Читать книгу Haremin sultanları (Fazlı Necip) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Haremin sultanları
Haremin sultanları
Оценить:
Haremin sultanları

3

Полная версия:

Haremin sultanları

Ağlamak, bağırmak isteyenleri müthiş tehditlerle susturuyorlardı. Bizi şatodan bir saat kadar uzaktaki ormana götürdüler. Orada birçok süvari, esir alınmış diğer Macar kızlarla çocuklar, pahada ağır yükte hafif eşyalar vardı.

Birkaç saat bekledik. Bizden sonra da birtakım süvariler, esirler ve eşya geldi. Meğer bunlar huduttan gelen Türk akıncıları imiş. Yıldırım hızıyla etrafı talan eden akıncılar burada toplanınca dönüş başladı. Günlerce hayvan üstünde gittik. Türk akıncılarının geçtiğinden haberdar olan bütün Macar köylüleri dağılıp gizlenmişlerdi. Kırlarda, köylerde kimselere tesadüf etmiyorduk.

Sınıra geldiğimiz zaman dağıldık. Benim Macar asilzadelerinden olduğumu, sesimin güzelliğini, iyi saz çaldığımı anladıkları zaman beni Budin Valisine gönderdiler. Vali Mustafa Paşa da biraz zaman geçtikten sonra beni İstanbul’a, Padişahın kız kardeşi Belkıs Sultan’a hediye yolladı.

Sultanın eşi Nakkaş Paşa Mısır Valisi idi. Oraya servet toplamaya, zengin olmaya gitmişti. Belkıs Sultan İstanbul’da eşinin getireceği hazineleri beklerken büyük bir ihtişam ve debdebe içinde yaşıyordu. Sarayında benim gibi yüzlerce cariye ve kölesi vardı.

Sultan beni pek beğendi ve sevdi. Kendi evladı olmadığı için, beni bir evlat gibi terbiye ederek büyütmeye çalışıyor, eğitimde gösterdiğim kabiliyetten pek memnun oluyordu. Kısa zamanda Türkçeyi öğrendim. Okuyup yazmaya başladım. Rebap çalıyor; doğu müziğinden anlıyor, zevk alıyordum.

Belkıs Sultan’ın sarayında bir prenses gibi büyüdüm. On dört yaşına gelmiştim. Mazimi, içinde bulunduğum durumu, geleceğimi düşünebiliyordum. Beni en çok Macaristan’daki ailem, onların hali düşündürüyordu.

Bir gün derdimi Belkıs Sultan’a açtım. Beni lütfen Bu-din Valisinin yanına kadar gönderin. Oradan Macaristan’a geçeyim. Bir kere ailemi bulup, onlarla görüşeyim. Onlar da benim hayatta ve mutlu olduğumu anlasınlar. Yine buraya gelirim, diye yalvardım. Sultan güldü.

Çocuk, dedi. Aklın mı ermiyor, beni aldatmak mı istiyorsun? Ailenin yanına gittikten sonra bir daha onlar seni bırakırlar mı? Demek burada benim evladım gibi yaşamaktan memnun değilsin ki…

Vallahi çok memnunum. Sizden ayrılmak istemem. Fakat ne yapayım? Devamlı onları düşünüyorum. Anamı, babamı bir kerecik olsun görmek istiyorum. Annem benim için kim bilir ne kadar ağlıyordur.

Bu sözleri üzgün, ümitsiz bir tavırla söylemiştim. Belkıs Sultan acıdı, beni yanına oturttu. Hüznümü gidermek için saçlarımı okşarken konuşuyor, bana ümitler veriyordu.

Bak kızım, ben seni bu memlekette hükmü geçen biri olman için büyütüyor, terbiye ediyorum. Olgunlaştığın zaman seni kardeşim Sultan İbrahim’e hediye edeceğim. Bizde padişahlar ekseriya senin gibi esir kızlara esir olmuşlardır. Yıldırım Beyazıt, Sırp Kralı’nın kız kardeşi Olivera ile evlendiği zaman onun otoritesine yenik düştüğü gibi, bir Rus rahibinin kızı olan Roksalan da Hürrem Sultan unvanıyla Kanuni Sultan Süleyman’ı zülfünün teline bağlayıp senelerce hükümran oldu. Venedikli Sofia Baffo yani Safiye Sultan, Üçüncü Murat’ı cazibesine, kültürüne esir etti. Nihayet, hâlâ başımıza bela kesilen Valide Sultan senelerden beri padişahları ve memleketi pençesinde tutmuyor mu? O da bir Rum rahibin kızı Anastasya idi, Mahpeyker Sultan oldu. Şimdi kardeşim Sultan İbrahim’i bu Valide Sultanın hâkimiyetinden, pençesinden kurtarmak gerek. Bunu da ancak pek güzel, pek zeki bir kadın yapacaktır. Seni bunun için yetiştiriyorum. Sarayda hükmü geçen bir sultan olduğun zaman Macaristan’daki bütün akrabalarını buraya getirir, görür, servet ve zenginliğe gark edersin.

O zaman pek taze, çocuk sayılabilecek bir çağda idim. Saraya girmek, sınırsız elmaslara, hazinelere sahip bir sultan olmak hayali kalbimde arzular, hevesler uyandırdı. Daha ciddi bir gayretle çalışmaya, okumaya, yazmaya, her şeyi öğrenmeye çalıştım ve en çok da tarih okudum. Dünyayı, hayatı anladım zannediyordum.”

Zeynel Ağa, bilhassa Suphi Bey, güzel kızın sözlerini büyük bir hayretle dinliyorlardı. Nurü’l-ayn gözlerinde bir kat daha yükseliyordu. Zeynel Ağa sordu:

“Şimdi hayatı o zaman öğrendiğiniz, anladığınızdan başka mı buluyorsunuz?”

“Tabii değil mi? Hayat okumak, masal dinlemekle anlaşılmıyor. Zihnin, gözlerin açılması için türlü hadiseler arasında yuvarlanmak, felâketler görmek, tecrübeler edinmek lazımmış.”

“Demek ki Belkıs Sultan’ın sarayında acılar, felâketler gördünüz?”

“Gözümün önünde yıkımlar ve değişiklikler oldu. Talih sediri darağacına, debdebe ve ihtişam sarayı aciz ve yoksul bir kulübeye döndü. Sultanın kocası Mısır Valisi Nakkaş Paşa’nın dönüşünü bekliyorduk. Bize emsalsiz elmaslar ve kumaşlar getireceğini bildiğimiz Nakkaş Paşa, neticede İstanbul’a gemiler dolusu muazzam bir servetle gelmişti. Fakat onu rakip gören, sadrazam olmasından korkan gammazlar kuş beyinli Padişahı kolayca aldattılar. Belkıs Sultan’ın karşısına çıkacağı düşüncesi Mahpeyker Sultan’ı da etkiledi. Güya diğer vezirlerin yapmadığı bir şeymiş gibi Nakkaş Paşa’nın Mısır’da ahaliyi soyarak büyük bir servet topladığını ileri sürdüler. Servetine el konulması için Hünkârı kandırdılar. Bu haber bizim saraya gelince Belkıs Sultan küplere bindi. Zeki fakat çok asabi bir kadındı. Heyecanlarla yerinden kalktı, Topkapı Sarayı’na koştu ve kardeşini buldu. Galiba bulunduğu sinirli haliyle bağırmış, çağırmış, divane Padişahı büsbütün kızdırmış. Sonunda Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın da hapsedilerek bütün malına el konulmasına emir çıkmış.

Padişahın hemşiresi sarayından çıkarıldı. Damat Nakkaş Paşa ise Yedikule’ye kapatıldı ve idam edildi. Belkıs Sultan’ın sarayındaki bütün mallara el konuldu. Cariyeler de, köleler de haraç mezat satıldı. Böylece ben de esirci Abdüssamed’in eline düştüm. Orada sefil bir esaret hayatı yaşadım. Fakat işkencelere bile katlanabilecek bir azim ve kuvvet kazandım.”

***

Geçmişe, saray hayatına, esaret felâketlerine ilişkin konulardan saatlerce bahsedildi. Tatlı tatlı konuşuyor, geminin arkadan gelen uygun bir rüzgârla ilerlemekte olduğunu anlıyorlardı.

Akşam olmuştu. Suphi kalkıp kandili yaktı. Artık hiçbir işi Nurü’l-ayn’a bırakmıyor, ona tapınan bir kul gibi hizmet ediyordu.

Dışarıdan bir gürültü, bir bağırma işitildi. Zeynel Ağa yerinden fırladı. Dışarı çıkmasıyla içeri dönmesi bir oldu.

“Korktuğum felâket nihayet başımıza geldi. Karşımıza korsanlar çıktı. Kaptan savaşa hazırlanıyor,” dedi.

Bu haber Suphi’yi sarsmıştı. Endişeli gözlerle Nurü’l-ayn’a bakıyordu. Hâlbuki güzel kız felâketi soğukkanlı ve korkusuzca karşıladı. Nemli gözlerle kendisine bakan Suphi’ye, “Çok mu korkuyorsun?” dedi.

“Kendim için değil, sizin için korkuyorum.”

“Ne benim için ne de kendin için kork. Korku ansızın gelen uğursuz bir beladır. İnsanın iradesini yok eder, kurtuluşun kapılarını kapatır. Felâketleri ancak cesaret, soğukkanlılık ve birtakım önlemlerle yenebiliriz.”

Genç kızın bu cesur ve kararlı sözleri, Zeynel Ağa’ya da hayret ve cesaret verdi. Kıza sordu:

“Korsanlardan korkmuyor musun?”

“Niye korkayım? Zaten esirim, esaretten daha büyük bir felâkete uğrayacak değilim ki!”

“Fakat bugün bir saraya gidiyorsun.”

“Esir olanlar için sarayla hapishanenin ne farkı var?”

“Sen beni dinle. Çocukluğu bırak. Korsanların elinden ucuz kurtulmanın çaresine bakalım. Esir olduğunuzu, Mısır ’a Kasr-ı Yusuf ’a gideceğinizi kimseye, ama hiç kimseye söylemeyeceksiniz. Ben bir tüccarım. Siz de oğlumla kızımsınız. Hep beraber hacca gidiyoruz. Anlıyorsunuz ya, başka söz söylemeyecek ve güzelliğinizi, kabiliyetlerinizi, zekânızı sezdirmemeye çalışacaksınız.”

Dışarıda feryatlar, gürültüler, koşuşmalar devam ediyordu.

Zeynel Ağa, “Ben dışarıya çıkıyorum. Geminin kaptanını savaştan vazgeçirmeye çalışacağım. Teslim olmak felâketin en hafifidir,” dedi.

Bu sırada atılan bir top bütün gemiyi sarstı. Zeynel Ağa’nın arkasından Nurü’l-ayn ile Suphi de dehşetle dışarı fırladı.

“Batıyor muyuz?” diyorlardı.

***

Dışarıda dehşetli bir manzarayla karşılaştılar. Hava bulutluydu. Etrafı zifiri bir karanlık sarmıştı. Birkaç yüz adım uzakta üç korsan gemisi görünüyordu. Bunlar kendilerini ve kuvvetlerini göstermek için ışık yakmışlardı. Kırmızı ışığın huzmeleri arasında iri yarı, posbıyıklı, baştan aşağı silahlı korsanlar korkunç görünüyorlardı.

Işıklar söndü. Etrafı daha vahşi bir karanlık ve belirsizlik kapladı. Kaptan bağırıyordu.

“Korsanlar yaklaşıyorlar. Hazır olun! Şimdi top ve kurşun menziline girecekler. Savaşacağız. Silahı olmayan ve savaşa girmek istemeyenler ambarlara çekilsin.”

Kaptanın bu sözlerine karşılık kimse ambarlara girmek, o karanlığın ve belirsizliğin içinde kalmak istemiyordu. Meydanda bulunmak, hadiselerin gidişatını ve tehlikeleri görmek, kurtulma çareleri aramak arzusunda idiler. Etraflarını saran bu dehşetin heyecanı ile kalpleri titriyordu.

Zeynel Ağa ile bazı ihtiyar yolcular kaptanın etrafını almışlar, onu kandırmaya çalışıyorlardı.

“Savaşmadan, zaafımız ve güçsüzlüğümüz anlaşılmadan evvel teslim görüşmelerine girişecek olursak birçok fayda elde edebiliriz.”

“Zaten nasıl savaşabiliriz? Karşımızda dehşetli, silahlı üç gemi var. Kaçmak da mümkün değil. Herhalde teslim olacağız.”

“Evet, teslim olalım. Başka çare yok.”

“Beyhude kan dökmeyelim.”

Kaptan somurtuyor, bütün bu söylenenlere cevap vermeye gerek bile duymuyordu. Humbaracısına emirler veriyor, topu doldurtuyordu.

Nihayet ihtiyarların ısrarlarına, ricalarına karşı, “Ne tehlike olursa olsun; benim namusum var. Kesinlikle savaşacağım. Bana korkak diyenlere karşı cesaretimi ispat edeceğim,” dedi.

“Fakat boş yere geminin yanması, batması tehlikeleri var.”

“Varsa ne yapalım?”

“Biz de beraber batarız.”

“Bana korkak diyen, gemiyi zorla bu felâkete sürükleyenler de batar ya!”

Kaptan bu sinir ile topa tekrar ateş emrini verdi. Top patladı. Merminin hedefe isabet edip etmediği anlaşılamadı. Fakat karşı taraftaki korsanlar topa topla karşılık vermediler. Bu güzel gemiyi, içindeki kıymetli malları ve esirleri batırmak istemedikleri anlaşılıyordu. Korsanlar sadece kurşun atmakla yetindiler.

Yolcular heyecanla kaptana yalvarmaya devam ettiler. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

“Sana haksız yere korkak diyenleri buraya getirelim. Gözünün önünde falakaya yatıralım, dövelim.”

“Kadınlar, masum çocuklar var. Gemiyi inat uğruna ateşe atma, günahtır. Teslim işareti ver,” diyorlardı.

Savaş olacağını, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını anlayan bazıları canlarını kurtarabilmek ümidiyle geminin sandallarına hücum etmiş, içlerine doluşmuşlardı. Sümbül Ağa ile Mekke Kadısı da gelmişler, hâlâ rütbe ve büyüklük davasıyla sandalda kendilerine bir yer açılmasını istiyor, bağırıyorlardı.

Bu sırada birkaç kişi, kaptana hakaret ederek onu kızdıran ve bu felâkete sebep olan Kızlar Ağasıyla Mekke Kadısının şimdi de kendilerine saygı duyulup, sandalda yer verilmesini istemelerine öfkelendiler. Bu gururlu ve inatçı herifleri yaka paça tutup sürükleyerek kaptanın karşısına getirdiler. Bir taraftan kaptana, “Vur! Terbiye et. İntikamını al,” diye bağırıyor, diğer taraftan kendileri de hakaretler ve sillelerle bilhassa Kızlar Ağasının üzerine hücum ediyorlardı.

Karşıda korsan gemileri alenen ölüm tehditleri savururken, beri tarafta Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını falakaya yıkıp cezalandırmaya çalışıyorlardı. Kaptanın intikamını almak teşebbüsleri ile ince uzun zencinin azameti garip bir komedi şekline girmişti.

Bu esnada iyice yaklaşan korsan gemilerinden birinin açtığı yaylım ateşi ortalığı allak bullak etti. Halk kaçışıyor, bağrışıyor, ağlaşıyordu.

Birçok yaralı yerlere serilmişti. Geminin kaptanı İbrahim Çelebi ile Kızlar Ağası Sümbül Ağa da yaralılar arasında idi.

Bir korsan şalopası gemiye iyice yaklaştı. Şimdi kaptansız, kumandasız, kargaşa içinde, yelkenlerini şişirmiş, kendi havasında ilerleyen geminin yanı sıra şalopa da ilerliyordu. İçindeki tepeden tırnağa silahlı korsanlar, gemide dayanma gücü kalmadığını anladıkları için çekinmeden meşaleler yakmışlardı. Meşalelerle gemiyi tutuşturacaklarını anlatıyorlar ve yolcuları tehdit ediyorlardı. Meşalelerin kızıl ve titrek alevlerinin dalgalı denize, bulutlu semaya aksiyle manzara bir kat daha vahşileşiyordu.

Zeynel Ağa’nın teşvikiyle beyaz çarşaflar, mendiller açılıp sallanarak teslim işaretleri verildi.

Korsanlar yanaşarak gemiye atladılar. Dümeni, kumandayı ele aldılar. Bütün gemicileri birer birer bağladılar. Gemide nakit ve mal namına her ne varsa soydular.

Gemi pupa yelken Girit Adası’na doğru giderken içeride sorgulamalar, görüşmeler gerçekleştiriliyor; kimin, nereden, ne kadar para getirtip kendini satın alabileceğinin pazarlıkları yapılıyordu.

Son karar bildirildi.

“Para getirtip fidye ödeyemeyecek olanlar, köle ve cariye diye esir pazarlarında satılacaktır!”

3

Saray Entrikacıları

Kara Mustafa Paşa kendini kabul ettirmiş, eşine az rastlanır, namuslu ve güçlü sadrazamlardan biriydi.

Saraydan yetişmiş ve sarayların içyüzünü, hanedan üyelerinin kıymetini anlamıştı. Sonra uzun müddet yeniçeri ağalığında bulundu. Ocak denilen zorbalık merkezinin harap ve berbat çevresini, işleyişini iyi tanıdı.

Sultan Murat’ın meşhur Bağdat seferinde yanında bulunmuştu. Kıymetli hizmetleri üzerine sadrazam oldu.

Sultan Murat’ın vefatı üzerine Deli İbrahim tahta geçtiği zaman Sadrazam Kara Mustafa Paşa yeniçerileri sindirmiş, büyük bir nüfuz ve kuvvetle hükümeti ele almıştı.

Fakat ötede, Dördüncü Murat’ın nüfuzunu kırarak bir kenarda bıraktığı Valide Sultan vardı. Kösem Valide diye şöhret bulan Mahpeyker Sultan evvelki nüfuz ve kuvvetini geri almak istiyor, Kara Mustafa Paşa’yı çekemiyor, oğlu Deli İbrahim’i Sadrazam aleyhine kışkırtıyordu.

Yeniden saray entrikaları meydana çıkmıştı. Padişaha karşı bu entrikaların muhalif kanadını oluşturan gözde hasekilerin, cariyelerin, hemşire sultanların, ulema takımının, yeniçeri zorbalarının ve Cinci Hocanın önünde Kösem Valide Sultan gidiyordu. Bunların hepsinin müşterek bir hasımları vardı:

Sadrazam Kara Mustafa Paşa.

Çünkü Sadrazam, ulema denilen çıkarcı cahillerin oyunlarını bozmuştu. Yeniçeri zorbalarına baş kaldırtmıyor, saray entrikalarına ve yağmalarına meydan bırakmıyordu. Padişahı korkutmuş, sindirmişti. Cinci Hoca ile avenesi de ondan titrerdi. Hasılı bütün nüfuz ve kudret onun elinde idi.

Nihayet Kösem Valide Sultan’ın şeytanlığı galip geldi. Padişah ile yeniçeri zorbalarının arası iyileşti. Sadrazam, Deli Hünkâr ’ı yeniçerilerle korkuturdu. Zorbaları yalnız kendi kuvvetiyle tutmakta olduğuna inandırmıştı.

Valide Sultan, Cinci Hoca vasıtasıyla Padişahı gizli gizli yeniçeri zorbalarıyla görüştürdü. Yeniçeri ocağının ağaları da Padişahın yanında Sadrazamdan şikâyete başladılar.

Sultan İbrahim, Cinci Hocası olacak genç, edepsiz softanın büyüklüğüne ve mucizelerine inanmıştı.

Cinci Hoca Hüseyin Efendi yakışıklı bir genç olduğu için onu kadınlar da takdir ederdi. Saraydaki birçok gözde, onun nefesinin tesirinden istifade için hastalıklar icat ediyorlardı. Cinci Hoca sarayda okumak, nefes etmek bahanesiyle her daireye giriyordu. Büyük bir itibar kazanmaya muvaffak olmuştu.

Şeytan gibi zeki, çok kuvvetli, çok cesur bir adamdı. Bütün bu kuvvetlerini büyük bir servet toplamak hırsıyla kullanıyordu. Hırs ve açgözlülüğünün sınırı yoktu. Padişahtan, sultanlardan, hasekilerden aldığı büyük bağışlarla yetinmiyor, siyaset işlerine de burun sokuyor ve para ile valilikler, kadılıklar dağıttırıyordu. Karşısında bu yaptıklarına şiddetle muhalif müthiş bir kuvvet vardı. Sadrazamı attırmak ve idam ettirmek için Deli Hünkâr ’ı kandırmak hiç de güç bir şey olmadı. Çünkü o da Sadrazamdan korkuyor, onu istemiyordu. Bir sebep icat ettiler, nihayet Sadrazam idam edildi.

***

Kara Mustafa Paşa’nın ortadan kalkmasıyla memleket ve idare bir girdaba doğru süratle yuvarlanmaya başladı. Sarayları dolduran kadın erkek türlü türlü mecnunları zaptedecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Müthiş bir curcuna, bir keşmekeş hüküm sürüyor, yeniçeri zorbaları şımardıkça şımarıyordu.

Az zaman sonra meşhur şair, Şeyhülislam Yahya Efendi de vefat etti. Memlekette yeniçerilerden daha büyük bir bela olan, ulema namı altındaki cahiller sürüsünü zaptedecek bir kuvvet kalmadı. Saraylıların başında Yusuf Paşa, ulema sürüsünün başında Cinci Hoca vardı. Bunlar birleşerek Padişahı pençelerinin arasına aldılar.

Mertlik, kahramanlık zamanı değildi. Hileler, fitneler arasında koşan kalleşler yüz buluyor, iş görüyordu.

Sadarete Sultanzâde Mahmut Paşa getirilmişti. O da her emre itaat ederek yağmacılıkta bütün devlet ileri gelenlerini geride bırakacak bir kalleşti.

Bu keşmekeş içinde İstanbul’da yer yer gizli cemiyetler ve külah kapmak için tuzaklar kuruluyor, fitne kazanları kaynatılıyordu.

Hobyar Köşkü’nde de bu maksatla bir içki âlemi tertip olunmuştu.

Köşkün dağ tarafı bağlar, bahçeler arasından Haliç’e bakıyordu. Hobyar Kadın sarayda büyümüş, bütün entrikalara karışmış, şeytan gibi zeki, melek gibi güzel bir afetti. Her işe burnunu soktuğu sırada nasılsa Kösem Valide Sultan’ın gazabına uğramış, saraydan atılması istenmişti.

İşlediği suç, bir çuvala konulup Sarayburnu’ndan akıntıya atılmasını gerektirecek kadar büyük değildi. Sarayda birçok dostları, yandaşları vardı. Ona acıdılar. Çeyizi düzülerek, devletin ileri gelenlerinden İbrahim Ağa adında birine verildi. Çırak çıkarıldı.

İbrahim Ağa rint, laubali, şen, neşeli, delişmen bir Bektaşi idi. Dünyada zevkinden, içki âlemlerinden başka hiçbir şeye önem vermezdi. Genç, güzel, pek zeki karısını da erenler divanına soktu. Hobyar tekvin devranını gördü, dört kapı âlemini öğrendi, cem âlemlerinde birçok saygın kadın tanıdı. Bektaşilik muhitinde yüz güzelliği mânâlı ve çok önemli bir şeydi. Hobyar da çok parlak ve nadide bir güzelliğe sahipti. Erenler arasında yüksek mertebelere çıktı.

Köşkte sık sık gönül ehli canlarla Cam-ı Cem âlemleri tertip olunur, bazen de fitne fesat cemiyetleri kurulurdu. İşte bugün de böyle bir cemiyet toplanmıştı. Gelenlerin çoğu Bektaşi idi. Fakat Bektaşi olmayanların da davet edildiği olurdu.

Bugünkü cemiyette Sultan İbrahim’in anne ayrı hemşirelerinden Belkıs Sultan da hazırdı. Bu sebeple kadınlar erkeklerden ayrı olarak toplanmışlardı.

Belkıs Sultan’la Hobyar’ın her ikisi de Kösem Valide’nin hışmına, zulmüne uğramışlardı. Düşmanları müşterekti. Aralarında pek samimi bir yakınlaşma meydana gelmişti. Her ikisi de saray ve şehir entrikalarıyla meşgul olur, “İhtiyar Cadı” dedikleri Kösem Valide Sultan’ın kuyusunu kazmaya çalışırlardı.

Her ikisinin de güzelliği, zekâsı, saraylardaki tanıdıkları, yorulmak bilmez faaliyetleri, sönmez kin ve düşmanlıkları kendilerine büyük bir itibar ve kuvvet sağlamıştı. Her şeyden haberdar oluyorlar, her olaydan faydalanmasını biliyorlardı. Sarayda, sahip oldukları kuvvet sayesinde Kösem Valide Sultan ile oğlunun arasını bozmada başarılı olmuşlardı. Deli İbrahim, validesini saraydan uzaklaştırıp sözde bağımsız kalmış, aslında Cinci Hoca ve Yusuf Paşa gibi entrikacıların pençesine düşmüştü.

Düşmanları müşterek olduğu için Belkıs Sultan ve Hobyar Kadın ile Cinci Hoca arasında tanışıklık vardı. Hatta Kara Mustafa Paşa’yı düşürmek, idam ettirmek için de hep el birliğiyle çalışmışlardı.

Kardeşinin zulmüyle kocası Nakkaş Paşa idam olunup bütün mal varlığına el konulduktan sonra Belkıs Sultan ihtişam ve debdebeden mahrum, sade bir hayat yaşamaya başlamıştı. Arabaları yoktu. Buraya ihtiyar bir kölesinin eşliğinde yürüyerek gelmişti. Kendisini karşılamaya çıkan Hobyar Kadın’a, “Çok terliyim. Bahçede oturamayacağım. Yukarı çıkalım, terimi alayım. Sonra bahçeye ineriz,” dedi. Yan yana yürürlerken ilave etti:

“Sana gizlice anlatılacak önemli haberlerim var.”

Yukarıda oturunca Hobyar Kadın büyük bir merakla sordu:

“Önemli haberleriniz neye ilişkindir? Acaba benim de haber aldığım şeyler mi?”

“Benim aldığım haberleri İstanbul’da hiç kimsenin duyabilme ihtimali yoktur. Mısır ’dan mektup aldım.”

“Mısır ’dan mı? Kimden?”

“Yetiştirdiğim bir Macar kızı, zeki, güzel bir halayığım vardı. Bütün mallarım gibi onu da haraç mezat satmışlardı. Kızdan şimdiye kadar hiçbir haber almamıştım. Hayret ediyordum. Onu evladım gibi, büyük emellerle büyütmüş, terbiye etmiştim. Pek güzel okur ve yazardı. Bana senelerden beri bir mektup bile göndermemiş olmasından endişeler içinde kaldım. Ve nihayet bir felâkete uğramış, belki de ölmüş olduğuna hükmettim. Kızı unutmuştum. Dün Mısır ’dan gönderdiği bir mektubunu getirdiler.”

“Kızı Mısır ’a satmışlar demek?”

“Evet, hem de Mısır Valisi Maksut Paşa’ya satmışlar.”

“Allah, Allah! Ne garip tesadüf ! Sizin Paşanın idamına sebep olan Kara Mustafa’nın adamı değil mi?”

“Ta kendisi.”

“Vah zavallı kız! O hainin eline düşmüş.”

“Zavallı değil, şeytan gibi bir afettir. O Maksut’un eline değil, Maksut Paşa onun eline düşmüş. Hiç şüphe etmem intikamımızı alacaktır.”

“Bunları size o mu yazıyor?”

“Böyle şeyler mektupla yazılır mı hiç? Bizim hadımağalarından Dilâver vardı. Rahmetli Paşa ile Mısır’a gitmişti. Paşa görevden alındığı ve döneceği esnada Dilâver hasta yattığı için beraberinde gelememiş. Daha sonra Maksut Paşa’ya kapılanmış, Mısır’da kalmış. Nurü’l-ayn Mısır’a gidince Kasr-ı Yusuf ’ta buluşmuş, tanışmışlar. Nurü’l-ayn’a bizim bütün felâketlerimize sebep olanın Maksut Paşa olduğunu anlatmış. Sadık Arap, Mısır ’da kalmak istemeyerek İstanbul’a kaçmış, geldi beni buldu. Nurü’l-ayn’ın mektubunu getirdi.”

“Ben bunda o kadar mühim bir şey görmüyorum.”

“Görmüyor musun? Ayol, ben şimdi Maksut Paşa’nın Mısır ’da nasıl yaşadığını, neler yaptığını, bütün sırlarını biliyorum. Maksut, Kara Mustafa’nın yetiştirdiği adamlardandır. O da Arnavut’tur. Bu yılanın başını ezmek, hem intikam almak, hem de bundan istifade ederek tekrar saraya çıkmak mümkün olacak…”

“Nasıl?”

“Onu sonra, sırası gelince etraflıca anlatacağım. Sen şimdi beni Cinci Hocayla bir görüştürmenin yolunu bul.”

“Ondan kolay ne var. Ne zaman arzu ederseniz Hocayı davet ederim, burada görüşürsünüz.”

Belkıs Sultan biraz düşündükten sonra, “Önümüzdeki pazartesi günü olur mu?” dedi.

“Neden olmasın? Hoca her gün karşıya, tersaneye gidiyor. Girit seferi için donanma hazırlamakla meşgul.”

“Girit seferiyle Hocanın ne ilgisi var?”

“Yaa! Gördünüz mü? Sizin bilmediğiniz sırlar hakkında da benim bilgim var.”

“Anlat rica ederim, merak ediyorum.”

“Cinci Hoca Anadolu Kazaskeri iken Mekke Kadılığını çok büyük para karşılığında birine satmış. Kadı, Mekke’ye gidince orada vefat edecek bütün hacıların malını, parasını zaptedeceği cihetle kazanacağı binlerce altının mühim bir kısmını Cinci Hocaya getirecekti. Mekke’ye giderken karşılarına Girit korsanları çıkmış, Kadıyı esir etmişler. O da İstanbul’dan para getirterek kendini satın almış, kurtulmuş. Kurtulmuş ama Mekke’ye gidemediği için Cinci Hocaya söz verilen altınlar gelmemiş. Hoca da oldukça hiddetlenmiş. O zaman araları pek iyi olan Kösem Valide Sultan’la Silahtar Yusuf Paşa’yı kandırmış. Deli’ye, Ne demek Efendim, Girit kâfirleri sizin kuvvetinizden, büyüklüğünüzden korkmayarak bir hacı gemisini, Darüssaâde Ağası Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını, bütün hacıları esir etmiş. Bu küstahlığın cezasını vermek gerekir. Bir donanma gönderelim, Girit Adası’nı zaptedelim, demiş. Deli de razı olmuş. Kara Mustafa’nın bıraktığı hazineler var ya! Cinci Hocanın intikamını almak için o hazinenin de bütçeye katılması ile sefer hazırlıklarına başlanmış.”

“Girit seferinin Hocanın keyfi için açıldığını, bunda da onun parmağı olduğunu bilmiyordum.”

“Hocanın buraya soktuğu parmak öyle sıkıştı ki; şimdi ne yapacağını bilemiyor.”

“Girit seferi zannettikleri gibi kolay olmadı, uzadı. Hazinede paralar suyunu çekti. Zorluklar artınca Hocanın düşmanları fırsat buldular. Onu Padişahın gözünden düşürmeye çalışıyorlar. O da makamını koruyabilmek için Girit seferini başarıyla neticelendirmek istiyor.”

“Fakat şimdi Sadrazamla da, Valide Sultanla da arası bozulmuş.”

“Evet, lakin Valide Sultanı yenmeyi başardı. Gözdelerden Kaya Sultan’a, bilhassa Şekerpare’ye çattı. Saray bunların elinde demek… Kösem Valide, Topkapı’da, bağlar arasındaki köşke atıldı. Saraya gelmesine izin verilmiyor. Orada düşmanlarına diş biliyor.”

“Ya Sadrazam?”

“Onun makamı baki. Fakat Hocanın cinleri yakında onu da çarpacak sanırım.”

“Öyleyse vaziyet iyi demektir. Hele bir kere Hoca ile görüşelim. Bizim de onun cinlerine çok yardımımız olur.”

Dışarıdan gelen çalgı, çengi sesleri bunları da davet ediyordu sanki. Kalkıp bahçeye doğru yürüdüler.

4

Kasr-ı Yusuf’ta

O zamanlar Mısır Valiliği âdeta hükümdarlıktı.

İstanbul ile ulaşım ve haberleşme pek güç ve nadir olduğu için uzakta, kendi âleminde yaşayan bu büyük memlekete en ziyade sevilen, itimat edilen vezirler gönderilirdi. Daha sonraları en çok para verenler tayin olunmaya başlanmıştı.

bannerbanner