banner banner banner
Evrensellik Mitosu
Evrensellik Mitosu
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Evrensellik Mitosu

скачать книгу бесплатно

Evrensellik Mitosu
Doğan Özlem

“Doğa bize dilde açılan tarihtir.”

– Martin Heidegger

Evrensel(lik) terimi son yüz elli yıldır felsefeden bilime, sanattan gündelik dile kadar en sık kullanılan terimlerden biri. Ne var ki, Doğan Özlem Evrensellik Mitosu’nda çok kapsayıcı ve birleştirici görünen bu kavramın, “evrensel”den anlaşılanın farklılığı nedeniyle nasıl tam tersi bir yönde ayrıştırıcılığa yol açtığına işaret ediyor. Bu yüzden de evrensellik daima birilerinin kendi eğilim ve inançları doğrultusunda diğerlerine dayattıkları bir şey olmaktan kurtulamamıştır.

Arkasında siyasal bir duruşu bulundurmayan felsefi bir tavrın güdük bir duruş olacağını vurgulayan Doğan Özlem Evrensellik Mitosu’nda bir araya getirdiği yazılarıyla evrenselci anlayışı tarihselci/hermeneutik bir perspektiften sıkı bir eleştiriye tabi tutuyor.

Doğan Özlem’den yerleşik kabullere bir çekiç darbesi daha…

Doğan Özlem

Evrensellik Mitosu

Felsefe

Notos Kitap 137

Kuram 025

Felsefe 20

©Doğan Özlem, Evrensellik Mitosu, 2015

©Notos Kitap Yayınevi, 2015

Birinci Basım

Aralık 2015

Sertifika 16343

Editör

Kaan Özkan

Kapak Resmi

Leonardo da Vinci, Deluge, 1517

Notos Kitap Yayınevi

İnönü Caddesi, Dümen Sokak, 7/7

Gümüşsuyu, Beyoğlu 34427 İstanbul

0212 243 49 07

www.notoskitap.com (http://www.notoskitap.com/)

facebook.com/NotosKitap (http://facebook.com/NotosKitap)

twitter.com/NotosKitap (http://twitter.com/NotosKitap)

Bu dijital eser Libronet e-kitap atölyesinde üretilmiştir.

Doğan Özlem

1944’te İzmir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini tamamlayamadan kunduracı kalfası ve tezgâhtar olarak çalışmak zorunda kaldı. 1965’te Sivas’a er olarak askere gitti. Liseyi askerliği sırasında dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. Yine askerliği sırasında üniversite giriş sınavını kazandı. 1967’deki terhisinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yükseköğrenimine başladı ve bu bölümden 1971’de mezun oldu. 1971–1974 arasında Almanya’da bulundu ve çeşitli işlerde çalıştı. Mezun olduğu bölümde 1974’te başlayıp daha sonra Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji (1990) adıyla yayımlanan doktora tezini 1979’da tamamladı. Yükseköğrenimi ve doktora çalışması sırasında (1967–1979) Almanya’da ve Türkiye’de işçi, büro memuru, sendikacı, muhasebeci ve yönetici olarak çalıştı. 1980’de, otuz altı yaşındayken, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1988’de doçent, 1993’te profesör oldu. 2001’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan sonra, aynı yıl içinde, Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yeniden akademik hayata döndü ve uzun süre bölüm başkanlığı yaptı. 2003’te adına armağan kitap yayımlandı. 2004’te TÜBA – Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü aldı.

Notos Kitap’tan çıkmış kitapları

Bilim Felsefesi

Hermeneutik ve Şiir

Mantık

Tarih Felsefesi

Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi

Metinlerle Hermeneutik Dersleri I

Metinlerle Hermeneutik Dersleri II

Felsefe ve Doğabilimleri

Söyleşiler – Yaşamı ve Felsefeyi Anlama Serüveni

Etik – Ahlak Felsefesi

Persona

Kant Üstüne Yazılar

Türkçede Felsefe

Çeviri Kitapları

Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri

ÖNSÖZ

“Evrensel” ve “evrensellik” terimleri özellikle son yüz elli yıldır, felsefede, bilimde, sanatta olduğu kadar günlük dilde de en yaygın ve en sık kullanılan terimler arasında yer almıştır. Buna karşılık bu kitapta yer alan yazılar, özellikle insan, tarih, toplum söz konusu olduğunda bu terimlerin bu alanlarda kullanımının sakıncalarını, hatta yanlışlığını savunan, bunu hemen her yazıda bir leitmotif olarak yineleyen yazılardır. Başka bir deyişle, bu yazılarda insanı, tarihi ve toplumu konu edinen felsefe alanlarında ve bilimsel etkinliklerde “evrenselliğin” insanı, tarihi ve toplumu kavramakta geçersiz ve hatta yanlışlara sürükleyici, bu alanların bilgisine ulaşmayı engelleyen bir işlev yüklendiği gösterilmeye çalışılmaktadır.

Aslında evrensellik problemi felsefe tarihinin erken dönemlerinden beri bilinen çatışmalara, hizipleşmelere, hatta kutuplaşmalara yol açmış bir problemdir. Felsefenin görevinin genel kavramlara başvurarak evrensele ulaşmak olduğunu düşünen evrenselciler ile evrenselin yalnızca bir ad (nomina) olduğunu, herhangi bir gerçekliği karşılamadığını ileri süren adcılar (nominalistler) arasındaki “evrenseller tartışması” felsefe tarihinin tanıdığı en önemli tartışmalardan biri olmuştur. Bu kitaptaki yazıların ortak savlarından biri ve belki de en önemlisi, adcı gelenek doğrultusunda, “evrensel” ve “evrensellik” terimlerinin bir gerçekliği işaret etmedikleridir. Buna karşılık bu terimler, felsefenin tanımlanmasında bile, “felsefe evrenselin bilgisine ulaşmaya çalışır” örneğinde olduğu gibi, temel dayanak yapılacak ölçüde belirleyici olmuşlar, itibar görmüşlerdir.

Esasen evrensellik fikri, düşünen kafalar için düşünce tarihinin hemen her evresinde çok cazip bir fikir olmuştur. Öyle ki, düşünen kafaların büyük çoğunluğunun felsefe ve bilimde evrensele ulaşma çabası kadar ahlakta, hukukta ve siyasette evrenseli toplum yaşamına sokma, evrensel kurallara göre düzenlenmiş bir toplumsal yaşam oluşturma girişiminden vazgeçmedikleri görülür. Bu girişim, ilk bakışta çok saygıdeğer bir girişim izlenimi yaratabilir. Ne var ki, bilgi alanında evrenseli arama serüveni kadar toplumsal yaşama, hukuka ve siyasete de evrenseli sokma çabaları, insanlık tarihi içinden bakıldığında doğruyu, herkes için istisnasız geçerli olanı bulma aşkına ve tüm insanlığın yararı düşünülerek sürdürülmüş olsalar ve bu yüzden saygıdeğer bulunsalar bile, beklenenin tersine, düşünce ve eylemde farklılaşmanın, hizipleşmenin, gruplaşmanın, kamplaşmanın ve çatışmanın en etkili güdümleyicileri olmuşlardır. Tuhaf olan şudur ki, tüm insanları ve toplumları aralarındaki farklılıkları aşarak bir evrensel toplum düzeni içinde birleştirme yolundaki evrenselci çabalar, beklenenin tam tersine, “evrensel”den anlaşılanın farklılığı (çoğu zaman da karşıtlığı) sebebiyle, farklılaşma, hizipleşme, gruplaşma, kamplaşma yaratmışlardır. Bunun gibi, siyasette herkesin üzerinde uzlaştığı bir evrensel ilke, kural olmadığından, evrensellik daima kimilerinin görüş, eğilim ve inançları doğrultusunda savunulan, savunulmakla da kalmayıp kendisine içtenlikle inananların yine içtenlikle dayattıkları bir şey olmaktan kurtulamamıştır. Daha da önemlisi bu dayatma başka bazılarının görüş, eğilim ve inançları doğrultusunda aynı konuda başka evrenselliklerin dayatılmasına yol açmıştır ki, bu karşılıklı dayatmalar bilgide, ahlakta ve siyasette anlaşmazlık ve çatışmanın bu nedenle kaynağı olmuşlardır. Öbür yandan bu evrenselci dayatmacılık, kendi evrensellerine içtenlikle inananları, bu dayatma sırasında totaliter ve globalist bir tavır içine ister istemez sokmuştur. Tam da bu yüzden, evrenselcilik, insanlık tarihinde birliğin ve uyumun değil, ayrılığın ve çatışmanın başlıca sebebi olmuştur. Evrensel olduklarını iddia eden İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi dinler arasındaki bin beş yüz yıllık, liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojiler arazındaki iki yüz yıllık çatışma, çeşitli evrenselcilikler arasındaki çatışmanın en bilinen örnekleridir. Onların her biri, tam da kendi evrensellerinin geçerliliğine duydukları inanç doğrultusunda totaliter, çatışmacı, globalist ve dışlamacı olmuşlardır.

18. yüzyılın ortalarından bu yana adcı (nominalist) cepheden evrenselciliğe yöneltilen eleştiriler, ortaçağ sonlarındaki eleştiriler kadar köktenci olmakla birlikte, özellikle yeniçağda bilim kavramının evrenselci yorumuna tepki doğrultusunda, daha çok bir bilim eleştirisi etkinliği çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Özellikle sosyal bilimlerin (tin bilimlerinin, kültür bilimlerinin, insan bilimlerinin) felsefi statüsü ve epistemolojik temelleri konusunda yoğunlaşan bu eleştiriler, bizzat “bilgi” ve “bilim” kavramlarının yeniden değerlendirilmesine zemin hazırlamışlardır.

İşte, bu kitaptaki yazılar, adcı/tekilci/tarihselci/hermeneutik bilgi/bilim anlayışı doğrultusunda evrenselci bilgi ve bilim anlayışının eleştirisine yönelmiş bazı yazılarımı içermektedir. Yazılar, felsefi/epistemolojik bir duruş yanında, konuyla ilgili hemen tüm yazılarımda olduğu üzere, siyasal bir duruşu da sergilemeye çalışmaktadır. Öyle ki, yazılarda, siyasal bir duruşu doğrudan içermeyen veya en azından arkasında bulundurmayan bir felsefi/epistemolojik duruşun, hele sosyal bilimler/insan bilimleri söz konusu olduğunda eksik ve güdük bir duruş olacağına her vesileyle vurgu yapılmaktadır.

    Üsküdar
    Kasım 2015

Bilim Nedir, Ne Değildir:

Bilime Tarihten Bakmak[1 - Yeniçağ felsefesinde ve özellikle 18. yüzyıldan itibaren yeniçağın empirist eğilimli epistemolojisinde “öz” kavramının fenomenal olana değil, numenal olana gönderme yapan, metafizik anlamlar yüklü bir kavram olduğu ileri sürülmüş ve kavram hatta, özellikle pozitivist epistemolojide, felsefeden ve bilimden elenmek istenmiştir. Bununla birlikte, örneğin Locke’tan Husserl’e kadar, numenal olmasa da fenomenal dünya için “birinci nitelikler” (Locke) ve “eidos” (Husserl) kavramlarına başvurularak “öz”den veya “özler”den söz edildiğine de tanık olunur. Bu yazının konusu olan “bilim” de numenal “öz”ü reddetmekle birlikte, açık veya örtük, fenomenal özlerin peşinde olmuştur. Buna “bilimsel özcülük” adı verilebilir ve bizzat bilimin de bu anlamda bir “öz”ünden söz edilebilir.]

Giriş

Bursa’ya, Uludağ Üniversitesi’ne, son zamanlarda hemen her yıl, bazen aynı yıl içerisinde iki kez geliyorum. Bundan da oldukça memnunum. Burada meslektaşlarımla, dostlarımla ve siz öğrencilerle birlikte olmaktan memnuniyet duyuyorum. Bu sefer de aynı memnuniyeti duyduğumu belirtmek ve beni davet etme nezaketini gösteren Uludağ Üniversitesi Felsefe Kulübü üyesi öğrencilere ve ilgilerini esirgemeyen Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ile Sosyoloji Bölümü’nün değerli öğretim elemanlarına teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.

2000 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim elemanlarına verdiğim bir konferansta, “Bilim Nedir, Ne Değildir?” başlığına uygun bir sunumda bulunmuştum. O konferansımdaki çerçeveyi burada da muhafaza etmeye çalışacağım. Bununla birlikte, burada felsefeyle doğrudan ve daha yoğun olarak ilgilenenlere hitap ettiğimin bilincinde olarak, o çerçeveyi daha geniş tutmak istiyorum.

Konferansın başlığındaki soruya burada hermeneutik geleneği doğrultusunda ve dört bölüm içerisinde bir cevap getirmeye çalışacağım. Birinci bölümde, hermeneutik geleneğinde bu soruya verilmiş olan yanıtı daha yakından anlamayı sağlayacak olan iki kutuplaşma, özcülük-nominalizm, evrenselcilik-tekilcilik kutuplaşmaları üzerinde duracağım. İkinci bölümde, “Bilim Nedir?” sorusuna getirilmiş olan bazı yanıtları, hatırlatma amacıyla, kısaca irdelemeyi ve bunların bu kutuplaşmalar açısından değerini belirtmeyi deneyeceğim. Üçüncü bölümde, son dört yüz yılda bilimin ve biliminsanının başından geçenlerin bir küçük öyküsünü anlatmaya gayret edeceğim. Dördüncü bölümde, “Günümüzde bilimin felsefece, özellikle hermeneutik açısından görünümü nedir?” sorusuna bir yanıt oluşturabilecek bazı tespit ve değerlendirmelerimi sunacağım.

Bilim Nedir?

Günümüzde “matematik” bileşik adında (mathema+techne) yaşamaya devam eden Grekçe mathema ve mathesis terimleri, MÖ 6. yüzyıldan, Latince scientia terimi ise MS 13. yüzyıldan beri, kısmen eşanlamlı terimler olarak, “bilim” karşılığı kullanıla gelen terimlerdir. Bununla birlikte, 16. ve 17. yüzyıllardan günümüze, özellikle scientia teriminin yeni bir anlam içeriğiyle karşımıza çıktığını görüyoruz ki, o bu yeni görümüne uygun olarak artık, “modern bilim” olarak anılmaya başlıyor. Bu konferansın konusu, Batı kültürü ve düşüncesinde karşımıza çıkan yeni görümüyle, işte bu modern bilimdir.

Modern bilimin ne olduğu, onun nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği gibi sorular, ancak yeniçağ Batı felsefesi ve yeniçağ Batı zihniyeti göz önünde tutularak yanıtlanabilir. Çünkü modern bilim bu felsefe ve zihniyetin bir ürünüdür. Bu nedenle, burada önce, modern bilim kavramını ortaya çıkaran zihniyet ve düşünce iklimi ve modern bilim kavramı ortaya bir kez çıktıktan sonra bu kavram ekseninde geliştirilmiş olan felsefi görüşleri ve son olarak felsefe içinde modern bilim hakkında ortaya konulmuş değerlendirme ve eleştirileri, sadece adlarını anmak ve birkaç cümleyle üzerinde durmakla sınırlı kalsa da, aktarmayı deneyeceğim. Ancak, bu aktarımı, son yıllardaki çalışmalarımda, başta bilim olmak üzere, hukuktan siyasete kadar işlediğim hemen her konuyu kendileri yönünden ele almaya çalıştığım iki kutuplaşma, özcülük-nominalizm ve evrenselcilik-tekilcilik kutuplaşmaları açısından yapacağım. Bana göre bilimin ne olduğuna, bu kutuplaşmalar göz önünde tutulduğunda, şimdiye kadar bu konuda verilmiş olan yanıtlardan çok daha anlamlı yanıtlar verilebilir.

Özcülük-nominalizm kutuplaşması, felsefe tarihinin tanıklık etmiş olduğu en eski kutuplaşmalardan birisidir. Önce özcülüğü analım. Felsefe tarihi bilgilerimizi şöyle bir yokladığımızda, özcülük, çok genel ve kaba bir tanımla, her şeyin tüm değişmelere rağmen değişmeyen bir yön olarak bir kendiliği (Selbstheit, entity) bulunduğu, o değişmeyen yönün sabit ve sürekli olduğu, bu sabit ve sürekli yönün, bizzat “öz” (essentia) adını aldığını savunan görüştür. İlgili olarak öz; nesnelerin, tüm değişmelere rağmen değişmeyen, zorunlu ve tanımlayıcı nitelik veya nitelikleri olmayı da ifade eder. Öz, özellik (species) ile değil, nitelik (quality) ile ilgilidir. Bu nedenle o, bir varlığın veya nesnenin herhangi bir özelliğini belirtmez; o, bir varlığın veya nesnenin bu özelliği bile mümkün ve anlaşılabilir kılan zorunlu yapısı anlamına gelir. Örneğin Aristoteles’te öz, bir nesnenin görünür gerçekliğinden, varoluşundan (existentia) önce ve ondan bağımsız olarak düşünülen doğası, zorunlu yapısıdır (essentia). Bu durumda bir nesnenin özü, algılanan varoluşundan bağımsızdır, varoluş değişse bile öz değişmez ve bu öz, belirli bir nesneler sınıfının geçirmiş olduğu tüm değişmelere rağmen, o sınıfın tüm bireyleri için geçerli tümel yön veya yönler olarak kalır. Özcülük, buna göre, tümelciliği/evrenselciliği bizatihi içermiş olur. Bir nesnenin özünden olduğu gibi, bir kavramın da özünden söz edilebilir. Özellikle “kavram realizmi” olarak bilinen bir özcülük çeşidine göre, kavramın özü, ilişkili olduğu, hakkında düşünüldüğü nesneden bağımsız olarak, sadece kavram olması bakımından değişmeyen bir yapısının, bir tümelliğinin ve bu anlamda bir gerçekliğinin bulunmasını ifade eder.

Şimdi, bu özcülük betimlemesine uygun olarak, özcülerin, bir genel kavram olarak “bilim” kavramının da bir özünün olacağını iddia edecekleri açıktır. Bu demektir ki, bilimin de bir özü vardır; yani bilim de değişmeyen, sabit kalan niteliklere, tüm bilimsel faaliyetler için geçerli tümel yön veya yönlere sahiptir.[2 - Sosyal Bilimlerin (tin bilimleri, kültür bilimleri, insan bilimleri) yapı ve yöntem bakımından doğabilimlerinden farklılığını (ben de dahil) savunanların görüşlerine ileride değineceğim.] Böyle bir anlayışa “özcü bilim anlayışı” denebilir.

Felsefedeki geleneksel özcülüğe karşı, felsefe tarihinin yine pek erken dönemlerinden, sofistlerden, şüphecilerden bu yana nominalizm (adcılık, ismiyye) diye anılan bir ikinci anlayış da vardır. Nominalistlere göre, bir şeyin sabit ve aynı sınıftan diğer şeylerle ortak ve tümel olan yönü anlamında öz, bir kurgudur; onun bir gerçekliği yoktur. Genel kavramların, tümellerin bir varoluşu da olamaz. “Şeylerin özü”nden söz edilemez. Tanımlarımız, kavramlarımız bir şeyleri işaret etmekten çok, bizim şeylere verdiğimiz adlar, birer dilsel ürün olarak, terimler olmaktan öteye geçemezler. Bu durumda ne “şeylerin özü”nden ne de “şeylerin tümelliği”nden söz edilebilir. Nominalistlere göre her şey tekillik arz eder; başka bir ifadeyle, “şey” olmak, tekil olmaktır. Kavramların tümelliği ve esasen tümellik denen şey, tekil nesneleri gruplar, kümeler halinde kavramamızı kolaylaştırsın diye, mantığa başvurarak bizim icat ettiğimiz bir zihinsel üründür. Bu durumda öz ve onda bulunduğu varsayılan tümellik, evrensellik sadece ve sadece bir mantıksal tasarım, bir konstrüksiyondur, bir kurgudur. Tümelin/evrenselin bir gerçek (reel) karşılığı, ona denk düşen bir varlık veya varoluş yoktur. Nominalistlere karşı, “Peki ama, kurgusal kalsa da, bir konstrüksiyondan ibaret olsa da tümellik, bizim mantıksal/zihinsel düşünme faaliyetimizde içerilmiştir, o düşüncemize içkindir, onsuz yapılamaz” diye bir itiraz yapılabilir. Böyle bir itiraza nominalistlerin verdiği yanıt, zaten onlara “nominalist” denmesini anlaşılır kılan bir yanıttır: “Evet, tümel, evrensel diye bir şey vardır; ama o sadece ve sadece, düşünmemizde mantıksal düşünme tarzımızda içerilmiş bir şey, bir tasarım olarak vardır, onun bir gerçekliği yoktur; o sadece nesne gruplarına, kümelerine ad (nomina) olsun diye uydurulmuştur.”

Bu kısa betimlemeler, özcülük ile nominalizm arasındaki karşıtlığı, en önemli yönüyle göstermeye yöneliktir. Genel felsefe kitaplarında bulunan bu bilgileri bir konferansta uzunca bir şekilde aktarmak gereksiz bulunabilir. Ne var ki, genel felsefe kitaplarında üzerinde gereğince durulmayan bir yön vardır ve o da şudur: Bu iki anlayış, felsefe yapma tarzlarını bile belirlemiş olan anlayışlardır. Ne var ki genel felsefe kitaplarının çoğu özcü bir anlayışla yazıldıklarından, nominalizmi ve ona bağlı felsefe yapma tarzını önemsizleştirirler. Oysa felsefe tarihi boyunca ortaya konulmuş felsefe anlayışlarının büyük kısmını, özcü ve nominalist olmaları bakımından sınıflandırmak bile mümkündür. Bu iki karşıt anlayış sadece epistemolojide değil, ontolojide, ahlakta, hukukta, sanat felsefesinde, kısacası felsefenin hemen her alanında birbiriyle sürekli tartışan anlayışlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Yine felsefe tarihinden bildiğimize göre, bu iki anlayıştan özcü/evrenselci anlayış, nominalist/tekilci anlayışa karşı bariz bir üstünlük sağlamıştır. Öyle ki hatta, özcülük ve evrenselcilik, hatta felsefenin tanımlanmasında bile belirleyici olabilmişlerdir. Özellikle Grek felsefesinden kaynaklanan bu özcü/evrenselci anlayışın, Batı felsefesinin kaderini büyük ölçüde tayin ettiğini, Batı felsefesinin esasen özcü/evrenselci bir doğrultuda geliştiğini görüyoruz. Buna göre, “felsefe”nin en yaygın tanımlarından biri olarak karşımıza, “tümele, evrensele kavramsal bir irdelemeyle ulaşmak” tanımının çıktığını belirliyoruz. Bu özcü/evrenselci anlayışın en büyük temsilcileri, felsefe tarihinin de en büyük isimleri arasındadırlar; Platon, Aristoteles gibi. Bu filozoflar, bugün “evrenselci/tümelci tip felsefe” dediğimiz bir felsefe tipinin en büyük geliştiricileridir. Bugün “evrenselci/tümelci tip felsefe” terimini kullanabiliyorsak, bunu, bir başka tip felsefenin mevcudiyetinin en nihayet son yüz yıldır tanınmasına, hakkının teslim edilmesine borçluyuz. Nominalistler/tekilciler evrenselci/tümelci tip felsefenin ezici yaygınlığı altında felsefe tarihinde fazla bir varlık gösterememişlerse de, seslerini kısıp bir kenarda da oturmamışlardır. Hatta son yüz yıldır, “nominalist/tekilci tip felsefe” adını verebileceğimiz bir felsefe tarzının, felsefenin hemen tüm konu ve sorunları karşısında, ilkçağın sofistlerinden, septiklerinden sonra yeniden canlandığını ve etkili olmaya başladığını görüyoruz.

Andığım karşıtlıklar ve bu karşıtlıklar doğrultusunda oluşmuş olan iki felsefe tarzının temel iddiaları, “bilim”i anlama ve değerlendirme bakımından bana çok aydınlatıcı geliyor. Bana göre, 16. yüzyıldan bu yana “modern bilim” adıyla karşımıza çıkan fenomen, aslında yeniçağ felsefesinin kendine özgü özcülüğünün/evrenselciliğinin en önemli uzantısı olarak görülebilir. Bu özcülük/evrenselcilik, modern bilimin tanımında ve niteliklerinin sıralanmasında kendini zaten açıkça ortaya koymaktadır.

Özcü/Evrenselci Bilim

Özcü/evrenselci açıdan “bilim”i, “modern bilim”i (Aristoteles’ten beri söylendiği üzere, her tanımın eksik tanım olacağını, şeylerin mükemmel tanımlarının olamayacağını bilerek) şöyle tanımlamak mümkün: Bilim, olgu ve olaylardan empirik yöntemlere başvurarak yasalara, hipotezlere, teorilere ulaşmaya, denetlenebilir bilgi üretmeye çalışan, açıklamacı bir bilgi faaliyetidir. Modern bilimin epistemolojik temellerini atanların en önemlilerinden birisi olan Francis Bacon, bilimin olgu ve olaylardan yasalara, genellemelere geçmeyi sağlayan tümevarımsal yönüne daha çok vurgu yapıyor, hipotez ve teori geliştirme yönünü ikincil sayıyordu. Onun deneyimci/tümevarımcı bilim anlayışı, 19. yüzyılın sonlarına kadar etkili olmuş, o andan sonra felsefe içi tartışmalarda bilimdeki kuramsal/tümdengelimci yönün önem ve değeri üzerinde daha çok durulmaya başlanmıştır. Bugün bilimde hangi yönün daha ağır bastığı hakkında tartışmalar devam etse de onun iki temel yönü olduğu üzerinde artık tartışılmıyor. Bu iki yönün bir aradalığını gözeterek bir bilim tanımı şöyle yapılabilir: Bilim, olgulardan empirik yoldan (gözlem, deney, sayım, ölçme vb.) deneysel yasalara (tümevarımsal yasalara) ulaşmaya ve daha sonra açıklama gücü deneysel yasalara göre çok daha fazla olmakla birlikte, deneysel/tümevarımsal değil, kuramsal/tümdengelimsel yoldan buluşçu düşünme faaliyetiyle geliştirilmiş hipotez ve teoriler geliştirmeye ve böylece konusu (doğa ve toplum/tarih) hakkında tümel/evrensel bir açıklama getirmeye çalışan bir bilgi faaliyetidir.[3 - “Ortak insan doğası’’ndan söz edenler, sosyal ve tarihsel durum ne olursa olsun, kültürel ve tarihsel koşul ve koşullanmalar ne kadar değişirse değişsin; özellikle doğa nesnelerini algılayış ve biliş biçimimizde bu koşul ve koşullanmaların etkili olamayacağını, burada bir göreliliğin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürerler. Ne var ki, yeniçağ filozoflarının bir çoğunun ağızlarından düşürmedikleri bu şeyden, yani bir “ortak insan doğası”ndan söz etmek problematiktir. Bu konuya değişik yazılarımda yeri geldikçe sürekli değiniyorum. Son zamanlarda yapılan bir araştırmanın sonucunu, burada bu konuda bir küçük örnek olarak veriyorum (Bilim ve Teknik, Haziran 1999, sayı 389, s. 45): Araştırma, Eskimoların “beyaz” algısı ile Ekvator kuşağında yaşayanların “beyaz” algısının oldukça farklı olduğunu göstermiştir. İklim ve coğrafya, algılarımızı önemli ölçülerde farklılaştırabiliyor. En azından, tüm insanlar için ortak bir algılamadan ve dolayısıyla öz halinde ve evrensel bir insan doğasından söz edilemez. Tarih ve toplum dünyasında durum çok daha belirgindir. Daha Pascal, yaklaşık üç yüz elli yıl önce, “Pirenelerin bu tarafından doğru olan, öbür tarafından yanlıştır” derken, yalnızca değişik toplumlarda farklı, hatta karşıt ahlak anlayışlarının, inançların, değer yargılarının mevcudiyetine değinmiş olmuyor, daha esaslı olarak, kültürel koşullanmaların farklı algılamalara yol açtığını anlatmak istiyordu.]

Bu tanımda bilimin ve bilimsel bilginin niteliklerinin neler olduğu da içkin olarak belirtilmiştir:

a. Bilimi ve bilimsel bilgiyi mümkün kılan şey, öncelikle rasyonel/mantıksal düşünmedir. Akla aykırı (irrasyonel) ve mantık dışı (alojik) bir düşünmeyle bilim yapılamaz. Bu nitelik belki de kendiliğinden anlaşılır bir nitelik sayılacak ve ayrıca belirtilmesinin gerekli olmadığı düşünülebilecektir. Ne var ki, biraz sonra özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen eleştirileri andığımda, bilime içkin sayılan bu rasyonel/mantıksal düşünme yönünün de tartışmalı olduğu görülebilecektir.

b. Bilim, rasyonel/mantıksal düşünme kalıpları altında, olguların empirik yoldan araştırılması ve açıklanması faaliyetidir.

Yukarıda sayılan yönlere, bilimi bilim kılan epistemolojik koşullar denebilir. Bunların yanı sıra, bilimi bilim kılan, bilimi bilim olmayandan ayırmayı sağlayan bazı ahlaksal ve toplumsal ölçütler de sıralanmıştır. Bunların en önemlileri şunlardır:

a. Bilim yapmak için değer yargılarından arınmış olmak gerekir. Ahlaksal, siyasal, estetik değer yargılarınızı bilimsel faaliyete taşırsanız, bilim yapmış olmazsınız, denmiştir.

b. İnsani eğilimlerinizi, isteklerinizi ve arzularınızı da bilimsel faaliyete bulaştırmamalısınız.

c. Kişisel veya grupsal çıkarlarınızı gözeterek bilim yapamazsınız.

Böylece, bilimi bilim kılan, ikisi epistemolojik, üçü ahlaksal/toplumsal nitelikte olmak üzere beş koşul ve ölçüt saymış oldum. Artık, “Bilimi bilim olmayandan ne ayırır?” sorusuna şu şekilde yanıt verilebilir:

a. Epistemolojik değeri yönünden bilimsel bilgi, empirik yoldan elde edilebilir ve yine empirik yoldan denetlenebilir olan bilgidir. Başka bir ifadeyle, bilimsel bilgi, olgu ve olaylarla her an karşılaştırılabilir, olgu ve olaylara uygunluğu ve uygunsuzluğu bu karşılaştırmayla her an sınanabilir olan bilgidir. Buna karşılık bilimsel olmayan bir iddia, “bilgi” olarak sunulmuş olsa da, olgu ve olgularla karşılaştırılamazlığı nedeniyle, doğruluğu veya yanlışlığı gösterilemeyen bir ifade olarak kalır.

b. Bilimsel bilgi, rasyonel/mantıksal düşünme koşullarına ve ölçütlerine uygun ve yöntemli olarak elde edilmiş bilgidir. Buna karşılık bilimsel olmayan bir iddia, rasyonel/mantıksal düşünme koşullarına ve ölçütlerine uygun olsa da yöntemli olarak elde edilmiş bir bilgi olma özelliği taşımaz.

c. Bilimsel bilgi evrensel bilgidir ve olgular söz konusu olduğunda aynı zamanda yasa bilgisidir. Bilim, yasaların bir bilgisini bize verebildiği ölçüde bilim adına layıktır.

d. Bilimsel olmayan bir iddia, evrenselleşemeyen bir kanaat olmaktan öteye geçemez. Oysa bilgi, hele bilimsel bilgi, kanaat değildir, o denetlenebilir, kanıtlanabilir. Ve o zaten böyle olduğu için “bilgi”dir.

Nominalist/Tekilci Bilim Eleştirisi

Bu özcü/evrenselci bilim anlayışı, Francis Bacon’dan, Descartes’tan 19. yüzyılın ortalarına kadar, hemen hemen tek, biricik bilim anlayışı ve modeli olarak karşımıza çıkıyor. Buna karşılık 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu bilim anlayışına ve modeline karşı eleştiriler, muhalefetler ve buna bağlı olarak yeni bilim anlayışları ortaya çıkıyor. Günümüze kadar, yaklaşık yüz elli yılı kapsayan bir dönem içinde, başta tarihselcilik ve onun birkaç yönden bir devamı olan felsefi hermeneutik kapsamında değişik bir bilim felsefesi tipi ve bu tip çerçevesinde geliştirilmiş değişik bilim anlayışları ve modelleri ortaya çıkmıştır. Bu değişik bilim felsefesi tipi içerisinden özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen çarpıcı, hatta yıkıcı eleştiriler var. Bu eleştiriler, özcü/evrenselci bilim anlayışı çerçevesinde eğitimlerini almış, yetişmiş, “bilim” dendiğinde akıllarına sadece yukarıda niteliklerine değindiğim “bilim”i anlayan insanlar için oldukça tuhaf, yadırgatıcı, hatta saçma bulunabilir ve bulunmuştur da. Şimdi, özcü/evrenselci bilim anlayışına karşı özellikle nominalist/tekilci açıdan geliştirilmiş olan itirazlar ve eleştiriler üzerinde kısaca durulabilir.

Özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen eleştirileri iki kanalda değerlendirmek mümkündür. Birinci kanalda, özcü/evrenselci doğrultuda tanımlanmış olan bilimin yapısına ve yöntemine yöneltilen, epistemolojik temelli eleştiriler yer almaktadır. İkinci kanalda ise, birincisiyle koşutluk içerisinde, bilimi tarih ve toplum içerisindeki yeri bakımından ele alan, onu tarihsel ve toplumsal bir ürün, bir insan ürünü olarak değerlendiren ve onun esasen ve öncelikle epistemolojik dayanakları bakımından değil, epistemolojik dayanakları da önceleyen tarihsel/kültürel dayanakları bakımından kavramak gerektiğini ileri süren eleştirilere rastlıyoruz. Nominalist/tekilci bilim anlayışı da esasen, ikinci kanaldaki bu eleştirilerle koşutluk içerisinde gelişimini bulmuştur.

Şimdi, önce özcü/evrenselci bilimin yapısına ve yöntemine nominalist/tekilci açıdan yöneltilen eleştirilere değineyim.

a. Bilimi bilim olmayandan yöntemi ayıramaz. Bakınız, daha bu ilk itirazda, özcü/evrenselci bilim anlayışını içselleştirmiş olanlarda bir yadırgama, hatta red duygusu uyanabilir. Çünkü yeniçağın başından beri bilimi bilim kılan şeyin onun yöntemi olduğu söylenegelmiştir. Bilim gözlem, araştırma, deney gibi empirik yol ve araçlarla, olgusal gerçeklik hakkında bize yöntemli yoldan elde edilmiş bilgiler sağlayan faaliyet olarak sunulmuştur. Oysa şimdi itiraz tam da buna, bilimin can damarına, onun yöntemine ilişkin bir itiraz olarak karşımızda. Bilimi bilim olmayandan yöntemi ayıramaz diyorlar. Niye? Çünkü bu eleştiriyi yöneltenlere göre, bilimsel bilgi hiçbir şekilde tam ve eksiksiz olarak doğrulanabilir bilgi olamaz. Bildiğimiz üzere, özellikle pozitivistlerin, bilimi bilim kılan en önemli ölçütlerden birisi olarak en az yüz elli yıldır savunageldikleri bir ölçüt var: Doğrulama ölçütü. Onlar, “Bilimsel bilgi denetlenebilir, kanıtlanabilir bilgidir” derlerken, aslında kastettikleri şey, bu bilginin doğrulanabilir bilgi olmasıdır. Gerçi 20. yüzyılda Popper, pozitivist doğrulanabilirlik ölçütünü eleştirmiş ve bilginin bilimselliğinin ölçütünü yanlışlanabilirlikte bulmuştu. Ne var ki, tam bir doğrulamanın imkânsızlığı kadar tam bir yanlışlamanın da imkânsızlığı kısa sürede anlaşılmıştı. Ayrıca, hiçbir biliminsanının, “Acaba araştırmalarımın sonuçlarını nasıl yanlışlarım?” sorusuyla çalışmadığı, biliminsanlarının böyle bir psişik duruma büyük ölçüde yabancı oldukları da görülmüştü. Popper “yanlışlama”dan söz ederken reel biliminsanının reel bir faaliyetinden değil, muhayyel bir biliminsanının muhayyel bir faaliyetinden söz etmiş oluyordu. Kısacası, bilimsel bilginin ne tam olarak doğrulanabilir ne de tam olarak yanlışlanabilir olduğu ortaya çıkmıştı. Bu durumda, bizi bilimsel bilgiye ulaştıran yöntemin, bilimsel yöntemin kendisi ve sağladığı bilginin değeri, pek tabii eleştirilecekti.

b. Bilime karşı ikinci kanalda yöneltilen en önemli eleştiri ise biraz önce andığım, birinci kanaldaki eleştirinin bir devamı olarak, şöyle ifade ediliyor: Bilim, yüzyıllardır sanıldığının tersine, olguya tam olarak denk gelen, olguyla tam olarak örtüşen bir bilgi üretemez. Başka bir ifadeyle, olguyu aynen veren, yansıtan bir bilimsel bilgiden söz edilemez. Çünkü gözlemler nötr olamaz. Gözlemler yapan biliminsanı, konusu karşısında nötr bir varlık olarak duramaz. Biliminsanı, gökten zembille inmişçesine, bu demektir ki hiçbir sosyal statü ve rol sahibi olmaksızın, hiçbir kanaat, değer, eğilim, inanç taşımaksızın nesnesine yönelemez. O sadece gözlemleyen ve gözlemlediğini yansıtan basit ve edilgin bir ayna değildir. Biliminsanının duyguları vardır, sevinçleri, acıları, aşkları, nefretleri vardır. O bir toplum içinde yaşamaktadır; sosyal, siyasal, estetik, ahlaksal ideallere, değer yargılarına sahiptir. Ve biliminsanı, nesnesinin karşısına, sahip olduğu bu yönlerin bir totalitesiyle çıkmaktadır. Onun, özcü/evrenselci bilim anlayışı taraftarlarının, özellikle pozitivistlerin ileri sürdükleri gibi, bu totalite içerisinden sadece bir yönü öne çıkararak, yani sadece algılayan, gözlemleyen ve tasarımlayan yönlerini harekete geçirip diğer yönlerini paranteze alarak bilgi elde etmesi mümkün değildir. Çünkü insanın totalitesinde algılar, duygular, değerler vb. bir arada ve birbirine geçmiş haldedir. Çıplak bir algı, her türlü değer yargısından, inançtan ve idealden arınmış bir gözlem mümkün değildir. Özcü/evrenselci bilim anlayışı taraftarlarının “objektiflik” ölçütü olarak sıraladıkları hususlar, yani “değerlerden, inançlardan, duygulardan, çıkarlardan arınmış olarak nesnelerin karşısına çıkma, gözleme ve araştırmaya değer ve duyguları karıştırmama” olarak tanımlanan ölçüt, uygulanamaz olan bir ölçüttür. Hele “objektiflik” ve “nötralite”, insan varoluşuna, yaşamına ait yönler hiç değildirler. İnsan, sosyal ve tarihsel bir varlık olalı beri nesneler karşısında yanlıdır, nesnelere bakış açısı, içinde bulunduğu tarihsel duruma göre değişir. Kültürel koşullanmalar, nesnelere bakış açımızı öncelerler ve bu, “bilgi” denen şeyi bu koşullanmalardaki değişmelere bağlı ve onlara göreli kılar. Bilim, kültürü/tarihi/toplumu öncelemez; kültür/tarih/toplum, bilimi öncelerler.[4 - Kuhn’dan çok önce, 1930’larda, Alman filozof ve kültür tarihçisi Erich Rothacker, felsefe ve bilimde “dogmatik düşünme formları”ndan söz etmiş, bu formların tarihselliğini ve kültürelliğini işaret etmişti (Erich Rothacker, Tarihselcilik Sorunu, çeviren Doğan Özlem, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1995). Ayrıca bkz. Bu kitapta, “Erich Rothacker’de Tarihselcilik”.]

c. Bu eleştirilerin ve saptamaların en önemli sonuçlarından biri şu olmuştur: Özcü/evrenselci bilimin kültürü/tarihi/toplumu önceleyemeyeceği açıkça ortaya çıktığına göre, kültürü/tarihi/toplumu incelemede ve bunlar hakkında bir bilgi edinmede doğabilimlerine modellik etmiş olan özcü/evrenselci bilime ve onun yöntemlerine başvurulamaz. Burada başka bir bilim anlayışına ve modeline ihtiyaç olduğu bellidir. Dilthey’dan beri geliştirilmeye çalışılan bu başka bilim modeli, “tin bilimi” adı altında anılıyor. Dilthey, özcü/evrenselci bilim anlayışına göre kurulmuş olan doğabilimlerinin yapı ve yöntemini taklit ederek kültüre/tarihe/topluma yönelmek isteyen pozitivist yönelimli “sosyal bilimler”i, özellikle Auguste Comte’un “sosyoloji”sini, bu temel noktadan hareketle eleştiriyor ve nominalist/tekilci/rölativist/tarihselci bilim anlayışının en önemli temsilcilerinden birisi oluyordu.

d. Özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen bir önemli eleştiri de şu: Deniyor ki, bilimde evrensel kurallar değil, biliminsanları arasında üzerinde uzlaşılmış, dolayısıyla uzlaşımlar değiştikçe kendileri de değişen, bu demektir ki, tarihsel kalan kurallar vardır. Burada birkaç yön üzerinde duruluyor. I. Bilimde evrensel kurallar ve genelgeçer yöntemlerden söz edilemez. II. Genelgeçer görünen bilimsel kurallar, bu genelgeçerliklerini kendilerinden almış değillerdir. Biliminsanları aralarında anlaşıyorlar, uzlaşmaya varıyorlar ve “Şu şu kurallar geçerli olsun” diyorlar. Tabii bunun için bir araya gelmeleri, ortak karar almaları da gerekmiyor. Bilim kamuoyunu izlemeleri, o sırada geçerli kabul edilen kuralları benimsemeleri, benimser görünmeleri yetiyor. Uzlaşımlar değiştikçe geçerli kuralların değişmesi de bundan. Alman asıllı bir Amerikalı filozof ve bilim tarihçisi Thomas Kuhn, 1960’larda “normal bilim” ve “bilimsel devrim” terimlerini kullanmıştı.[5 - Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, çeviren Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000.] “Normal bilim”, uzun bir süre, belki birkaç yüzyıl bilim kamuoyunda kabul gören, tüm biliminsanları için “paradigma” oluşturan, yaygın bilim anlayışı ve modelidir. Ne var ki, bir normal bilim paradigması, bilim kamuoyunda değişik sesler çıkarmaya başlayan biliminsanları tarafından getirilen eleştirilerle sarsılabiliyor, tamamen yıkılmasa da artık, bilim kamuoyundaki itibarını büyük ölçüde yitiriyor ve yerini bir başka paradigmaya bırakabiliyor. İşte bu, bir “bilimsel devrim” olarak kendini gösteriyor. Artık o andan sonra biliminsanlarının çoğu bu yeni paradigma içinde çalışmaya geçiyorlar. Peki sonra ne oluyor? Yeni bilim paradigması yaygınlaştıkça, taraftar sayısı arttıkça olağanlaşıyor; “normal bilim” haline geliyor. Ve bu, bilim tarihinde böyle sürüp gidiyor, diyor Kuhn. Her bilimsel devrim müstakbel bir normal bilimi potansiyel olarak kendinde taşıyor. O halde, bilimsel kuralları evrensel kılan bir ölçüt yoktur. Veya her tarihsel dönemde evrensel oldukları iddiasıyla ortaya atılan bilimsel kurallar var. Fakat bu kurallar değişip yerlerini başka kurallara bırakabildiklerine göre evrensel olamazlar, tarihsellikleri dolayısıyla evrensel olamazlar. Bilimde hangi kuralların geçerli olacağında uzlaşan biliminsanlarının oluşturduğu grup, bir “epistemik cemaat” olarak karşımıza çıkıyor. Bilimsel kuralları evrenselmiş gibi gösteren, biliminsanları arasındaki uzun süreli uzlaşımlardır. Sürenin uzun (bazen birkaç yüzyıl) olması bunların zamanüstü, tarihüstü gibi görülmelerine yol açıyor ve bu durum normal bilim paradigması çerçevesinde çalışan “epistemik cemaat”in de, bilinçli veya bilinçsiz, pek işine geliyor. Oysa bilimsel kuralları zamanüstü, tarihüstü şeyler gibi görmek bir yanılsamadır. Bu yanılsama, ancak yeterli tarih bilgisi ve en önemlisi, bilim dahil, insan ürünü olan her şeyin tarihsel ve değişebilir olduğunun bilinci, yani “tarih bilinci” ile giderilebilir. Bu noktada yine bir Amerikalı bilim tarihçisi ve filozofun, Feyerabend’in adını anmak gerekir. O, “epistemik cemaat” teriminden daha da acımasız bir terim kullanıyor: “Bilim kilisesi”. Feyerabend’a göre, biliminsanları tıpkı bir dine, bir tarikate mensup kişiler gibi, kendi aralarında, dinsel olmayan kurallarla yönetilen bir kilisenin mensupları olarak, açık veya örtük bir mutabakat içinde çalışıyorlar. Bu bilim kilisesinin vazettiği, ileri sürdüğü, dayattığı kurallara karşı çıkarsanız, aforoz olursunuz. Ama gücünüz yetiyorsa, bilim kilisesinde iktidarı siz ele geçirebilir ve kendi kurallarınızı vazetmeye, dayatmaya başlarsınız. Ta ki başkalarına iktidarı kaptırıncaya kadar.

Özcü/evrenselci bilime karşı yöneltilen eleştirileri daha da çoğaltmak mümkün. Ben belli başlılarını, özellikle özcü/evrenselci bilim anlayışı taraftarlarına çarpıcı geleceğini umduğum eleştirileri andım. Tabii ki, nominalist/tekilci yönü ağır basan bu eleştiriler yumağından çıkan birtakım sonuçlar olacaktır. Buraya kadar söylediklerimin önemli bir kısmının bir toparlaması, özeti olarak da görülebilecek olan bu sonuçları şöylece sıralamak mümkün:

a. Bilimsel bilgi kesin ve hele “objektif” olamaz; bu, bilimin evrensel olamayan yapısı ve yöntemi bakımından olduğu kadar aynı bilimin tarihselliği, bir kültür ortamının ürünü olması bakımından da mümkün değildir.

b. Bilimsel faaliyet artışı bilimsel bilgi artışı ve bilimde ilerleme anlamına gelmez. Artan sadece sosyo-kültürel uzlaşımlar doğrultusunda geliştirilmiş olan hipotezler ve teorilerdir. Bilimde sürekli bir ilerleme olduğu, bilimsel bilginin sürekli arttığı iddiası, tüm parıltılı örneklere rağmen, kanıtlanabilir bir iddia değildir. Hipotez ve teorilerin artması, bilimsel bilgideki artış anlamına gelmez. Buna karşılık, teknikte ve teknolojide büyük bir gelişme olduğu da açıktır. Ne var ki, bilim ile tekniği/teknolojiyi hep bir arada düşünmeye alışık olsak veya buna alıştırılmış bulunsak da bilimin gelişmesi ile tekniğin/teknolojinin gelişmesi arasında birebir bir ilişki olmadığını Heidegger açıkça göstermiştir; öyle ki Heidegger’e göre hatta teknik, bilimden önce zaten vardı ve gelişmesi bilime pek de bağlı değildi; bilimin gelişmesi tekniğin/teknolojinin gelişmesinin zorunlu nedeni hiç değildir.[6 - “Hermeneutiğin Doğuşu”, Hermeneutik ve Tin Bilimleri içinde, çeviren Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2000, ss. 110-111]

Bu eleştirilerden bana göre en önemlisi, bilimin ve bilimsel bilginin sosyal/tarihsel kaynaklı olmasının, bilimin kültürü/tarihi/toplumu değil, kültürün/tarihin/toplumun bilimi öncelediğinin görülmesini sağlayanıdır. Tarih dışı ve kültür üstü bir bilgi ve bilim faaliyeti düşünmek abestir. Oysa buradaki abeslik, ne tuhaftır ki, uzun süre fark edilememiş, tam tersine, pozitivist bir dargörüşlülükle, insanlığın teolojik ve metafizik evrelerden sonra ulaştığı sanılan son evresinde, pozitif evrede, bilimin doğa kadar tarih ve toplumu da tam bir “objektiflik”le inceleyebileceği ileri sürülmüştür. Gerçi “modern bilim”in tarihsel bir evrimin ürünü olduğu pozitivistler tarafından bile kabul edilmiştir. Ne var ki, aynı bilimin insanlığın ulaştığı son evre olan pozitif evrede artık tarih dışı ve kültür üstü bir statüye kavuştuğu şeklindeki pozitivist yanılsama, bilimin yüceltilmesine yol açan bir türlü örtük ideoloji halinde Batı düşüncesini ve bilim dünyasını işgal etmiştir. Oysa artık iyice bilinen husus şudur: Bilimin kendisi, sosyal ortamın dışında, tarihin üstünde değil, tersine, onların içinde ve onların bir ürünü olarak mevcudiyet kazanabilir.

Şimdi, özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen tüm bu eleştiriler, bu anlayış içinde yetişmiş, eğitimlerini almış insanların, “Eyvah! Bilim elden mi gidiyor!” feryadına yol açabilir, bu eleştirileri yöneltenlerin bilim düşmanı oldukları düşünülebilir. Elbette ki bilimin elden gittiği yok ve bu eleştirileri yöneltenler arasında teolojik ve dinsel argümanlara başvurarak bilim düşmanlığı yapanlar azınlığı, bizzat bilimin içinden gelenlerse çoğunluğu oluşturuyor. Bilimin ne’liği, niteliği üzerine özcülük-nominalizm ve evrenselcilik-tekilcilik kutuplaşmaları açısından yeniden düşünmek, bilim hakkında daha açık bir bilinç edinmek, bilim düşmanları için bile bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor.

Üç Biliminsanı ve Üç Bilimsel

Faaliyet Tipi

Bilimin biliminsanından, onun sosyo-kültürel konumundan bağımsız düşünülemeyeceğine değinmiştim. Biliminsanlarının modern bilimin ortaya çıkışından, yani 16. yüzyıldan bu yana geçirmiş oldukları sosyal statü değişikliklerine şöyle bir bakmak, modern bilimin modern çağlara özgü bir tarihsel fenomen olarak niteliğini daha iyi kavramamızı sağlayabilir.

16. yüzyıldan bu yana üç biliminsanı ve buna koşut olarak üç bilimsel faaliyet tipiyle karşılaşıyoruz.