
Полная версия:
Yabancı
Ayıtkulov gerçekten derin bir düşünceye daldı. Bu düşünce onun aklına daha önce de gelmişti. Şimdi bu el ulaşmıyor, vakit dar, başlayacak adam yok. Buna razı olduğunu belirtip, kafasını sallayarak oturdu.
Ülke komite sekreteri gülümsedi.
– Size, İlğuca Giniyetoviç, şehirden gelip öğretiyorum, – dedi samimiyetle. – Bunları siz de biliyorsunuz. Ama başka bir konuyu da hatırlatmam gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği üzere sizin topraklarınızda da petrol incelemesi devam ediyor. Birkaç yerden petrol fışkırdığı malum. Sevindirici bir durum bu, elbette, çok da sevindirici. Ülkeye yakıt gerek. Ama biz kaş yapıyoruz deyip göz çıkarıyoruz bazı zamanlar. Şu petrolü döküp, toprağı telef ediyoruz. E, çok miktarda mazot sinen toprak, kendiniz de düşünüp bakınız, nasıl ürün versin? Bu, toprak öldü demektir.
Batırşin düşündü. Ondan sonra yine devam etti.
– Parti Ülke Komitesi buna çok büyük önem veriyor, İlğuca Giniyetoviç. Petrolcülere saygı gösterirken, bunları da unutmamanızı rica ediyorum. Örnek için uzağa gitmeyelim: Cumhuriyetimizin, petrol çıkan kuzeydeki ilçelerinin birisinde, meselâ, yüz hektara yakın yer telef oldu. Bu meydana eğer ekin ekilseydi, çok ürün alınırdı. Öyle değil mi? Yirmişerden hesaplandığında da iki bin tsentner. İşte bunun için böyle havası, dağları, ırmakları, gölleri olan, tarlalarının, ovalarının kadrini bilen adamların ömrünün geçtiği bugünkü köy, gerçekten özletiyor…
Ülke Komite sekreteri saatine baktı.
– Gecikmiyor muyuz? Hikâye anlatıp bekletmeyelim.
Onlar kalktı. Arabaya binince, İlğuca Giniyetoviç:
– Bu bakımdan düşünülmesi gereken yerler bizde de hâlâ çok – dedi. – Rezervler de var. Çalışmak gerek. Elbette, biz bunun için koyulmuşuz.
– O Nurihanov adlı yiğidin iyi görünüyor, – diyerek tamamen başka bir şey söyledi Hürmet Safiç… – Konuşmasını beğendim…
Bu sözler ile Batırşin ne anlatmak istemiştir, belirsiz kaldı. Onlar kadife kilim gibi yeşil ot kaplı havaalanına geldiler. Uçak bulunan dar patika bir yolun başındaki beyaz kanatlı AN– 2 uçağı, başkent misafirini bekliyordu.
Yedinci Bölüm
Tahta çit boyunca dikkatlice yürüyen Baygildi aniden durdu. Gündüz tam onun baktığı büyük kapı dibinde bir ışık göründü. A! Kim ki o?
Baygildi çitlere sarılarak büyümüş olan kuş kirazı çalılığın yanına geldi ve ağaçların arasına gizlendi. Biraz önce yiğitler ile içtiği içkiden hafifçe başı dönüyordu. Ne kadar rahattı, vücudu gevşedi. Ayakları da kendi kendine yürüyor. O bugün çalışıp çok yorulmasına rağmen, vücudunda, bileklerinde bitmez tükenmez bir gayret hissetti. Bu gönlüne mutluluk hissi veriyor. Dayanamadı, eklemlerini çıtırdatarak avuçlarını yumruk yaptı. O, dikkatlice büyük kapı dibini gözetledi. Ah-ha, bu gölge değil. Gölge dediği insan olup çıktı. İnsanlar bir de değil, iki. Demek, demek…
Baygildi’nin aklına bir şey geldi. “Geç kaldı. Demek, burada ikinci bir kişi aranıp yürüyor…” O içinden de Taştimir’e kızdı, köpek yerine koyup küfretti. Gündüz radyatör contalarını değiştireceğim diyerek Keleşküzi pınarına gitti ve battı. Uçtu, gözden kayboldu. Bir sefer daha yapmasına yaptı o fakat, burada geceleyip, geç kaldı. Baygildi nasıl dağlı taşlı yoldan elli kilometre vinci getirsin. Gece devrilebilir de. İyi ki Taştimir bindirdi arabasına, ha diyene kadar Tavlıkay’a dönüp indiler bile. En mühimi de o yetişti! Baygildi rahatladı, mutlulukla, pantolon cebinde şişkin görünen şişeyi değer vererek okşadı.
Ne yapmalı? O ikisi hâlâ duruyor. Ay ışığında kavga ettikleri görünüyor. Yiğidi kimmiş? E, köpeğe kemik bulunmaz mı yani. Gelmiş şimdi ardından. Onların PMK’sından değildir ya? Kime benziyor? Yok, Baygildi kendi bölümünün adamlarını tanıyor. Bu, yabancı birine benziyor. Galiba, Tavlıkay’ın içinden. Kapmış Bibi-nur, dahası, kendi de tartışıyor adamları inandırmak için.
Baygildi içinden de en kötü sözlerle Bibinur’a küfretti. “Kancık!… diye fısıldadı kendi kendine. Kancığın ta kendisi… Onun için nedir ki, sokağa çıkıp, kuyruğunu sallasın sadece, hemen ağzının suyunu akıtanlar bulunur…”
O yumruğunu sıktı. Şimdi kapı dibinde dolaşan insanı ezip atmak istiyor. Öfkesi kabardı, gözlerini kan bürüdü. Artık gizlendiği yerden çıkmak istiyordu, birden zorla olsa da kendini tuttu. Bibinur adamı iyice itti. Bu yaptığı Baygildi’nin hoşuna gitti. Kalbi rahatça çarpmaya başladı. Demek onu beklemiş… Onun geleceğini bilmiş. Söylemişti ya, vaadini tutmuştu.
Baygildi dünkü görüntüyü gözünün önüne getirdi biraz. Yüzşişme’ye gidince iş aldı ve sigarasının bittiğini hatırlayıp, vinç makinesini yemekhane vagonunun karşısında durdurdu. Yemekhanenin küçük bir büfesi var. Bugüne kadar gerekliydi orada, tabi burada yiyip içip geziyorsun. Onların bölgesindeki 40-50 kişiye bu yemekhane ile o tavuk kümesi büyüklüğündeki büfe fazlasıyla yeterli.
Her indiğinde büfeden sigara almadan gitmez. Bu Bibinur çalışıyor orada. Üstelik gezici kütüphane müdiresi de sayılır. Kısacası, iki işte çalışıyor Bibinur. Boyu posu çok güzel çünkü. Gözü başı oynayıp duruyor. Etrafında bir yönetici dolaşıyor dendiğini işitmişti Baygildi. Yöneticilerden de hangisi, usta başı Gendelipov. Böyle orta yaşlı birisi Gendelip; Baygildi hatta onun adını da bilmiyor. Ama onu kızdırmak iyi değil. Bu, cep ile doğrudan doğruya ilişkili. Şef Efletunov çalışma listesi yazıyor, usta başı bu listeleri “kapatıyor” yani imzalayıp doğruluyor. Gendelipov hangi listeleri gönderirse yukarıya, bölge şefi yani o bölgenin amiri, onu değiştirmiyor. Başkan çok saygın, sözü geçer…
İşte bu Gendelipov değil mi ya? Çalılıkta saklanan Baygildi biraz korktu. Başkan aksidir sadece; hem vücudu heybetli hem de görmüş geçirmiş birine benziyor. Baygildi’nin onunla birlikte içki içip oturduğu da oldu. Öyle, ona kötü bakmaz başkan, her karşılaştığında omzuna dostça vurup, ağır elini koyar.
– Nasılsın, ahiret, – diyor öyle zamanlarda. Tuhaf biri Gen-delip. Erkeklere “ahiret” diye seslenir. Ondan, onun ismini unutup “ahiret” diye bahsederler kendisi yokken. Efletunov’un söylediğine göre, “ahiret” bir süre yatıp da çıkmış galiba. Bir keresinde, Aknögöş’te suda yüzmek için anadan doğma soyununca hayran kaldı Baygildi. Onun tenine iğne batırılarak tuhaf bir şeyler yapılmış. Böyle zamanlarda Ahiret’e insan olarak değil, tablo olarak yavaşça bakmak gerekir. E, o ağır hareket eden biri değil, kızgın, sabırsız. Bunun için onların bölgesindeki bütün adamlar, ona saygı gösterir, dinler, verdiği işleri hep yerine getirir. E, bölge amirliği için böyle bir başkan altın gibi kıymetli. İstediğin yerden topladığın yüz babanın çocuğunu sakinleştirmeye çalış bakalım.
İşte bu Gendelip’i, Aknögöş boyunda soyundurup, uzun uzun “tabloyu” gözden geçirme bahtına da ulaştı Baygildi. Onunla beraber daha birkaç kişi de vardı. Elbette, gözleri güzel olduğu için Ahiret onlara poz vermedi, önce Baygildi bir yarımlık alıp döndü.
Akılları çıktı onların bu anda. Ustaca yapılmış “tablo”. Sağ göğsü ile sağ bacağına bütün vücudu çıplak olan bir adamın resmi yapılmış, karşı tarafında da böyle kadınlar kızlar. Birbirlerine sarılarak duruyor gibiler. Garipliği şurada: Ahiret’i kendinden yirmi metre uzağa kov ve sana karşı yürüyüp gelmesini iste. İşte bu an gülmekten için katılır, yıkılırsın yani. Adamla kadın öpüşüyor, o… söyleyip de anlatılacak gibi değil. O zaman rica edip tekrar bakmışlardı da, Gendelip’i sakinleştiremediler. Eğlence tamamlanmıştı. Bu şansa herkesin ulaşamadığını akllarında tutup, razı olup dağıldı Baygildiler.
– Beni işten kovsalar, müzeye numune olarak alacaklar – diye gülmüştü Ahiret. – Sanat eseri…
E, nasıl, nerede, kimin bu “sanat eseri”ni icat ettiğini söylettiremediler.
– Seans uzun sürdü, – diyerek sadece el salladı. – Bahsetmiştik…
Ama, şansa bak, kapı dibinde dolaşan, Gendelip’e benzemiyordu. Tabi, usta başı ile o, bültirik tekesi gibi, kapı tahtasını düzlemeye çalışmaz. Bir yerde ailesi de var diyorlar onun, e, kim bilir.
Bibinur daireye yerleşmişti. Adamlar seyyar vagonlarda yaşıyor, e işte bölgedeki kadınlar kızlar böyle dağılıp bitti. Galiba, ev onlara daha tanıdık.
Şu anda kapı dibinde duranın Gendelip olmadığını anlayınca, Baygildi sevinmeye başladı. Sevinilmeyecek gibi de değil bu: Dün yola çıkmadan önce koşup büfeye indi. Bibinur yerinde yok.
– Kızıl köşede dediler, aşçı kadınlar, dün kitapları bırakıp gitmişler.
– Sigara yok mu…
– Bilmem, kendine sor.
Tavlıkay mağazalarında iyi sigaranın bittiği zamanlar. E, Bibinur Baygildi’yi kendince yakın görüp her gelişinde alttan iyisini alıp veriyor. “Ustanınkinden pay çıkarıyor.” diye düşünmüştü hatta.
Dün böyle düşünmedi, koştu kızıl köşenin bulunduğu vagona. O koşuyor, onun kulağı dibinde şef Efletunov’un sözleri yankılanıyor:
– Ne oldu ki, Gendelip büfeye inmemeye başladı? Uyuma!
Nefes nefese geldiği için, Bibinur şaşırıp kaldı. Galiba onun geldiğini de duymamış. Eteğini bacaklarının sonuna kadar sıyırmıştı ve bir ayağına yeni naylon çorabını giymeye çalışıyordu. Baygildi’nin gözleri dört açıldı. Bu kadar güzel bir kadın ayağını o zamana kadar yaşayıp da görmemiştir. Yiğit dilsiz oldu hatta arkaya doğru biraz geri yürüdü; diğeri, Bibinur, mavi gözlerini kocaman açtı, biraz irkilip, tam o anda dolgun pembe dudaklarıyla gülümseyerek, eteğini indirmeyi de unutup değişmeyen bir ifadeyle ayakta duruyor. O bu dakikada aklı baştan alacak kadar güzeldi. Kıvırcık saçları, bembeyaz boynuna sarılan yumuşak sarı saçları, imrendirici dudakları, nefis çenesi, yarı açık dik göğüsleri delikanlıyı, kendi söylediği gibi, çok görmüş olmasına rağmen esir etmişti. Boyu posu da put gibi idi Bibinur’un.
Ama duygularını sezdirmek istemedi Baygildi. Öyle alışmamıştı. Tersine kaba davrandı.
– Allah’ım ne kadar güzel bir hatun!
“Hatun” sözünü duyunca Bibinur utanmasızca gülümseyip:
– Hatun değil, dedi, geniş baldırlarını gün ışığında parlatıp… Böyle ayaklar hangi hatunda olsun?
Baygildi cevap vermedi:
– Tartışmıyorum. Ama hepinizde de aynı.
– Yanılıyorsun, genç adam! – Bibinur’un bakışları çok nazlandı, sesi de değişti. Onun bu ustalığına hayran kalan delikanlı:
– Yanılmasam, kendimi şanslı sayardım, – dedi ve güzel kızın gözlerine baktı. Diğeri bakışlarını kaçırmadı. Onun gözlerinin dipsiz maviliğinde, gönlü kudurtacak hadsiz hudutsuz kıvılcımlar oynaşıyordu.
– E, sen… – Bibinur eteğini daha yeni indirdi, kenara çekildi. Yani gör, işte benim boyum posum der gibiydi. Yine her heceye vurgu yaparak tekrarladı. – E, sen şans-lı ol!… Sana kim karışır?… – Bu sözler ile o rahatlayıp, başını arkaya atarak yumuşak saç tutamlarını dans ettire ettire daha garip bir sesle kahkaha attı.
“Bana gülüyor, kancık diye düşündü Baygildi. Sırtı yere geldiği hâlde gülüyor. Bakıp göreceğiz…” Baygildi çok heyecanlandığında kendi memleketi Dim boyu konuşmasına geçer:
– Sin ne kadar? – diyerek aniden Bibinur’a doğru yürüdü o. –Tadına baksak çok iyi olur bu çileğin.
– Tadına bakmak istediğinin, senin için değerli olduğunu da aklından çıkarma delikanlı!…
Lakin Baygildi’ye bir şeyler oldu. O sözünü daha söyleyip bitirmeden Bibinur’u sarıp kucakladı ve ona nefes almaya fırsat vermeden, yarı açık ağzından açgözlüce öpmeye başladı. Öptükçe hayret etti delikanlı. Böyle bir hisse hiç kapılmamıştı. Tekrar yeltendi. Ama o ana kadar sadece göstermelik olarak karşılık vermeye çalışan Bibinur, delikanlının dudaklarını acıtacak kadar ısırdı ve gülümseyerek dışarıya iterek gönderdi. O, bir şey demedi, bluzunun düğmelerini geri ilikledi ve iki elini göğüslerinin üstüne kavuşturup, kibirli bir duruşla Baygildi’ye bakmaya başladı.
“Cindir bu diye düşündü yiğit, ısırılan dudaklarını ovup. Ah albastı…” Ama üzülmüyordu. O an kendine geldi. O zamana kadar yaşamış ama böyle bir şaşkınlığın mümkün olabileceğini öğrenmemiş. Özellikle kaba konuştu.
– Tatlı! Gerçekten de tatlı… Böyle dediklerini duymuştum.
Böyle deyince, kulağının dibinden ağır bir kitap vıj diye geçti. Şansından Baygildi’nin alnına değmedi. Sır vermedi delikanlı, o “albastı”ya doğru baktı:
– Ben bu gece gerçekten de şanslı olmak istiyorum, bekle!… – dedi o kaba bir sesle. Ve kapıya gitti. Ama, aşağı inince yine arkasına döndü, Bibinur ilk görüşündeki tüm güzelliğiyle gülümsüyordu. El salladı delikanlı:
– Ben gerçeği söyledim!
O da ona belli belirsiz bir şekilde kirpiklerini kırpar gibi yaptı.
İşte böyle, sigara almayı da unutup çıkıp gitmişti dün bölge arazilerinden.
…Tatlı düşüncelerinden arınıp, Baygildi kapı dibinde kucaklaşan iki kişinin yanına gitti. Bu belirsiz erkeğe karşı delikanlının yüreğinde bitmez tükenmez bir nefret uyanmıştı.
– Vay, albastı!… – diyerek dişlerini gıcırdattı o.
Yakınlarına gelen adamı görünce o ikisi hemen birbirlerinden ayrıldı. “Çelimsizmiş de, deyip düşüncelerini değiştirdi Baygildi… Şimdi görmediğini göstermek gerek… Belki diğerinin de yumuşak yerine vurmak gerekir. Böyle bir zamanda kadınlar kızlar canını çıkarıp verecek gibi olur…
Çelimsiz yiğit yumruğunu sıkıp gelene doğru yürüdü. Lakin onu Baygildi gelir gelmez tutup yakasından çekiştirmişti.
– Niye burada geziniyorsun?
O iyice kaldırıp sarstı kurbanını. Vay bu tam bir yeni yetmeymiş ya.
– Sin kimsin? – diye fısıldadı Baygildi. Genç delikanlı sarsılmıştı. Bundan dolayı da bir şey söylemedi.
“Vay, albastı!… Bulmuş bir adam, çoluğu çocuğu da azdırıyor, kancık…”
Ay bulutların arasından birden çıktı ve kapı dibini aydınlattı. Orada tamamen farklı, saç örükleri beline kadar inen yabancı bir kızcağız bakıyordu. Çok korkmuş o.
– Sin… kime geldin? – Bunu şimdi boşu boşuna sordu Baygildi, yanıldığı için utanarak.
– Elfiye’ye… – diye yavaş yavaş söyleyebildi küçük delikanlı. Bundan sonra, Elfiyesi kendine gelince onların yanına fırladı.
– Niye dokunuyorsunuz ona? Onun ne suçu var? – Genç kız ağlamaya başladı. Üzüldü bu ikisi.
– Affedersiniz, af!… Yanılmışım…
Elfiye hiç beklemedi.
– Siz yanılmışsınız. Onun ne suçu var? Rüstem’i yarın orduya götürüyorlar…
Keyfi kaçtı Baygildi’nin. Dışarıya bakıp dişlerinin arasından küfretti ve nazik olmaya gayret ederek, Rüstem’e seslendi:
– Gerçekten mi, birader?
Rüstem kanat çırpan küçük bir horoz gibi, omuzlarını gerip, giysilerini düzeltti:
– Yarın saat onda gönderiyorlar, ağabey.
Baygildi onu omuzlarından tutup, kendine çekti.
– Sen beni… şey.. Kötü olarak hatırlama yani… Ordu benim de hatırıma geldi. Ayrılmak zor. Ondan sonra sakinleşen Elfiye’ye baktı.
– E, siz… – kızcağız kekeledi. Sessizce güldü. Beni bizim dairede yaşayan Bibinur Abla’yla karıştırdınız, galiba… Öyle mi ağabey? Onun yanına böyle geç gelmiyorlar… Gelseler de arabayla…
Üçü de rahatladı.
– Tamam, bacım, sen bu durumu ablana söyleme şimdi, Baygildi niye geldim diye hayıflanmaya başladı gibi. Cebindeki şişeye şak diye vurdu ve Rüstem’e seslendi: Sen, kardeşim, istediğin kadar yavaş vedalaş!…
Onlar kesik kesik gülüştüler. Baygildi, kendine bir yer bulamamış gibi, durduğu yerde biraz tepindi ve başka yere gitti.
Sekizinci Bölüm
Yüzşişme köyü Aknögöş vadisinde bulunmasına rağmen, onun uzun üç sokağı da birbirleriyle aynı paralelde, uzunlukları da eşit. Ama köy hâlâ büyümeye, genişlemeye devam ediyor. Ayrıca gençler, askerden dönünce, baş göz olduktan sonra, kendine ev yapıp, ana babasından başka bir yere çıkmayı tercih ediyor. Ama yer meselesi gittikçe zorlaşıyor. Üç sokak da artık uzatılacak gibi değil, bir taraftan dik kayaya gidip dayanıyor, diğer uçta da kolhozun at haraları, çiftlik ağılları, kilerleri umumiyetle çiftliğin araç gereçleri duruyor. Köyün demirliği, değirmeni de burada hatta. Bunları kaldırıp, yeni evlerin yapılacak olması büyüklerin hoşuna gitmedi. İşte böyle kendi kendine dördüncü sokak oluştu. Kolhoz Sokağı. Halk isim koymakta usta tabi. En başta idare binası durduğu için, böyle adlandırdılar.
Gerçi, Kolhoz Sokağı diğer üçünden de daha büyük. Oradaki bütün binalar da, aşağıdakilere görünüyor. Kim dönüyor, kim gidiyor, gizlenecek gibi değil. E, Kolhoz Sokağı’ndakilere, tam tersi, aşağıdakiler avuç içinde gibi yayılmış. Kısacası iki taraf da aslında uygun değil.
Kolhoz Sokağı’nda idare binasından başka yeni bir okul da yapıldı, sağlık ocağı, mağaza, köy şûrası da burada. Kısacası alttaki sokaklar, çok olmasına rağmen pek çok işlerini halletmek için bu Kolhoz Sokağı’na çıkıyorlar. Ama onların da gururlanacak şeyleri yok değil. Kolhozun güzel kültür merkezi, kütüphanesi üç sokağın tam ortasında bulunuyor. Geceleri, bayram günleri hatta gündüzleri de halk burada toplanıyor. Aşağıdakilerin ayrıca övünecekleri bir şey daha var, o da, suyunu bütün köyün beğenerek içtiği Keleşküzi pınarı. Pınar aşağıda, Aknögöş’ü boylayıp ters yöne gitmeleri gerek. Kolhoz Sokağı’ndakiler genelde, pınar uzak olduğu için, kuyu suyu içiyorlar. Erinmeyenler yürüyor elbette.
Kolhoz Sokağı’nın en yüksek yerinde, Nurihanov’un evi. O büyük, geniş yapılmış. Ondan sonra şehirdeki okulun müdürü yer almış, parti komitesi sekreteri Kutlubayev’in evi. Ondan sonra mağaza müdürününki. Hatta başkanın şoförü olan delikanlı Zöfer’e de yer ayrılmış. Mağaza müdürünün yanına, traktörle sürükleyerek, ağaç getirip bırakmış. Yontup hazırlamak gerek. İşte bu Zöfer’den başlıyor gençler sokağı. Zöfer’e kadar Kolhoz Sokağı tek taraflı, başkanların karşısında oturan yok. Sonrasında, güzel evler iki taraflı dizilip gidiyor.
Zöfer boş vaktinde işte bu kendine ayrılmış olan yere gelerek arabasını durdurup, içinden de planlar yapıp, ağaçlarına bakıyor. Yerini de enine boyuna kaç kez adımlayıp ölçmüştür. Hatta daha yakına giden biri ev için belirlenen yere kısa direkler çakıldığını da fark eder. Ancak, bu Gilman Ağabey’i yani. Bırakmıyor ki. Haydi, ben çalışırken baş göz edeyim, sen benim öz kardeşim gibisin, diyor.
Zöfer patronunu ilçe merkezinden alıp dönünce onu idare karşısında indirdi ve buraya gelmek için acele etti. Arabası kaldı. Gilman Ağabey’i şuna alışmış: Zöfer gerekli olduğu zaman çıkıyor ve sinyal veriyor. E, şimdi Zöfer böyle bir zamanda ortadan kaybolamaz. Hemen gelip yetişir. Çok dikkatli bir kulak o. Bir gün de şöyle; tekeri değiştirirken anahtar sıkışıp baş parmağını sıyırdı. Sardırayım diye sağlık ocağına girdi. Hemşire kızcağız ilgileniyor; parmağını alkol ile mazottan temizleyip tentürdiyotla silmeye başlamıştı ki, arabanın kornası duyuldu. Bir uzun korna, sonraki çok kısa… Hemşireyi şaşırtarak, onun bantla bağlamasını da beklemeden çıkıp gitti Zöfer.
– Hey, sabırsız, dalkavuk!… – diye haykırdı hemşire. Haydi birileri için o dalkavuk olsun, lakin Gilman Ağabey’i onu işte böyle hızlı, zeki, verilen işi tam yerine getirmeyi bildiği için beğeniyor. Zöfer öğrenmişti. Eğer iş acil olmasa, Gilman Ağabey’i uzun olarak bir kez kornaya basıyor, dizgini daha kısa tutması gerekse iki uzun korna. Bu uzun kornaya kısası eklense – alarm! Göz açıp kapayıncaya kadar gelip yetişmek gerek.
Başkanın huyunu, kabul odasında sadece birkaç aydır çalışmakta olan Nefise de öğrenmişti. Onun zekiliğine pek çok kez Zöfer de hayret ediyor. Galiba, başkanlara sekreter olmak için özel siparişle mi doğmuş ne. Üstü başı, boyu posu, konuşması, gelen kişiyle kendine çekebilmesi! Vay vay, Gilman Ağabey’i bu özellikleri de önceden görebiliyor. Böyle güzele karşı söz de söyleyemiyordur giren kişi. Daha önce başkanlar kapı önüne dana büyüklüğünde it tutmuş. Patronu izin vermezse, o, uzattığı ön ayaklarının üzerine başını koyup odada ne olduğunu gözetleyerek yatar sadece. Onun bütün işi bu yatma. Çünkü herkes, gerektiği anda itin ite dönüşeceğini iyi biliyor. Bunun için itle de, patronuyla da dalaşmayı gereksiz görüyor. Galiba bu moda geçmiş, eskimiş. Zamaneler değişiyor işte. Şimdiki başkanlar kabul odalarında böyle güzel hanımları oturtuyor, hatta bir kötülük düşünüp, değil ağzını açmayı, gözlerini kaldırıp bakmayı bile uygun bulmuyorsun bazen. Patronunu gezdirirken böylelerini ilçe merkezinde de gördü o.
Zöfer işte bu Nefise’ye bakmaya çalışıyor. Kimse görmediğinde şaka yapsa, diğeri:
– Nu pryam, bu Zöfer’i, – diyor, güzelce gülümseyip. – Çok takılırsan Gilman Semirhanoviç’e söyleyiveririm…
Korkuyor Zöfer. Söyleyivermesin de. O anda bitti demektir bu. Gilman Ağabey’inin keyifsiz bir anına rast gelsen, hiç de ucuz kurtulamaz. Öğrenirse kovar, çıkarır işten. E, şimdi onun yerini almaya atılıp duran delikanlılar barajı kapatacak kadar. Gilman Ağabey’inin ilçe çevresindeki saygısı akıl almayacak kadar büyük. Nereye gitseler, onları kucak açıp karşılarlar. Patronun değerli olunca şoförüne de bulaşıyor, yani hürmet dedikleri. Başka başkanların şoförleri ona gıpta ederek bakıyor.
– İşte, Nurihanov’un şoförü…
– Evet, Zöfer mi adı da?
– Arabanın yine iyisini almışlar.
Böyle konuşmaları çok duyuyor Zöfer. Bunun için de arabalarını yenisiyle değiştiriyorlar. Eski UAZ iki yıl bile çalışmadı, onu Kutlubayev’e verdi Gilman Ağabey’i. Kendine de daha iyisini, yenisini aldırdı. Bir zamanlar Zöfer’e bu araba için belgeleri devrederken soru sordular:
– Niye patronun yeniden yeniye geçiyor, nefsi doymuyor?
Zöfer düşünmeden:
– Bizimki çabuk bozuluyor, biz ekin tarlasına, sürülen yere çok gidiyoruz, – diye cevapladı. – Başkaları gibi sadece köyün ucundaki çiftliğe de gitmiyoruz. Bütün ilçeyi doyuruyor Nurihanov…
Bu haber bir gün Gilman Ağabey’ine de ulaşmış. Rahatlayıp sevinip gülmüş o. Elbette Zöfer’in doğruluğundan kıvanç duymuş tabi. Şimdi ev yapsa, tuğlasını da, sacını da, camını da bulup vermeye hazır. Böyle olunca korkma bakalım Nefise’nin sözlerinden. Bunu kız kendisi de iyi biliyor. Bunun için de rahat rahat gülebiliyor o. Çoğu zaman onu türlü işler dolayısıyla gezdirmek de denk geliyor. Böyle zamanlarda kız çok alışıyor, Zöfer’i yakın görüyor. Bu yakınlığın yalnızca dış görünüş olduğunu da iyi biliyor Zöfer. Çünkü onların ikisi de aynı kişiye hizmet ediyor. Sırları ortak, yaptıkları işler, söyledikleri sözler, hatta sevinçleri de… Bir de şöyle; Gilman Ağabey’i, Nefise’yi ilçe merkezine, annesinin, babasının yanına gidip dönmesi için gönderdi onu. Uzun yol onları yakınlaştırır gibi de olmuştu, çünkü Zöfer daha saf, yoksa o mu böyle hissetti. Bir durduklarında imkân bulup şaka yaparak belinden kucaklamıştı, şak – onun yanağına! Sonra özür de dileyemedi. “Nu pryam” diye o kadar sert söyledi ki, onlar geri dönerlerken konuşmadılar. İşte böyle ağzı yandı onun. Bir taraftan iyi de oldu. Yoksa başka şeyler çıkacaktı. Beladan uzak dur.
Gilman Ağabey’i güzel kadınların kızların kıymetini biliyor. Nefise onların arasında, Zöfer’in düşüncesine göre, en ön sırada yer alıyor. Genç o, güzel…
İkisi arasında bu konuya yakın haberler çıkınca Gilman Ağabey’i her zaman tek bir söz söylemeyi seviyor:
– Ostrovskiy ne demiş, kardeşim? Ömür kişiye bir kez verilir, pişman olunmasın değil mi? – Kalanını genelde hatırlayamaz, manalı bir şekilde göz kırpar.
Bugün patronunun keyfi çok iyiydi. Oyun mu yani, nişan kadar nişan takıp dönsün de. Onların ilçesinde başka hangi kolhoz başkanının nişan almışlığı var? Yok ki. Sadece birisi. O ise Nurihanov. Şöhretli kişi şimdi. Babası kahraman; kendisi nişan sahibi.
Bu keyifli anında:
– Kardeşim ürün toplamaya başlayıncaya kadar evini yapalım – dedi. – Ustalarla kendim konuşurum. Para bakımından ne durumdasın ki?
– Daha az. Ana baba da yaşlı.
– Kaygılanma, kredi alırsın. Veririm. Taksitle ödeniyor o. Biraz yardım da ayarlarım. İnşa malzemesini hükümet hakkıyla ayarlamak mümkün. Savaş gazisi diyerek, babana yazdırırız. Gelin bulmak gerek…
Böyle dedi başkan. Zöfer ev yerini yine gözden geçirdi. Arkasından enini boyunu kat kat ölçtü, kısa direkleri taşıyıp, tekrar tekrar baktı. O geziyor, onun kulağının dibinde Gilman Ağabey’inin:
– Gelin bulmak gerek… sözleri yankılanıyor.
Son zamanlarda bunun hakkında çok sık düşünmeye başladı o. Ne desen de ömür geçiyor. Askerden döneli de çok oldu. Ancak hâlâ kız seçtiği yok. Köydeki kızları gözünün önünden geçiriyor ama yine Nefise’ye gelip takılıyor. Bu düşünceden kendi de korkuyor Zöfer. Çabucak düşüncelerini dışarı kovuyor. Dahası şehir kızı. Köy delikanlısını denk görür mü diyorsun yani? Ne yaparsan yap: “Nu pryam…” deyip duruyor. Böyle düşünüyor bu konuda Zöfer.
Aniden onun düşüncelerini bölüp, idare binası tarafından bir uzun bir kısa korna çaldı. Küreğini, baltasını da gizlemeyi unutup, ağaç arasına bıraktı ve arabasının yanına koştu.
Gelse, kurnazca gülümseyerek, onun yerinde Nefise oturuyor.
– Nu pryam… korkuttum!… – deyip sırıtarak gülüyor o.
Zöfer öfkelenecek gibi oldu.
– Niye dalga geçiyorsun? Ben… “senin gibi” demek istemişti ama durdu kaldı. – Dalga geçerek gezmiyorum ki!
Öbürü hiç şaşırmadı.
– Ya Zöfer, böyle bir şeyler söyler!… – diye gözlerini oynatıp gülümsedi, direksiyon çevirerek. Ona her tavır da yakışıyor yani. – Git, bir ayağın burada, ikincisi orada!