıcı ve kışkırtıcı bir şekilde gülümsedi Foma’ya. Göğsünde bir alev parladı birden bu gülümseyişle ve yakıcı bir alev dolaştı bütün damarlarını. Yanaklarının kıpkırmızı kesildiğini hissetti ve parmaklıktan aniden ayrılıp döndü masaya.
“Dinleyin…” dedi memur. “Babanıza bir telgraf çekin de lütfen, hasarı dengelemek üzere bir miktar buğdayı hesaptan düşsün! Akıp telef olan şu buğdaya bakın ve bilirsiniz ki bu insanlar için her avuç değerlidir! Anlamanız lazım bunu!..”
İğneleyici bir edayla yüzünü buruşturarak devam etti memur:
“Siz bari anlayın… Çünkü babanız, öyle bir babanız var ki, siz de bilirsiniz ya…”
Foma, güven dolu, aşağılayan bir sesle sordu:
“Ne kadar düşmek lazım hesaptan? Bin beş yüz kilo yeter mi? Üç bin kilo?”
“Yani… yani çok teşekkür ederim!” diye haykırdı memur, sevinç taşan bir sesle. “Eğer yetkiniz varsa…”
Foma kesin bir sesle “Patron benim!..” dedi. “İşin babamla ilgili yanına gelince, onun hakkında böyle alaycı bir şekilde konuşamazsınız!..”
“Özür dilerim! Ve tam yetkili olduğunuzdan katiyen şüphe etmiyorum artık. Samimi olarak teşekkür ediyorum size, bütün bu insanlar adına teşekkür ediyorum; tabii yalnız size değil, babanıza da…”
Foma, elini yakalamış kuvvetle sıkmakta olan memurun sözlerini yüzünde bir gurur ifadesiyle dinlerken, Yefim, ileri uzattığı dudaklarını şaklatarak, korkuyla bakmaktaydı genç patrona.
“Üç bin kilo! Rus cömertliği diye buna derler işte delikanlı! Durun, hediyenizi bu zavallı insanlara hemen müjdeleyeceğim… Ve gözlerinizle göreceksiniz nasıl size minnettar olacaklarını…” Çın çın öten bir sesle bağırdı aşağıya: “Hey çocuklar! Patron üç bin kiloyu hesaptan düşüyor.”
Foma’nın sesi yükseldi yeniden:
“Dört bin beş yüz!”
“Dört bin beş yüz kilo! Teş… çok teşekkürler!.. Dört bin beş yüz oldu, çocuklar!”
Ama bunun köylüler arasında yarattığı etki zayıftı: Köylüler başlarını kaldırmış ve tek kelime söylemeksizin işlerine dönmüşlerdi yine. Aralarından sadece birkaçı, tereddüt ederek ve âdeta istemeye istemeye, “Sağol…” diye mırıldandı. “Ulu Tanrı sana fazlasıyla geri verir inşallah!..”
Birisi neşeli bir sesle bağırdı bu sırada:
“Buğday da neymiş! İyilik etmek isteyen, şimdi her birimize küçük birer kadeh rakı dağıtsın! Asıl cömertlik budur! Buğday bizim değil ki, il meclisinin!..”
İyice canı sıkılmıştı memurun. “Ah!..” diye içini çekti. “Anlamıyorlar, anlamıyorlar bir türlü!.. Gidip de anlatayım onlara..”
Ve aşağıya yöneldi. Ama Foma’yı asıl ilgilendiren, köylülerin, hediyesine karşı takındıkları tavır değildi. O pembe tenli kadının siyah gözlerini görüyordu sadece Foma; tuhaf bir şekilde bakıyordu bu gözler; teşekkür ediyor, okşuyor, çağırıyordu… Şehir modasına göre giyinmişti bu kadın: Ayağında kısa çizmeler vardı, üzerinde bir bluz, siyah saçlarını ise orijinal bir fularla toplayıp sarmıştı. Uzun boylu ama son derece yumuşak hareketliydi; bir odun yığınının üzerine oturmuş, çuvalları tamir ediyordu orada. Dirseklerine kadar çıplak olan kolları ustalıkla işliyordu ve durmadan gülümsüyordu Foma’ya.