Полная версия:
Genç Werther’in Acıları
Hepsi canlı ve sevimli olan sekiz kardeşinin ortasında onu seyre dalmak!.. Oh, bu görüş ruhuma ne kadar safa veriyor bilsen!
Lakin ben hikâyemi böyle anlatmaya kalkışırsam sen ne başlangıcını anlarsın ne de sonunu. Öyle ise dinle, biraz etraflıca anlatmaya çalışayım:
Geçenlerde sana Hâkim S… ile tanıştığımı bildirmiştim. O zaman kendisini gidip o tenha kırlardaki evinde ara sıra ziyaret etmekliğimi rica etmiş olduğu hâlde nasılsa elim değmedi. Eğer bu kır evinde gizlenen defineyi tesadüf bana buldurmasaydı belki de buna hiç elim değmeyecekti.
Gençler bir kır balosu düzenlemişler, ben de aralarında bulundum. Kolumu şehrin genç kızlarından birine verdim. Bu kız oldukça güzeldi. Fakat yüzü de hâl ve tavrı gibi manasızdı. Aramızda kararlaştırdık. Dayısının kızı ile beraber onları araba ile toplantı yerine götürecektim. Giderken de hâkimin kızı Charlotte’u yanımıza alacaktık. Hâkimin oturduğu köşke götüren uzun yol koca bir ormanı ikiye bölüyordu. Kız dikkatle yüzüme bakarak “Şimdi kızların en güzelini göreceksiniz!” dedi. Yeğeni de şunu ilave etti:
“Sakın gönül vereyim demeyin!”
“Niçin?”“Çünkü başkasına söz kesilmiştir. Nişanlısı nazik bir genç. Babası geçenlerde öldü. Bunun için işlerini yola koymak ve iyi bir memuriyet almak niyetiyle biraz uzaklaştı.”
Bu sözleri ben oldukça kayıtsızlıkla dinliyordum. Güneş tepelerin arkasına gizlenirken arabamız da avlunun kapısında durdu. Havada bir ağırlık vardı. Başımızın üstüne yığılan renksiz toplu bulutlar bir fırtına kopacağını anlatıyordu. Küçük hanımlar korkup telaşa başladılar. Ben de havadan pek anlar gibi onlara cesaret verdim. Hâlbuki kendim bir fırtına çıkıp da balomuzun tadını kaçıracak diye korkmuyor değildim.
Arabadan atladım. Kapıya çıkan bir hizmetçi kız Matmazel Charlotte’un hemen inmek üzere olduğunu söyleyerek biraz beklememizi rica etti.
Ben avluyu geçerek bu güzel yuvaya girdim, yukarı çıktım. Merdiven başında öyle hoş bir manzara ile karşılaştım ki bir eşini daha görmemiştim. İki yaşından on bir yaşına kadar yarım düzine çocuk, genç bir kızın etrafını kuşatmışlardı. Orta boylu ve pek alımlı bir kız!..
Giydiği sade beyaz elbisenin yalnız kollarında ve göğsünde sarı gül fiyonklar vardı. Elindeki esmer bir ekmekten çocukların yaşına ve iştahlarına göre parçalar kesip veriyordu. Görsen ne tatlı bir eda ile kesip veriyor ve görsen onlar da nasıl bir saflıkla “Mersi!” diyorlardı. Daha ekmek kesilirken bir düzine minimini ellerin havada uçuştuğunu görmek oldukça hoş bir şey oluyor.
Payını alanların bazısı sıçrayarak oyuna dalıyor, daha ağırbaşlı olanları da sevgili ablalarını almaya gelen arabaya ve içindekilere bakmak için kapıya koşuyorlardı. Beni görünce en tatlı ve utangaç gülümseme ile “Zahmet ettiniz, affınızı rica ederim.” dedi. “Küçük hanımları da aşağıda beklettim. Biraz ev işleri, biraz tuvalet derken çocukların tayınlarını unutmuşum. Başkasının elinden de hiç ekmek almak istemezler.”
Bu sözlere ruhsuz bir iki kelime ile cevap verdim. Zira bütün ruhumla onun simasına, sesine, tavrına dalıp kalmıştım. Benim bu hayranlığım arasında o da bitişik odaya gitti, eldivenlerini, yelpazesini aldı.
Çocuklar bana uzaktan ve yan yan bakıyorlardı. Bunların içinde en güler yüzlü bulduğum birine doğru ilerledim. Ürktü. Geri geri gidiyordu. Charlotte odaya gidip onu görünce “Louis!” dedi. “Elini dayına ver bakayım!”
Çocuk emniyetle elini uzattı. Küçücük burnunun kirli oluşu hiç gözüme görünmedi. Çocuğu candan kucakladım, öptüm. Sonra elimi Charlotte’a uzatarak “Matmazel…” dedim. “Size akraba olmak şerefine layık olduğumu zannediyor musunuz?”
Dudaklarında bir manalı tebessüm gizleyerek “Oh!” dedi. “Bizde akrabalık çerçevesi çok geniştir. Herkese dayı, dayının oğlu deriz. Sizin akrabalıkta daha geri kalmanıza razı değilim.”
Gideceğimiz sırada kendisinden sonra çocukların en büyüğü olan on bir yaşında bir kıza sıkı sıkı tembih etti: Kardeşlerine bakacak, babaları gezmeden geldiği vakit hep birlikte onu kucaklayacaklardı. Sonra ötekilere dönerek “Ablanızın, tıpkı benmişim gibi sözünü dinleyeceksiniz ha!” dedi. Birçokları başlarıyla bunu vadettiler. Yalnız biri, altı yaşlarında sarışın bir kız, varışlı bakışıyla dönüp gülerek şöyle söyledi:
“Bununla beraber o, hiçbir vakitte senin yerini tutamaz Lotte! Biz onun sen olmasını isterdik!”
Arabaya binildi. Çocukların ikisi arabanın arkasına takıldılar. Benim hatırım için Charlotte bunlara ormandan çıkıncaya kadar müsaade etti. Fakat şu şartla ki onlar da uslu uslu oturacaklar, birbirlerini üzecek şeyler yapmayacaklardı.
Arabada yerleştik. Hanımlar birbirine karşı hâl ve hatır sordular. Âdet yerini bulsun diye birbirlerinin tuvaletini ve şapkalarının süsünü beğendiler. Sonra gideceğimiz toplantı üzerine söz açılırken Charlotte arabacıyı durdurarak kardeşlerini indirtti.
Sevgili yavrular, ablalarının elini bir kere daha öpmek istediler. Büyüğü bu eli öperken âdeta on beş yaşında toy bir delikanlı gibi utangaçtı. Küçüğü daha atik, daha hafiflikle kardeşine uydu. Charlotte da yüzlerinden öperek daha küçükleri, üst üste onlara ısmarladı. Çocuklar döndüler, biz de yolumuza koyulduk.
Okunacak kitaplardan söz açıldı. Charlotte’un bütün sözlerini ruhlu buluyordum. Her sözünde başka bir güzellik keşfediyor, gözlerinde kıvılcımlanan zekâ parıltılarına hayran hayran bakıyordum. O da galiba kendisini anladığımı duymaktan ileri gelen bir hazla neşeleniyor, yüzünde güller açılıyordu. Sözlerinin bendeki derin izlerini belli etmemek istiyordum fakat bir aralık kendimden geçtim. O, Wakefield Papazı’nı bütün inceliğiyle dosdoğru meydana koyduğu zaman dayanamadım. Onun için düşündüklerimi sayıp dökmeye başladım, yanımdakilerin varlığını unutmuştum. Bunu ancak Charlotte onlara dönüp söz söylediği vakit şaşarak hatırladım, o kadar dalmışım. Bizim kuzen ikide bir alaylı gözlerle bana bakıyordu ama ben işi pişkinliğe vurdum.
Söz, dans üzerine düştü. Charlotte dedi ki:
“Dans düşkünlüğü ayıp olsun olmasın, açıkça şunu söylemekten çekinmem ki ben kendi payıma bundan üstün bir eğlence bilmiyorum. Ne zaman içime bir sıkıntı bassa hemen gider akortlu akortsuz piyanoda bir dans havası çalarım. Bir şeyim kalmaz!”
Aman ya Rabbi! Onu nasıl bir açgözlülükle dinliyordum! Siyah gözlerine nasıl bir sabırsızlıkla bakıyor, kırmızı dudaklarına, taze yanaklarına kalbimin en ince telleriyle nasıl bağlanıyordum!
Sözlerinin manası ve bana verdiği çarpıntı içinde kendimi kaybederek kullandığı kelimeleri ayırt edemediğim çok olurdu!
Sen ki beni tanırsın, bütün bu anlatmak istediğim şeyler hakkında elbet bir fikir edinmiş olacaksın. Sözün kısası toplantı evinin önünde durup da arabadan indiğimiz vakit ben rüya görür gibi öyle hülyaya dalmışım ki -aydınlık bir salonun derinliklerinde dalga dalga bizi önleyen- müzik havasını güçlükle fark edebildim.
Mösyö Audran, Mösyö bilmem kim (Bu isimleri nasıl bellemeli?) yani Charlotte’la kuzenin kavalyeleri bizi kapıda karşılayarak hemen damlarını kollarına taktılar. Ben de benimkini aldım, yukarı çıktık. Başlangıçta ikişer ikişer birçok dans ettik. Ben birbiri ardı sıra bütün kadınlara başvurdum. Bunların içinde şüphesiz en tatsızları bir türlü elini vermeye karar veremeyenleriydi.
Charlotte’la kavalyesi bir İngiliz dansına başladılar. Çiftler karşılaşırken onun tam bizim hizamızda karşıma gelmesinden ne kadar hoşlandığımı elbet anlarsın. Onu dans ederken görmeli! Ne candan oynuyor, ne kadar aşka geliyor bilsen! Ondan her şey ahenk oluyor. Öyle özentisiz ve serbest bir dans edişi var ki dünyada bundan başka bir şey düşünmediğine, başka bir şey duymadığına hükmolunabilir. Ve şüphesiz şu anda onun için danstan başka her şey hiçtir!
Kendisini dansa davet ettim. Kabul etti. Bir Alman havası çalınıyordu. Başlangıçta bin türlü kol geçmelerle vakit geçirdik. Her hareketinde, bütün kıvranışlarında o ne güzellik, ne tabiilikti ya Rabbi!
Müzik, vals havasında bizi gökteki yıldızlar gibi birbirimizin etrafında çevirmeye başladığı vakit ortada bir karışıklık oldu. Çünkü çoğu bunu bilmiyordu. Bereket versin biz ihtiyatlı davranarak onlar hızlarını alıncaya kadar bir tarafta bekledik. Hepsi içindeki ateşi püskürdü. En ziyade acemi olanlar da işin içinden çekildiler. Meydan bize kaldı. O zaman biz yeni bir şevk ve hararetle ortaya geçerek dansa başladık. Audran da damı ile beraber ortada idi.
Ömrümde bu kadar canlı ve hafif dans ettiğimi bilmiyorum. Sanki artık etten kemikten yaratılmış bir adam değildim. Kollarının arasında dünyanın en güzel bir kızını sarmak! Bir kasırga içinde onunla uçmak… Etrafında her şeyin geçip gittiğini, her şeyin hiç olduğunu görmek… Ve duymak!
Wilhelm, sana bir şey söyleyeyim mi? Bir kadın ki ben onu seveceğim, ona az çok sözüm geçecek, yemin ederim ki… Daha o zaman yemin ettim ki benden başka hiç kimseyle vals edemeyecektir. Öleceğimi bilsem buna razı olmam! Anlıyorsun, değil mi?
Sonunda biraz dinlenmek ve nefes almak için salonda gezindik. Ondan sonra Charlotte oturdu, kendisi için daha önceden saklattığım portakalları getirdim. Bunlardan başka hiç portakal kalmamıştı. Yüreğine serinlik verdiği için bunlardan pek hoşlandı. Fakat yanındaki boşboğaz bir kadına dilim dilim ikramlarda bulundukça benim içim gidiyordu.
Üçüncü İngiliz kontu valsinde ikinci çift biz olduk. En saf, en temiz bir zevkin pırıltılarıyla ateşlenen gözlerine ve omzunda sıcaklığını duyduğum koluna bağlanarak mesut, onunla beraber dönerken sevimli çehresi gözüme çarpan orta yaşlı bir kadınla karşılaştık. Bu kadın Charlotte’a bakarak gülümsedi. Parmağıyla ona bir tehdit işareti yolladı ve yanımızdan geçerken iki kere manalı bir surette Albert ismini tekrarladı.
Charlotte’a yavaşça “Sormak ayıp olmasın ama kimdir bu Albert?” dedim.
Tam cevap vereceği sırada büyük diziye katılmamız için ayrılmamız icap etti. Önünden geçerken alnında bir düşüncenin gölgesini sezer gibi oldum.
Tekrar birleştiğimiz zaman “Sizden niye saklayayım!” dedi. “Albert nazik bir gençtir ve benim nişanlımdır.”
Bu benim için hiç yeni bir haber değildi. Çünkü bunu daha yolda gelirken öteki hanımlar söylemişlerdi. Fakat işin ucu -böyle az bir zamanda bana çok kıymetli olan- bir kıza dokununca iş değişti. Benim üzerimde hiç beklemediğim bir kara haber izi bıraktı. Fena bozuldum. Ayaklarım dolaştı. Oyun çığırından çıktı. Beni artık Charlotte sürüklüyordu. Ötemden berimden çekerek beni yola koymak için artık uğraştı durdu…
Dans daha bitmemişti ki ne zamandan beri gökyüzünün eteklerinde çakan şimşekler, benim tasarladıklarımı boşa çıkararak gittikçe daha fazla yaklaşmaya, daha keskin ışıklarla parlayıp gürlemeye başladı. Gök gürültüsünden müzik işitilmez oldu. Üç kadın ve onların peşi sıra kavalyeleri danstan vazgeçtiler. Kargaşalık büyüdü. Orkestra da susmaya mecbur oldu.
Eğlence arasında apansız çıkan bu gibi bozgunluklar, herkese başka vakitlerden daha çok dokunuyor. Eğlence ve korku düpedüz birbirine zıt şeyler olmasından mı yoksa bütün duygular daha evvel uyanmış olduğu için böyle sarsıntılara dayanacak yeri kalmamasından mı?.. Nedense birçok kadının keyfi kaçtı, yüzleri ekşidi.
İçlerinden en kendi hâlinde olanı bir köşeye büzülerek arkasını pencereye verdi ve kulaklarını tıkadı. Öbürü bunun önüne diz çökmüş, başını onun kucağına gömüyordu. Bu ikisi arasına sokulan bir üçüncüsü de kız kardeşini kucaklayarak ha bire ağlıyordu. Birtakımı evlerine gitmek isterken birtakımı da bütün bütün kendini bırakmış bulunuyordu. Bunlar sıcak gözyaşlarıyla gökyüzüne bakarak Allah’a candan yalvarırlarken kendileriyle alay etmek isteyen genç züppelerimizin şu hoppalıklarını kıracak kadar olsun kendilerini derleyip toplayamıyorlardı.
Erkeklerden bir küme, rahat rahat pipolarını tüttürmek için aşağı inmişti. Bu sırada ev sahibi madam bir çare düşündü: Pencereleri ve pencere kepenkleri kapalı bir oda varmış. Misafirlerin oraya geçmelerini rica ediyordu.
Gerçekte bu odanın her tarafı kapalı, üstelik perdeleri kalın ve kornişliydi.
İçeri henüz girilmemişti ki Charlotte sandalyeleri yan yana getirerek odanın ortasına onlardan bir çevre yaptı. Herkes sandalyesine yerleştiği zaman o her korkuyu unutturan tatlı bir sesle “Bir şey oynayalım!” dedi.
Bu sözler üzerine birçok zamane gencinin tatlı bir para oyununa dalmak ümidine düştüklerini ve sevimli olmaya çalıştıklarını gördüm. Charlotte dedi ki:
“Şimdi sayı oyunu oynayacağız. Dikkat edin! Ben hep sağdan sola dönerek her birinize işaret vereceğim. İşareti alan, vakit kaybetmeden kendine düşen sayı ne ise onu söyleyecektir. Kim şaşırır ve yahut yarım saniye geçirirse bir tura yiyecektir. Böylelikle bine kadar sayacağız, hadi bakalım!”
Bu görülmeye layık bir şeydi! Charlotte billur kolunu uzatmış, parmağıyla birer birer herkesi işaret ederek dönüyordu. Birincisi “bir” dedi, ikincisi “iki”, daha sonraki “üç”… İşe kolayından başlamıştı. Herkesi böyle alıştırdıktan sonra atlamalar yapmaya ve gittikçe hızını artırmaya başladı. Biri şaşırdı, pat bir tura… Yanındaki ona güldüğü için o da şaşırdı, pat bir tura da ona! O ise gitgide hızlanıyordu.
Ben kendi payıma iki tura yedim. Hatta gizli bir ürperti ile sezer gibi oldum ki bana başkalarından biraz daha hızlı vuruyordu. Katılasıya gülmeler, haykırışmalarla sayımız daha bine varmadan oyun bitti, bu yüzden tanışmalarda daha çok yakınlık oldu. Fırtına geçmişti. Salona gidilirken Charlotte’un arkasından yetiştim. Yolda “Yedikleri turalar…” dedi. “Onlarda ne fırtına korkusu bıraktı ne bir şey!”
Hiçbir cevap vermedim. O, devam etti:
“En çok korkanlardan biri de bendim. Fakat başkalarına cesaret vereyim derken kendim de cesaretli oldum.”
Pencereye yaklaştık. Hâlâ uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Sinsi bir yağmur, tatlı bir şamata ile toprağı ıslatırken artık serinleşen havanın dalgaları bize etek dolusu ot kokuları taşıyordu.
Charlotte dirseğine dayanmış, kırlara bakıyordu. Bakışlarını böyle dolaştırırken göğe çevirdi. Sonra bana baktı. Gözleri yaşlı idi. Sonra elini elimin üstüne koyarak “Ah, ey Klopstock!”3 dedi. Hemen aklımdan geçen o kıymetli kasideyi hatırladım. Charlotte’un o anda bana verdiği duyguların coşkunluğu içinde boğuluyordum.
Dayanamadım. Elinin üstüne eğildim ve çok tatlı gözyaşlarımla ıslatarak o eli öptüm. Sonra gene gözlerine dalıp kaldım…
Ah, ey ilahi Klopstock! Sen en büyük nasibini bu gözlerde görmeliydin! Ve ben -zındıklığın ikide bir lekelemeye yeltendiği- büyük adını ne olur ömrümün sonuna kadar başka bir ağızdan işitmesem!
19 HaziranBundan önce hikâyemin neresinde kaldığımı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur: Sana mektup yazdığım gece ancak sabahın ikisinde yatabildim. Ve şunu da biliyorum ki eğer mektup yazacağıma seni karşıma alıp dinletebilseydim güpegündüz oluncaya kadar elimden kurtulamazdın.
Balodan dönüşümüzde neler olup bittiğini sana anlatmadım ama şimdi anlatacak vaktim de yok!
En güzel bir güneş doğumu ile yola çıktık; ıslak ormandan ve serin kırlardan geçiş ne hoştu! Yanımızdaki hanımlardan ikisi bir tarafa yaslanıp ımızganmaya başladılar. Charlotte “Biraz da siz kestirmek istemez misiniz?” diye sordu ve hemen ekledi:
“Rica ederim, hiç benden çekinmeyiniz.”
Gözlerinin içine bakarak “Bu gözler açık oldukça benimkiler kapanmazlar!” dedim. Kapısının önüne gelinceye kadar ikimizin gözümüze uyku girmedi. Hizmetçi kız yavaşça kapıyı açtığı zaman Charlotte, hemen kardeşlerini ve babasını sordu. O da hepsinin iyi olduğunu ve uykuda bulunduklarını söyledi.
Ayrılırken hemen o günü gelip kendisini görmem için müsaadesini istedim. Razı oldu ve gittim, gördüm. Artık güneşler, aylar, yıldızlar istedikleri gibi dönüp dolanabilirler. Ben farkında değilim: Ne vakit gün oluyor, ne vakit gece… Kâinat etrafımdan silindi ve yalnız o kaldı.
21 HaziranAllah’ın en sevgili kullarına bağışladığı sevinçli günler yaşıyorum. Bundan sonra başıma ne gelirse gelsin yaşamanın tadını hem de en temiz, en yüksek tadını çıkarmadım diyemem.
Benim Wahlheim’ı bilirsin. Artık orada iyice yerleştim, orada Charlotte’a on beş yirmi dakikalık bir yol var. Orada ben, benliğimi anlıyor ve bir kul için nasip olabilecek saadetin tamamını kendimde buluyorum.
Acayip şey! Buraya gelip de tepeden o güzel vadiye göz gezdirdiğim vakit her tarafı nasıl da ayrı ayrı beğendim, hoşuma gitti. Burada bir küçük koru… Ah! Kabil olsa da onun kuytu gölgeliklerine bir dalabilsek! Ötede bir tepe… Ah, ne olurdu sen oradan şu genişlikleri sarabilseydin! Şu zincirleme tepeler ve aralarındaki ıssız dereler… Oh! Keşke oralarda ben yolumu, izimi kaybetsem!.. Oralarda gezer gezer sonunda aradığımı bulmaksızın geri dönerdim.
Bence bu uzaklıklar ne ise istikbal dediğimiz gelecek zaman da odur. Esrar ile dolu engin bir ufuk ruhumuza karşı açılır durur. Gözümüz nasıl dalarsa duygumuz da o ufkun derinliklerine öyle süzülür. O zaman yalnız bir duygu… Fakat büyük, ışıltılı bir duygu ile kalmak için bütün varlığımızı vermeye can atarız. Koşarız, uçarız. Fakat ne yazık! Uzaklar yaklaşınca, özlediğimiz yere varınca görürüz ki değişen hiçbir şey yoktur. Kendimizi gene o yoksulluğumuzun dar çerçevesi içinde buluruz. Bu böyle gider ve ruhumuz daima elinden kaçan saadetin arkasından içini çeker durur.
İşte bunun için en azılı bir serseri bile sonunda vatanını özleyerek ah eder ve şu geniş toprak üzerinde nafile yere aradığı eğlenceyi gene kendi kulübesinde, karısının, çocuklarının yanında onlara bakıp büyütmekte bulur.
Sabahleyin, güneş doğar doğmaz kalkar, sevgili Wahlheim’ıma giderim. Orada ev sahibi kadının bahçesinde kendi elimle topladığım bezelyeleri -bir taraftan Homeros’umu okuyarak- ayıklarım. Küçük mutfaktan aldığım kuşhaneye biraz tereyağı ile bunu koyarak üstünü kapadıktan sonra ara sıra tencereyi karıştırmak üzere şöylece bir oturdum mu işte o zaman Penelope’un kendini beğenen âşıkları nasıl olmuş da kendi elleriyle öküzleri, domuzları paralayıp kebap etmişler, bunu iyice anlarım. Eski zaman aile hayatı kadar hiçbir şey beni tatlı ve yanılmaz duygularla doldurmuyor ve açık söylüyorum, ben de hayatımı çok şükür o hayata bağlayabilecek bir yaratılıştayım.
Bahçesinde yetiştirdiği lahanayı ehemmiyetle sofrasına koyan bir adamın şu sade ve çocukça keyfini duyacak bir kabiliyette yaratıldığım için ne kadar bahtiyarım! O yalnız önündeki lahananın tadını almıyor, fazla olarak onu diktiği güzel sabahları, suladığı tatlı akşamları ve onları yavaş yavaş büyüttüğünü görmekten ileri gelen keyiflerini de tekrar yaşıyor.
29 HaziranEvvelsi gün hâkimi görmek için şehirden doktor geldi. Ben Charlotte’un kardeşlerinin arasında yere oturmuş, onlarla oynuyordum. Kimi omzuma sıçrıyor kimi kolumu çimdikliyordu. Ben de onları gıdıklıyordum. Biz böyle şamata ederken doktor üzerimize geldi.
Bu adam… Nasıl anlatayım? Söz söylerken bir düzine kolluklarının kırmalarını düzeltmek veya kocaman yakalığını çekip uzatmak gibi münasebetsizlikleri kendine iş edinen bu avanak… Evet o şık doktor; o âlim kukla benim bu hâlimi beğenmedi, kendini bilenlere yakışmayacak çocuklardan saydı. Bunu yüzünden pekâlâ anladım, bununla beraber hiç tetiğimi bozmadım. Arkamdan ne söylerse söylesin dedim.
İskambil kâğıtlarından yaptığım köşkü çocuklar bozmuştu. İki dakika sonra gene dağılacak olan bu köşkü özenip bezenerek onun gözü önünde tekrar yapmaktan çekinmedim.
Doktor şehirde kendisini dinleyenlere benim için iyi atmış tutmuş, hâkimin çocukları zaten iyi bir terbiye görmezken “Werther” ismindeki ipsizin elinde bütün bütün çığırından çıkmışlar imiş.
Evet, dostum benim yüreğim herkesten fazla çocuklara karşı açıktır. Onların her hâli bende alaka uyandırır. Ne vakit kendilerini tetkik etsem o küçük yavrularda, büyüdükleri zaman beraber büyüyecek olan bütün yüksekliklerin ve seciyelerin tohumunu bulurum. Bence inatçılıkları ileride kuvvetli bir seciye sahibi olacaklarının, yaramazlıkları ve hatta muziplikleri hayat uçurumlarına düşmeden geçiverecek şen ve hafif bir yaratılışta bulunduklarının alametidir. Hem bütün bunlar ne temiz ne dobraca değil mi? İşte böyle düşündüğüm zaman hep Metr’in “Keşke siz de onlara benzeyebilseniz!” dediğini hatırlarım.
Bununla beraber sevgili kardeşim, o çocuklar ki bize eştirler, belki de bize model olmaya layıktırlar, biz o çocukları kendi keyfimize göre yola koymaya kalkışırız. İsteriz ki olmaz dediğimiz şeyden hemen vazgeçsinler, hiç üstelemesinler! Peki biz kendimiz öyle miyiz? Onlardan fazla nemiz var? Fazla yaşlı ve daha akıllı olmamız mı? Allah’ım, sen bu dünyada yaşlı kocaman bebeklerle küçük yavrular yaratmışsın, başka bir şey değil! Bunların hangisini beğendiğini peygamberin bize söyleyeli çok oldu. Fakat senin kocaman bebeklerin hem iman ederler hem gene kendi bildiklerine giderler (Bu da böyle gelmiş böyle gider, eski bir yoldur.) ve çocuklarını kendilerine benzetmeye çalışırlar ve… Adiyö Wilhelm; bu kadar yeter, fazla tıraşa lüzum yok.
1 TemmuzCharlotte bir hastaya nasıl bakarsa ben de şu zavallı kalbimi öyle bakılmaya muhtaç görüyorum: Bu kalp, yatağında inleyen herhangi bir hastadan daha çok ağrı çekiyor.
Charlotte birkaç gün kadar şehirde, zavallı bir kadıncağızın yanında kalacak. Hekimlerin dediğine göre çok zaman yaşamayacak olan bir kadın ki son demlerinde Charlotte’u istemiş.
Geçen hafta onunla beraber köy papazını görmeye gittikti. Bizden yarım saat uzak olan bu köyceğiz yeşil dağların kucağında uyuyor gibidir. Saat dörde doğru oraya vardık. Charlotte küçük kız kardeşini de yanına almıştı.
İki büyük ceviz ağacının gölgesine sığınan avluya girdiğimiz vakit muhterem ihtiyar bir tahta kanepede oturuyordu. Charlotte’u görünce sanki taze can buldu. Boğumlu bastonunu unutarak yerlere yuvarlanırcasına onu karşılamak istedi. Charlotte hemen koştu, ihtiyarı yerine oturttu. Kendisi de yanı başına oturdu. Ona babasının selamını söyledi. İhtiyarın biraz pis ve şımarık olan torununu da sevdi, öptü.
Görmeliydin dostum; ihtiyarla nasıl candan konuşuyor, biraz ağır işiten kulağına hafifçe eğilerek nasıl biraz yüksekçe fakat hiç kararını aşmadan lakırtı söylüyor, ona birçok sağlam gencin apansız nasıl öldüklerini anlatıyor, gelecek yazı Karlsbad kaplıcalarında geçirmek niyetinde olduğunu söyleyerek ilaçların faydasını nasıl izah ediyor; hasılı onu görmeyeli çok fark ettiğini, pek dinç göründüğünü nasıl temin ediyor; orada bulunmalıydın ve bunları görmeliydin!
Kızı, Mösyö Schmidt’le çayıra gitmiş. Çok geçmeden geldi. Charlotte’u candan kucakladı, öptü.
Senden ne saklayayım, kız hoşuma gitti. Bu canlı ve güzel endamlı küçük esmerle köyde pek iyi vakit geçirilebilir. Âşığına gelince (Çünkü biz Mösyö Schmidt’e hemen bunu yapıştırmıştık.): Hâl ve tavrı yerinde fakat çok soğuk bir adamdı. Lafa karışması için Charlotte o kadar uğraştığı hâlde ağzını açıp bir söz söylemedi.
Beni en çok üzen neydi biliyor musun? Yüzünden anladığıma göre bu delikanlı hiç lafa karışmayacak kadar kafasız değildi: Tabiatı böyleydi. Bunu aksiliğinden yapıyordu. Nitekim çok geçmeden anladığım gibi çıktı.
Şöyle bir tur yapalım dedik, kız Charlotte’tan ayrılmıyor fakat bazı kere de benimle yalnız kalıyordu. Dikkat ettim. Schmidt’in zaten esmer olan yüzü enikonu karardı. Bir derecede ki Charlotte kolumu çekip usulca “Aman, kıza karşı biraz soğuk davranın!” demeye mecbur oldu.
İnsanların karşılıklı didişmeleri benim çok canımı sıkan bir şeydir. Fakat daha ziyade üzüldüğüm bir şey varsa o da şudur: Yürekleri her eğlenceye karşı açık olması gereken gençler, tazeler, o kıymetli gençlik günlerini avanakça dertlendirir, iş işten geçtikten sonra da boşu boşuna dövünürler. Ben işte buna tutulurum.
Akşamüstü gezmeden döndük, avluda süt içtik. Şuradan buradan söz açıldı. Hayatın eğlenceleri, sıkıntıları konuşuluyordu. Dayanamadım, bu fırsattan istifade ederek Mösyö Schmidt’in tersliğine karşı olanca kuvvetimle hücum ettim:
“İkide bir…” dedim. “Hayatın mihneti çok, zevki az olduğunu söyler dururuz, haklı mıyız? Bana öyle geliyor ki şikâyetlerimizin çoğu haksızdır. Allah’ın lütfuna, ihsanına karşı yüreğimizi açık tutsak, onları takdir edip hâlimize şükretsek başımıza bir felaket geldiği vakit ona da tahammül edecek kuvveti kendimizde bulurduk.”
Papazın karısı, “Bakalım…” dedi. “Bu bizim elimizde mi? Duygularımıza ne dereceye kadar hâkim olabiliriz ki! Bu bir yaratılış meselesidir. Suratı asık kimseler vardır ki analarından öyle doğmuşlardır. Bir derdi olanın da elbet yüzü gülmez, hiçbir şeyden zevk almaz, nereye gitse gönlü hoş olmaz, öyle değil mi?”
Kadına hak verdim:
“O hâlde…” dedim. “Can sıkıntısını bir hastalık farz ederek tedavi edelim. Asıl bu derdin bir çaresi olup olmadığını kendimizden soralım.”
Charlotte sözümü tasdik ederek “Evet.” dedi. “Hem öyle sanırım ki epeyce de muvaffak oluruz. Bunu kendimde tecrübe ettim de biliyorum. Bir şeye canım sıkıldı, üzüntüm var, değil mi? Hemen bahçeye çıkarım, gezerken iki üç dans havası söylesem yeter, hiçbir şeyim kalmaz.”
“Tamam işte…” dedim. “Ben de bunu demek istiyorum. Neşesizlik de tembellik gibi bir şeydir. Çünkü o da bir türlü tembelliktir. Böyle üstümüze tembellik çöktüğü vakit azıcık zorlanıp kendimize bir iş bulduk mu kolayca çalışmaya ve çalışmada gerçekten bir zevk bulmaya elimiz gücümüz yeter.”