
Полная версия:
Zalimane Bir İdam Hükmü
Bu muhteşem caminin yanında nasıl olup da vücuda gelmek küstahlığında bulunduğundan dolayı II. Wilhelm Çeşmesi, utanmak ağırlığı altında ezile ezile alçalıyor, küçülüyor gibi yalnız sivri tepesini gösteriyordu. Tesis edildiği tarihten beri her ne maksada tahsis olunmuşsa, hiçbirinde muvaffak olamayan Adliye Dairesi, her hafta bu caminin minberinden yükselen “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsan.” hitabına karşı yalnız kapısı üzerinde: “En tahkümü…” ayetini ve salonlarına, koridorlarına “El adlü esasülınülk.” ibaresini havi levhalarını asmanın pek sefil bir aldatma olduğunun farkına varmış gibi, caminin karşısında bir suçlu korkusu ile sararıyor, bu caminin mamur teferruatıyla Sultanahmet Türbesi’ni ve kısmen Ayasofya hamamlarının küçük, büyük kubbeleri ve medresenin birçok bacaları arasında iki ahşap ve harap evin kararmış kiremitlerle örtülü çatıları, kahreden hakikatler arasına karışan hayâsız yalanlara benziyor; çaldıkları eşya üzerine oturarak bir türlü kalkmak istemeyen çingene kadınlar gibi gasp olunmuş arsalar üzerinde titriyorlardı. Adliye Dairesinin batı yönünde, taze kiremitli çatısının bir ucu görünen yeni tevkifhane, şu anda içinde bulunduğumuz iğrenç hapishane sakinlerine vaat edilmiş bir yer cenneti gibi duruyordu. Kubbelerle ağaçlar arasından Büyükada’nın bir kısmı eflatuni ve şeffaf bir buhar tülü altında beliriyor, morlaşmış uzak dağ silsileleri önünde serilip yatan Göztepe ve civarı ile Fenerbahçe’nin bir kısmı, kenarındaki kule ile beraber tek boynuzunu muhafaza eden bir gergedan derisini andırıyordu. Uzak dalgaları fark edilemeyen Marmara’nın bazı yerleri, mezkûr binalar ve ağaçlar arasından yere düşmüş birer gök parçası gibi durgun görünüyorlardı.
Tevkifhanede art arda tanıştığımız tutuklular şunlardı:
Sabık Amasya Mutasarrıfı İsmail Hakkı, Aziz Samih, Eskişehir Mebusu Hacı Veli, Sabık Urfa Mutasarrıfı Nusret, Binbaşı Reşit, Adil, Cemal, İttihat ve Terakki kâtibi mesullerinden Gani Bey ve efendilerdi. Bulunduğumuz üst katta iki koğuşla küçük odada 90 tutuklu vardı; aşağıdaki iki koğuşla taşlıkta ise vapur kamaralarına benzer ikişer katlı yataklarda sardalya istifi gibi yatıyorlardı. Burada ilk muhatap olduğum söz, Hacı Veli’yi ziyaret için gelmiş olan Bursa tüccarlarından Kocabıçak’ın şu sözü oldu:
“Sıkılma Beyefendi, burası Hazreti Yusuf makamıdır.”
Kimin makamı olursa olsun iğrenç kokusu tahammül edilemez bir derecede idi. Bir kaç defa müfettişler, hekimler hatta İstanbul Valisi de gelip gittiği hâlde abdestlik ve bölmelerinin eksiklerini tamamlama ve avluda kim bilir ne zaman açılmış olan lağım deliğinin kapatılması imkânı bulunamamıştı.
Sayısız sabıkalı yankesicilerden, katillere kadar her türlü suç failleri ile dolan avluya inerek biraz nefes alma ihtiyacı bizi de bu sürüye karışmaya mecbur ediyordu. Fakat birkaç gün sonra alt kat koğuşlarında bir hastalık zuhur ettiğinden ve bulaşarak çoğaldığından avlu gezintilerinden vazgeçmeye mecbur olduk.
***Yalnız Yıldız meselesine dair sorgulandığım gibi Divanıharp Reisi, bir gazeteye Yıldız Yağması’ndan dolayı tevkif edildiğim hakkında beyanatta bulunduğu hâlde, yukarılarda bahsedildiği üzere 20 Mayıs tarihli dilekçeme Divan’dan yazılan derkenarda tevkifim Kuvayımilliye harekâtında işe karışmış olmak zanlılığından ileri geldiği söylenmişken divanıharbin buna dair bir şey sormaması ve inadına “Esbak Dâhiliye Nazırı” denilmesi tuhaf bir maskaralıktır.
Tevkifhaneden bir hafta sonra evime, memurlar gönderilerek araştırma yapıldığını ve bütün kâğıt ve dosyalarımın divanıharbe nakledildiğini haber aldım. Üç gün sonra süngülü askerlerle bir subayın muhafazası altında divanıharbe celp olunarak, reisin yaverine mahsus odaya konuldum. Biraz sonra “Efe” lakabıyla bilinen bir divanıharp yardımcı üyelerinden Miralay Kâzım Bey geldi. Bu zat bana şefkatli nazarlarla bakıyor ve durumdan üzülmememi tavsiye ediyordu.
Her tarafından delik deşik olmuş, boğazına uzun bir demir çivi geçirildikten sonra iple boğulmuş, içindeki ne olduğu bilinmez, feci bir şekil almış büyük bir çuval iki asker tarafından getirilip ortaya konuldu. İlk sorgulanmamdaki sualleri yazan kâtip geldi: “Bunlar devlethanelerinden getirilen evraktır ve çuvalın ağzı mühürlüdür. Huzurunuzda açılıp muayene edilecektir.” dedi. Mühüre baktım. Oğlum Celal’in mührü fakat “Görüyor musunuz ya?” dedim. “Sicim birçok yerinden koparılıp tekrar bağlanmıştır. Açılmadan evvel bunun için bir zabıt tutulması gerekir.”
Kâzım Bey:
“Muayeneden sonra lüzum görürseniz yazalım.” dedi.
O esnada sözü geçen üye yardımcısı Deli Niyazi geldi. Çuvalın yanındaki kanepeye oturdu ve gözlerinin kapaklarını büzerek içinde mutlaka bir suç delili bulunduğuna inanmış bir tavır ile içindekileri daha meydana çıkarmadan okumak istiyor gibi, çuvalı baştan aşağı süzdü.
Zavallı çuval bu casus bakışlardan sanki boğazına geçirilmiş olan çivi kadar ızdırap hissi ile lakabından anlam verdiği alicenaplıktan dolayı Efe Kâzım Bey’den yardım ister gibi boğulmuş boynunu o tarafa büküyordu. Nihayet bağlar çözüldü, çivi çıkarıldı; âdeta saman gibi tıka basa doldurulmuş olan ve aralarında birçok namus ve mühim hizmet vesikaları bulunan bu kâğıtlar çok kere hissiz ayaklara dökülüp heder olan yüz suları gibi kirli döşeme tahtaları üstüne döküldü.
Eski zamanlardan beri kullanılan “evrak-ı perişan” tabirine bundan daha uygun, bundan daha acıklı bir kâğıt perişanlığı tasvir edilemezdi.
Canımı ayaklar altına alarak yerine getirdiğim hizmetlere mükâfat olarak aldığım değerli taşlarla işlenmiş nişanların beratları, Niyazi’nin ayakları yanında sürünüyordu.
Bağdat’ta, Beyrut’ta, Musul’da, Hicaz’da, Arap şairlerinin hakkımda yazdıkları birçok kasidelerin en seçkini olmak üzere meşhur şair Mârufî Resafi’nin “Ya Hâzim-i Bağdat” diye başlayan kasidesi Efe Kâzım’ın önüne, merhum babamın mektuplarından birisi de benim önüme tesadüf etmişti.
Mârufi Resafi’nin bu kasidesi yaz aylarında Fırat vadisinde hararet santigrat 46’ya çıktığı ve üç ay sonra sıfırın altında ikiye, üçe indiği zamanlarda çadır altında ve Bağdat valilerinden hiçbirinin uşağı değil av köpeğinin bile içinde yatmak istemeyeceği bir kulübede yatmak gibi güçlüklere katlanarak yaptırdığım sedde dairdi. Bu seddin yanındaki 120 metre uzunlukta bir set, vaktiyle 27 bin altın lira masrafla üç senede yapılmış olduğu hâlde, ben 170 metre uzunlukta olan bu seddi üç ayda, 5 bin altın lira masrafla yaptırmıştım.
Kâğıtlarım muayene edilirken bir aralık kapı ve pencerelerden birinin ansızın açılması sebebiyle hasıl olan şiddetli bir hava cereyanının, bu kâğıt yığınından uçurduğu evraktan biri İngiliz askerlerinin bağıra bağıra eğlendikleri ve jimnastik yaptıkları avluya bakan pencereye gitti. Bu kâğıt İngiltere Hariciye Nazırı Lord Lavansdon’un telgrafı olduğu anlaşılınca: “Aşağıda askerlerin İngiliz olduklarını anladı da onların yanına gitmek istedi.” dedim. Bu telgraf İngiltere Hükûmeti namına eski bir hadiseden dolayı beni tebrik ve teşekkürü bildiriyordu.
Evrak muayeneleri geç vakte kadar ikmal edilemediği için ertesi gün yine polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.
Dünkü odada evrakın geri kalanı muayene edilerek ikinci defa Dâhiliye Nezaretine memuriyetimden dolayı tebriki havi her taraftan gelmiş olan telgraflar, mektuplar arasında Bursa Kuvayımilliye Kumandanı Mehmet Ali Bey’in bir telgrafından başka benim için töhmeti(!) gerektiren bir şey bulamadılar.
Şu muvaffakiyetsizlik Niyazi Bey’in somurtkan simasında pek açık görünen bir hayal kırıklığı izi belirmiş ve diğerlerinden evvel kalkıp gitmişti. “Mühürlü” denilen bağların hâli çuvalın tekrar tekrar açılmış olduğunu göstermekte idi. Korktuğum gibi içine -o zamana göre- gerçekten töhmeti gerektiren kâğıtlar konulmamış olmasına teşekkür ederek çuvalın açılmış olduğu yolundaki iddiadan ve zabıt varakası yazılması talebinden vazgeçtim.
Çuvalın bağlarını kesmek için cebimden çıkardığım küçük bir çakıyı gören Efe Kâzım Bey, bir tutuklunun yanında kesici alet bulundurmasının kanuna aykırı olduğunu söyleyerek çakıyı istedi.
Yardımcı üye olsun, divanıharpte kanunu düşünen bir adam bulunduğunu müjdelediği için: “Daima yanımda bulunan yemek sepetinde daha büyük üç bıçak bulunmakla beraber mademki kanuna atfen söylüyorsunuz…” diyerek çakıyı yavere verdim.
Evrak muayenesinden 14 ve tevkifimden 23 gün sonra (15 Haziran) muhakeme için her defaki gibi polis gözetimi altında divanıharbe götürüldüm.
İnsan masum olunca hakaret ve aşağılamalar aksi tesiri gerektirir. Bana katılan subaylar ve silahlı askerler, beni firardan men için değil saygılarından dolayı maiyetime veriliyorlar gibi geliyordu.
İşte bu telakkiden dolayıdır ki divanıharbe ilk defa araba ile gidip geldiğim hâlde sonraları yaya gitmeyi tercih ediyordum.
Süngülü askerler arasında geçtiğim yollarda rastladığım yüzlerce insanlardan hiçbirinin gözleri beni: “Oh olsun! Hak ettiğini buldun.” manasını taşıyan bir nazarla değil, bilakis sessiz fakat dost ve şefkatli bakışlarla takip ediyorlardı.
İLK MUHAKEME
Geceyi şiddetli mide ve baş ağrılarıyla geçirdiğim için uykusuzluktan pek sersem bir hâlde iken öğleden sonra divanıharbe götürüldüm.
Muhakeme, yani heyet huzurunda Reis Mustafa Paşa tarafından (rivayete göre Mahmut Sait Molla’nın tertip ettiği suallerle) sorguya çekildim.
Kıpkızıl bir astarla kapatılmış olan yarım ay şeklindeki mevkide, reisin sağındaki Recep Paşa ile Miralay Ferhat Bey ve solunda ihtiyar, belki de emekli Miralay Recep ve Kaymakam Fettah Beyler oturuyorlardı.
Bunlardan hiçbirini tanımıyor ve suallere tabii ayakta cevap veriyordum.
İki saatten fazla süren bu muhakemede, cevaplarımın hemen birkaç kelime olarak zapt edildiğine dikkat ederek, muhakemenin sonunda cevaplarım pek noksan zapt edildiğinden yazılı olarak tekrar edeceğimi söyledim ve o gece sual ve cevapları sırasıyla yazarak, ertesi gün pullu bir müdafaaname şeklinde Divanıharp Reisi’ne gönderdim ve divanıharp defterine kaydolunduğunu gösterir ilmühaber aldırdım. Bu tedbirde pek ziyade isabet, yani Divan’ın sahtekârlığı bu suretle bir dereceye kadar tahdit edilmiş olduğu sonra ortaya çıktı.
Bu müdafaaname harfiyen şöyle idi:
Birinci Divanıharb-i Örfi Reisliğine
Dün Divan-ı Âli tarafından Kuvayımilliye’ye dair suallere muhatap oldum. Verdiğim cevapların ancak birkaç kelimesinin zapt olunduğunu gördüğüm için sorgulamanın sonunda söylediğim ve sırasıyla suallere verdiğim cevapları aşağıda olduğu gibi yazmaya ve tespit etmeye lüzum gördüm.
Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye’yi ne hâlde buldunuz ve ne hâlde bıraktınız? Bunlar ahaliye tecavüzde bulunuyor muydu?”
Cevap: “Bursa vilayetine ilk memuriyetimde orada öyle bir şey yoktu. İkinci memuriyetimde gazetelerde ilan olunan beyannameleri sebebiyle (Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) namıyla teşekkül etmiş olan cemiyetin sair mahaller gibi Bursa’da da şubesi teşkil edilmiş buldum. Fakat şimdiye kadar hiçbir fırka ve cemiyete dâhil olmadığım gibi bu cemiyetle de münasebetim yoktu. Bursa’ya varışımdan bir müddet sonra ötede beride; boz renkli kumaştan yapılmış elbise giyen Kuvayımilliye efradı görünmeye başlamış ve araştırılarak birbiri ardına İzmir cephesine sevk edilmekte oldukları anlaşılmışsa da bunların Bursa’da fena bir hareketleri ve kimseye bir zararları olmadığından aleyhlerinde ahali tarafından hiçbir şikâyet vaki olmamıştır.”
Soru: “Kuvayımilliye, ahaliden para alıyor muydu? Bunlar aleyhinde şikâyet vaki olmadı mı?”
Cevap: “Para alındığından dolayı hiçbir şikâyet vaki olmadı.”
Soru: “Bursa’da Kuvayımilliye Kumandanı kimdir?”
Cevap: “Mehmet Ali Bey adında bir zattır.”
Soru: “Kuvayımilliye Kumandanı “Reis-i Eşkıya” değil midir?”
Reisin maksadı “Kuvayımilliye kumandanı, fırka kumandanı Miralay Bekir Sami Bey değil midir?” demek olduğu hâlde ben anlamamış gibi bulunarak:
Cevap: “Vilayet dâhilinde bilinen eşkıya kalmadı. Yalnız, Çerkeş Davut adında bir eşkıya reisi varsa da onun Kuvayımilliye Kumandanı olamayacağı tabidir.”
Soru: “Bu Mehmet Ali Bey’i evvelce tanıyor muydunuz?”
Cevap: “Hayır, ilk ve son defa olarak tesadüfen Jandarma Alayı Kumandanı’nın nezdinde gördüm. ‘Kuvayımilliye Kumandanı.’ diyerek bana takdim etti.
Bursa’ya vardığımda orada idiyse belki tebrik için gelen zevat meyanında bulunmuş olabilir. Fakat ben hatırlamıyorum.”
Reis, evrakım arasından çıkarılan tebrik telgrafını eline alarak:
Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman bu Mehmet Ali’den telgrafname aldınız ve cevap yazdınız mı?”
Cevap: “Nezarete iki defa, memuriyetimde tebrik için yüzlerce mektuplar, telgraflar gelmiştir. Bunların çoğunu ben görmedim. Özel Kalem Müdürü alarak daha sonra cevap yazılmak üzere yaptığı listeyi bana gösteriyordu. Evrakım arasında bulunan birçok telgraflar gibi bu Mehmet Ali Bey’in telgrafına da cevap yazılmamıştır. Bu telgraflar arasında şahsen hiç tanımadığım memurlar vesairenin de telgrafları vardır.”
Soru: “İttihatçılar (İttihat ve Terakki mensupları) ile Kuvayımilliyeciler arasında ne fark vardır? Bu konudaki fikriniz nedir?”
Cevap: “İttihatçıların en ileri gelenlerinden bazılarının aleyhinde bulunduğum işler ve hareketlerimle ve hatta basılı, yayınlanmış eserlerimle sabit olup onlarla bir münasebetim olmadığı gibi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne de intisap etmediğimden malumatım bulunmayan bu hususta doğru bir fikir beyan edemeyeceğim tabidir.”
Matbu telgraf kâğıdı üzerine kurşun kalemle yazılmış bir telgrafname suretini göstererek:
Soru: “Bursa valiliğinde bulunduğunuz esnada Heyet-i Temsiliye’ye telgraf çektiniz mi?”
Cevap: “(C) İşaretiyle başlamasından da anlaşılacağı üzere İstiklal-i Osmani’nin yıl dönümü münasebetiyle başkent ve vilayetlerde icra olunan tören vesilesiyle Heyet-i Temsiliye’den her tarafa çekilen umumi tebrik telgrafına cevaben bu telgrafı yazdım; gazetelerle de ilan olduğu üzere, adı geçen cemiyetle Hükûmet-i Merkeziye arasında uyuşma olduğu ve Cemiyet’in telgraflarının telgrafhanelerce ücretsiz kabul ve çekilmesi, resmen tebliğ edildiği için bu telgraf da ücretsiz çekilmiş bulunduğuna göre hükûmetçe kanuna uygunluğu tanınmış olan bir cemiyetin Heyet-i Temsiliye’si namına ve böyle İstiklal-i Osmani yıl dönümü gibi mesut bir günün tebrikine dair çekilen bir telgrafa cevap verilmiş olmasında suali gerektiren bir şey göremiyorum.”
Kuvayımilliye erkânının isimlerini zikrederek:
Soru: “Bunları tanır mısınız?”
Cevap: “Bunların hiçbiriyle, tam manasıyla tanıdık denebilecek aşinalığım yoktu. Bekir Sami Bey’i birkaç sene evvel iki kere Beyoğlu’nda görmüştüm.
En son Mebusan Meclisi’nde ve beni ziyaret için geldiği Babıali’de gördüm. Rauf Bey’i Erenköy’e gidip gelirken trende, vapurda görürdüm, aşinalığım bu kadardır.5
Kara Vasıf Bey’i ilk defa Mebusan Meclisi’nde ve daha sonra bir kere de tesadüfen Sadrazam’ın nezdinde gördüm; diğerlerini ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’yı ve ayrıca sorduğunuz asker kumandanı Ali Fuat Paşa’yı uzaktan, yakından hiç tanımam.”
Biga hadisesine dair olup evrakım arasından alınmış olan bir raporu göstererek:
Soru: “Bu rapor üzerine ne yaptınız?”
Cevap: “Raporun arkasında ‘Vükela Meclisi’nde okunmuş ve mahalline bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır.’ diye yazılmış olduğu veçhile ikinci defa mahalline gönderilmesi kararlaştırılan heyet için bazı kişiler seçilmişti.
Fakat İstanbul’un işgali sebebiyle ortaya çıkan engellerden dolayı gönderilemedi. İşgali takip eden günlerde heyet göndermeye değil vilayetlerle muhabereye bile imkân bulunamadığı malumdur.”
Soru: “Dramalı Rıza’yı tanır mısınız?”
Cevap: “Hiç tanımam. Fakat Biga hadisesine ilişkin şikâyetler arasında böyle bir isim mezkûr olduğunu ve Harbiye Nezaretince kolordudan sorularak alınan yazıda böyle bir şahsın orada bulunmadığı, yolunda bir cevap gördüğümü hatırlıyorum. Bu hatırlayışımın isabetinden emin değilim.”
Soru: “Dâhiliye Nezaretinde bulunduğunuz zaman Akşam gazetesine olan beyanatınızda, “Biga hadisesinden başka vilayetlerimizde belli başlı bir hadise ve durumlarda bir değişiklik yoktur.”6 demişsiniz. Hâlbuki taşrada Kuvayımilliye, yani Anadolu’daki bilinen şahıslar, her türlü asice harekette bulundukları hâlde onlardan hiç bahsetmiyorsunuz. Bunlar, gönderdiğiniz memurları kabul etmemek suretiyle de isyan belirtileri göstermekte iken ne için onlara asi demediniz?”
Cevap: “Gazeteye bu beyanatta bulunduğum esnada, Biga vakasından başka diğer bir mahalde o kabilden bir hadise daha olsa ondan da bahsederdim.
İki defa Dâhiliye Nezaretinde bulundum; yalnız Bursa vilayetine bir vali tayin ettim, ona da kimse bir şey demedi. Kabul edilmeyen memurlardan maksat Ankara ve Kastamonu valileri ise onlar benim nezaretimden hayli evvel tayin edilmiş ve gönderilmişlerdir. Bunların kabul edilmemelerinden dolayı, ‘O zamanki Dâhiliye Nazırı ne yapmış? Bunu ne için bir isyan eseri olarak telakki etmemiş?’ olduğunu o nazırdan sorunuz.”
“Zatıâliniz de beş on gün valiliğinde bulunduğunuz Bursa’dan İstanbul’a ne suretle iade edildiğiniz malumdur7
Bu muamele üzerine o zamanın Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa ne yaptı? Bu muameleyi niçin bir isyan eseri telakki ederek asilerin uzaklaştırılması için buradan asker şevkine lüzum göstermedi?”
Reis: “O Nazır da onlardan olduğu için bir şey yapmadı!” Ben: “Pekâlâ. O Nazır’ın onlardan olmayan üstleri ne yaptı?”
Reis: “…”
Ben: “Gelelim isyan meselesine? Hükûmetçe Kuvayımilliye’nin asi sayılıp sayılmaması devletçe ve memleketin menfaat ve selameti nokta-i nazarından, dâhil olduğum kabinenin dâhili, harici siyasetine ait bir meseledir. Böyle şeyler ancak Kanun-ı Esasi gereğince teşekkül edecek Divan-ı Âli’de sorulabilir.”
“Mademki sualde ısrar ediyorsunuz. Bu mesele o kabinenin istifanamesiyle bütün vekiller tarafından imza olunarak Babıali’de saklı zabıtnamede zikredilmiştir. Sadaret makamından isteyiniz.
Gönderirlerse mütalaa edersiniz. İstifa eden bir kabine azasından birine: ‘Niçin böyle yaptınız yahut yapmadınız da istifa ettiniz?’ diye divanıharp tarafından soru sormaya uygun bir Meşrutiyet usulü yoktur.”
“Bahsettiğiniz bilmem hangi kanun veya nizama istinaden ‘Kanun-ı Esasi’nin divanıharp kararnamesine yani geçici kanuna aykırı hükümleri kaldırılmıştır.’ demeniz şaşılacak şeydir.”
Reis: “İstanbul’un işgali günü herkesin önünde Kuvayımutelife’yi (İtilaf Devletleri’nin kuvvetlerini) küçümsemişsiniz.8
Ben: “Nasıl ve nerede?”
Reis: “Akşam saat altıda Köprü’den Haydarpaşa’ya giden vapurun yan kamarasında, Evkaf ve Adliye nazırları da hazırmış. Sarayburnu önünden geçerken pencereden bir İngiliz zırhlısının toplarını göstererek:
‘Bu toplar İstanbul’a ne yapabilirler?’ demişsiniz. Bunu İstanbul vilayeti yaveri mülazım İsmail Efendi işitmiş.”
Ben: “Kapısında süngüsü takılmış tüfeği ile bir İngiliz askeri nöbet beklemekte bulunmasına rağmen, ben bir Osmanlı Divanıharbi’nde muhakeme edilmekte olduğumu sanıyordum. Bu sualden pek ziyade hayrete düştüm. Evvela her nerede olursa olsun, bir düşmanın kuvveti küçümsenmiş olsa bile Osmanlı Divanıharbi bunu nasıl cürüm sayabilir? Saniyen siz ‘Alâmeleinnas’ (herkesin önünde) tabirinin manasını bilmiyor musunuz?
Vapurun ancak üç dört kişi alabilen küçük yan kamarasında geçmiş bir söz ‘Alâmeleinnas’ söylenmiş olur mu? ‘Alâmeleinnas’ bir mitingde yahut köprübaşı gibi kalabalık bir yerde, bağıra bağıra söylenen sözlere denebilir. Mamafih ben gerek vapurda ve gerek başka bir yerde böyle bir söz söylemedim.”
“O günlerdeki fevkalade meselelerden dolayı çok defa geceleri de Babıali’de geçirerek Erenköy’deki evime gitmediğim gibi işgal-gününü takip eden gece de gitmemiştim. Hatta Adliye Nazırı Celal Bey de İstanbul’da kalmıştı. Tahkik edebilirsiniz. Vapurun o kamarası saltanat hanedanına mensup olanlara mahsus olduğu hâlde bazen vekillerden de oturanlar bulunurdu. Orada vekillerden üç zat oturmakta iken vilayet yaverliğinde bulunan bir mülazımın bunların yanlarına girip oturamayacağı da malumdur.
Bu mülazım, gerekli vasıfları haiz olmamasından dolayı Dâhiliye Nezaretinde bulunduğum esnada vilayet yaverliğinden çıkarılmış olduğundan, bundan hasıl olan kin ve garez ile böyle bir vaka tahayyül ve isnat etmiştir.
Bu sözün cezayı gerektiren bir suç olabilmesi ihtimali varsa, o cezanın bu iftira eden mülazıma çektirilmesi lazım gelir.”
Reis: “İstanbul işgalinden sonra Anadolu’ya sabık mebuslardan dört kişi gönderilmiş. Ne için gönderdiniz? Bu adamları evvelce tanıyor musunuz?”
Ben: “Bunları ben göndermedim. Vükela Meclisi kararıyla gönderildiler. İşgali müteakip demir yolu ulaşımının kesilmesi, İstanbul’ca iaşe meselesini güç duruma getirmiş olduğundan zahire nakliyatına engel olunmaması için Anadolu’ca icap edenlere siparişlerde bulunmak üzere Ankara’ya, mebuslardan seçilmiş bir heyet gönderilmesi Vükela Meclisi’nce tensip olundu, fakat hükûmetin emri altında nakil vasıtaları bulunmadığından, işgal kuvvetleri kumandanından müsaade alınmadıkça denizden veya karadan bu heyetin gönderilmesi mümkün değildi.
Hariciye Nazırı vasıtasıyla alınan müsaade ve nakil vasıtaları ile bu dört mebus gidebildiler. Keyfiyet sadaret makamından padişaha da arz edilmişti. Bu mebuslardan yalnız Abdullah Azmi Efendi’yi, Manastır Vilayeti valiliğinde bulunduğum zamandan beri tanırım. Yusuf Kemal Bey’le yalnız göz aşinalığım vardır. Diğer ikisini (Hoca Vehbi ile Rıza Nur Bey) evvelce hiç görmedim.”
Reis İkdam gazetesinin 26 Şubat tarih ve 8377 numaralı nüshasını eline alarak: “Bu gazetenin muhabirine beyanatınızda: “Kuvayımilliye’yi ben dağıtamam, sadrazam da, hatta Mustafa Kemal Paşa da dağıtamaz.” demişsiniz. Maksadınız bu kuvveti ahaliye büyük göstermek midir?”9
Ben: “O günlerde, belki de aynı günde yanıma gelen İngiltere ve Fransa sefaretleri tercümanlarına da aşağı yukarı böyle söylemiş ve şu sözleri de ilave etmiştim: ‘Kuvayımilliye’yi ancak Yunanlıları İzmir’den çıkarmak ve memleketimizin her türlü taarruzdan dokunulmazlığı temin olunmak şartıyla büyük devletlerin gösterecekleri adalet dağıtabilir. Çünkü bu kuvvet beynelmilel bir heyetin yerlerinde icra ettiği tahkikatla da sabit olduğu veçhile, Yunanlıların İzmir ve bazı bağlı yerlerinde yapmış oldukları vahşiyane cinayetlerden hasıl olan korku ve heyecanla namus ve hayatlarını muhafaza için toplanmıştır.’ demiştim. Mamafih, 6 Ağustos 1335 [1919] tarihli İstanbul gazetelerinin hepsinde aynen yazılı olduğu üzere zat-ı şahanenin ‘Morning Post’ adlı İngiliz gazetesinin muhabirine verdiği beyanatında: ‘Yunanlılar eski zaman barbarlarının hareketlerini taklit ettiler ve hâlâ da etmektedirler. Bu mesele insaniyet açısından tetkik edilerek buna bir nihayet verilmeli ve onların tecavüzlerine set çekilerek ahalinin mezbahada koyun keser gibi öldürülmelerine müsaade olunmamalıdır. Eğer İtilaf Devletleri, buna bir nihayet verdirmezlerse daha pek çok ehemmiyetli meseleler çıkabilir. Şahit oldukları vahşete ve tecavüze karşı ahalimizi susturmak pek müşkül olur. Memleketimiz halkı namusunu, hayatını, evini kurtarmak için pençeleşmeye hazırdır…” buyurmuş olduklarına nazaran benim sözlerim zat-ı şahanenin bu beyanatına tamamıyla muvafık olduğu hâlde sual sorulmasına pek ziyade hayret ediyorum.
Reis: “Bursa’da vali iken Dâhiliye Nezaretine yazdığınız şifre telgrafta Kuvayımilliye reislerinden Ethem’in (Çerkez) bir evi yakmasını mazur göstermek istiyorsunuz.”
Evrakım arasında -Kuvayımilliye efradının kanuna aykırı hareketlerine göz yummadığımın fiili bir delili olduğu için- muayeneye memur Avni Efendi’nin iyilik maksadıyla ayırdığı bu telgraftan Divanıharp Reisi hiç bahsetmek niyetinde olmadığı hâlde: “Hiç yoktan Kuvayımilliye taraftarlığına delil icat etmeye çalışıyorsunuz. Kâğıtlarım arasından alınan telgraflardan Çerkez İdris Ağa’ya dair olan telgraf, o yoldaki mesaiyi iptal etmeye kâfidir. O telgrafname okunsun.” dediğim için telgrafı okuduktan sonra Reis bu suali sormuştu.
Dâhiliye Nezareti: “İdris Ağa namında bir Çerkez’i Bursa Divanıharbi niçin arıyor? Adı geçen Kirmasti kazasında bir köydeki hanesi niçin ve kimin tarafından yakılmıştır?” diye sordu. Ben resmî ve hususi tahkikata atfen: “Divanıharp bu adamı aramıyor, fakat bir katil meselesinden dolayı oğlu, divanıharp tarafından tevkif edilmiştir. Evinin yıkılması Anzavur’u takip için”…
Reis sözümü keserek: “Ne için Anzavur Ahmet Paşa demiyorsun?”
Ben: “O zaman daha paşa olmamıştı, o da bir şaki idi.”10 diyerek sözüme devam ettim. “Bandırma’dan Kirmasti tarafına gelen Kuvayımilliye müfrezesi üzerine, o hanede gizlenen şahıslar tarafından silah atılmasından ve bu esnada müfreze kumandanı Ethem’in (Çerkez) akrabasından birinin (galiba yeğeni) ölmesinden dolayı evin yakılmış olduğunu söylüyorum.
Babıali’ce meçhul olduğu ve sorulmadığı hâlde Ethem’in diğer bir cürmünü de ilaveten bildiriyorum: ‘Bu haneden başka İdris Ağa’nın bir de değirmeni yakılmıştır ki bunun sebebi anlaşılamayıp Ethem müfrezesinin şu vesile ile vilayet dâhiline gelip gidişinde ika olunan taşkınlıkların bir devamı demek olur.’ ” diyerek bundan başka cürümler yapılmış olduğunu bildirerek açıktan açığa Ethem’in hareketleri aleyhinde bulunuyorum.