
Полная версия:
Yusufçuklar Oldu Mu
Taner bir süre dolandı durdu. Çeşitli işlere girdi. Bir gün ansızın İngiltere’ye gideceğini söyledi. Çok geçmeden de gitti. Yıllarca oradan oraya gitti; değişik işlerde çalıştı. Sonunda kendi işini kurdu. “Şimdi iyidir çok şükür!”
Bu işlerden en çok rahmetli etkilendi. Buraya geldikten sonra hayır yüzü görmedi. Hastalıklar peşini bırakmadı. Üzüntüler kendisini perişan etti. İki yıl önce bir gün eşdeğer kâğıtları geldi. Güneyde bıraktıkları kocaman eve, dükkâna, harnıplıklara, zeytinliklere, tarlalara, bademliğe, bağa biçilen değer, oturdukları evi karşılamıyordu bile.
Malvarlığının çoğunu alınteriyle kazanan, toprak delisi rahmetli, bu darbeye dayanamadı. Yüreğine indi ve gitti.
“Allah rahmet eylesin” diye mırıldandı iç çekerek Faize. “Toprağı bol olsun!” Tam 42 yıl birlikte yaşamışlar, bir yastığa baş koymuşlardı.
Faize, o zamandan beri bu koca evde tek başına yaşıyordu.
III
Kemal, ter içinde uyandı. Kalkıp yatağın kenarına oturdu. Saatine baktı, on sekize geliyordu. “Epeyce uyumuşum” diye düşündü. Huzursuz, karabasan dolu bir uykuydu.
Bir süre ne yapacağını bilemedi. Sabahki olayları anımsadı. Dertleşecek, içini boşaltacak bir dosta öyle gereksinimi vardı ki! Murat’la Burhan’ı düşündü. İkisi de liseden beri candan arkadaşlarıydı. Son zamanlarda pek görüşemiyorlardı. Yine de birbirlerini çok severlerdi. Murat, Lefkoşa’ya her gelişinde ona uğrardı. Burhan pek uğramazdı. Niçin uğramadığını bilirdi. Karşıt partilerden birinde milletvekili idi. Kendisine zarar verir diye düşünüyordu.
“Onları bulabilir miyim acaba” diye içinden geçirdi. Evlerine gitmek istemiyordu. Bu saatlerde nerede olabileceklerini düşündü. “Kulübe uğrayayım. Burhan’ı değilse bile Murat’ı orda bulurum belki” diye karar verdi.
Odasından çıkıp merdiven başından annesine seslendi: “Anne, depoda su var mı? Şöyle bir dökünmek isterim.”
Annesinin bamteline basmıştı: “Ah oğlum! Bu sudan ne çekiyoruz bilsen. Üç dört günde birkaç teneke suyu zar zor alabiliyoruz. Onu da tankerle dağıtıyorlar. Şanslısın, dün dört teneke aldım. Depoya çeşmeden damla su akmaz. Hele yukarıdaki depo su görmeyeli yıllar oldu. Mehmet, geçenlerde bir su motoru getirip taktırdı. Ama çekecek su yok. Onun için duşu kullanamazsın.”
Faize bunları söyleye söyleye merdiveni çıktı.
Kemal banyoya doğru yürüdü. Yürürken aklına geldi. Temiz iç çamaşırları yoktu. “Ne yapalım, yeniden üstümdekileri giyerim. Giydiğimden başka elbise de yok.”
Annesi havluyu alıp geldi. “Senin temiz çamaşırın, elbisen de yok. Ne yapacaksın? Rahmetli babana ait her şeyi dağıttım. Dağıtmasam işe yarardı şimdi.”
“Zararı yok anne. Yarın Lefkoşa’ya gider alırım. Bugünlük üstümdekilerle idare ederim.”
Faize, oğluna acıyan, kaygı dolu gözlerle baktı. Başını salladı. Kemal’e havluyu uzattı ve yine aşağıya indi. “Demek ki iş sandığımdan da ciddi. Yarın Lefkoşa’ya gidip burada kalacak biçimde öteberisini alacağına göre! Kardeşlerinin haberi var mı ki? Yok herhalde! Olsaydı ağabeylerini yalnız bırakmazlardı. Şu telefon olsaydı ne iyi olurdu. Onlarla konuşurdum. Bir türlü takmadılar gitti.”
Yemeğe bakmaya gitti. Akşam yemeği için oğlunun çok sevdiği molihiya pişiriyordu. Evde biraz et vardı bereket. Yanına elle kesilmiş şehirge de yapacaktı. Şehirgenin suyuna bir parça tavuk suyu da attı mı, tadına doyum olmazdı.
Faize, çocuklarının sevdiği yiyecekleri genellikle hazır bulundurur, geldiklerinde onlara bu sevdikleri yiyeceklerden pişirirdi. Rendelenmiş, bol hellimli, el şehirgesini bütün çocukları severdi. Bu bakımdan onu her zaman yapar ve hazır bulundururdu. Bir de el makarnasını çok severdi çocuklar; ama onu yapmak daha zordu. Bu bakımdan sık sık yapamazdı. Arada bir ve de özellikle yılbaşında yapardı. Yılbaşında ayrıca pilavuna ile golifa da yapardı.
Tencerede pişen molihiyanın tadına baktı. Daha pişmemişti “Amma da çok zaman ister pişmek için bu mübarek” diye söylendi.
* * *Kemal, kulübe giderken sıkıntılı idi. Görevden alınma işi duyulmuşsa ne yanıt vereceğini düşünüyordu.
Annesinden zor kurtulmuştu. İlle yemek yemesini istiyordu. En sevdiği şeyleri yapmıştı. “Sonra anne, geldiğimde yerim” diyerek evden çıktığında annesinin çok üzüldüğünü biliyordu.
Kulüp lokali, annesinin evinden pek uzak değildi. Birkaç dakikada oraya vardı. Arabasını park edip içeri doğru yürüdü. Ev olarak yapılmış, tek katlı, geniş bir bina idi. Oldukça kalabalıktı. Herkes bahçede oturuyordu. Kemal gözünü çevrede gezdirdi. Murat’ı göremedi, Burhan’ı bulacağını zaten pek ümit etmiyordu. İçeriye doğru yürüdü. Kendisini gören bir kısım kamu görevlisi ayağa kalktı. Onu buyur ettiler. Kemal, yanlarına oturdu. Kahveciyi çağırdılar.
“Sade bir kahve” dedi Kemal.
Bir taraftan da ne yapacağını, ne diyeceğini düşünüyordu. Yanlarına oturduğu kamu görevlileri, eğer bir spor olayını konuşmuyorlarsa, -ki sporun ölü dönemi olduğuna göre bu pek olası değildi- hayat pahalılığından, kamu görevlilerinin düşük maaşlarından, baremiçi artışlardan, yüksek vergilerden, susuzluktan ve benzer konulardan konuşuyor olmalıydılar. Kendisinden de düşüncelerini açıklamasını isteyeceklerdi. Oysaki kendisi buna hiç hazır değildi, bu konuları konuşmak istemiyordu.
Kahveci kahvesini getirdi. Sigarasını yaktı. Önce birkaç yudum su içti. Arkasından fincanı ağzına götürüp kahveden ilk yudumu alırken Murat’ın sesini duydu:
“Vay Kemal! Neredesin yahu? Hangi yel attı seni buralara? Seni görmeyeli aylar oldu.”
Murat’la sarıldılar. Kemal’in uzunca boyuna karşın Murat oldukça kısa boylu ve tıknazdı. Kemal’in kırlaşmış saçlarına karşın Murat’ın saçları kapkara idi. Boya kullanıyordu besbelli. Bembeyaz takım elbise, beyaz ayakkabı giyiyordu. Gömleği krem renginde ve açık spor yakalıydı.
“Ben de tam seni soruyordum arkadaşlara” dedi Kemal! “Seni burada bulurum ümidiyle gelmiştim.”
Kemal, kamu görevlilerine meram anlatmak zorunda kalmaktan kurtulduğu için sevindi.
“İşte buldun beni! Hade iç kahveni de gidelim burdan. Seni bulmuşken burada pineklemeye hiç niyetim yok!”
Giysilerine bakan onu çıtkırıldım biri sanırdı. Oysa şen, şakrak, hayatı hafife alan, dünyaya boş veren biri olduğunu hemen gösteriyordu daha ilk anda. Sesi kalınca idi; yüksek sesle konuşuyordu.
Kemal kahvesini içtikten sonra teşekkür etti ve özür diledi. Murat’la kapıya doğru yürüdüler.
“Eee? Söyle be Kemal! Nasılsın? Kafayı çekelim mi bu aksam?”
“Çekelim” diye yanıtladı Kemal.
“Ulan! Bu işin içinde bir iş var. Sen böyle hemen hı demezsin bu işlere. Yoksa bir derdin mi var?”
“Sorma! Sonra anlatırım.”
“Oldu! Bütün gece bizim nasıl olsa! Bak sana ne diyeyim? Şu bizim Burhan’ı da arayalım mı? Gerçi onunla yine kavga edeceğiz ya! Ne zaman bir araya gelsek tartışmadan edemeyiz.”
“Bilirim. Bilirim.”
“Ama vallahi de billahi de çok severim keratayı. Ne kadar kavga etsek de arkadaşlığımız bitmez.”
Murat, yoksul bir ailenin çocuğu idi. Zengin bir kızla evlenmişti. Kentin en ünlü avukatlarından biri olarak kendisi de iyi kazanıyordu. Sırtını hükümet partisine dayamış, birçok danışmanlık almıştı. Yargıçlarla da sıkıfıkı olduğu söyleniyordu. Yoksulluğunu çoktan unutmuştu. Kendisi köşeyi dönmüştü ya, “altında kalanın boynu kopsun” derdi hep. Avukatlığının yanında birçok başka işler de yapıyor, düzenden bol bol pay alıyordu.
Burhan da yoksul bir ailenin çocuğu idi. Murat’la ilkokuldan başlayarak ortaokulda, lisede ve üniversitede birlikte okumuşlardı. Şimdi ikisi de avukattı. Burhan da ünlü bir avukat olmuştu. Buna karşın yaşamı pek değişmemişti. Ünü güçsüzleri, başka avukatların almadığı davaları savunmaktan doğmuştu. Çoğu kez para almazdı. Aldığında da hiçbir zaman yüksek paralar almazdı. Üniversite eğitimini bitirip ülkeye döndüğü günden beri politikayla uğraşıyordu. Hep hükümet karşıtı olmuştu. Murat onu iktidar partisine girmek için çok zorlamış; “her zaman güçlünün yanında olacaksın be” demiş; Burhan onu dinlemeyip karşıt partiye girmişti. İki dönemdir milletvekili seçiliyordu.
Kemal’in onlarla arkadaşlığı lisede başlamıştı, içten bir arkadaşlık kurmuşlardı. Murat’la Burhan onu eskiden gelen arkadaşlıklarının bir parçası gibi kabul etmişlerdi. Üniversitede birlikteliklerini sürdürdüler. Üçü de Ankara’da hukukta okuyorlardı. Orada ortak pek çok gençlik deneyimleri ve anıları oldu.
Üçünün de yaşamda değişik yol tutacakları üniversite yıllarında belli olmuştu. Murat, suya sabuna dokunmadan gününü gün etmeye çalışırken, Burhan toplumcu düşüncelerle besleniyor ve bu doğrultudaki derneklere katılarak etkin görev yapıyordu. Kemal ise ne Murat, ne de Burhan gibi olabiliyordu. Haksızlıklardan etkileniyor; ancak bu etkilenme kendisini eyleme götürecek oranda olmuyordu. Günlük politik kavgaların dışında, dersleri ve Kıbrıs’taki gelişmelerle ilgileniyordu.
1963 olayları başladığı zaman birliktelikleri bozuldu. Kemal’le Burhan, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’a gitmek istiyorlardı. Murat, onlara eşeklik, enayilik, ahmaklık bastı; yine de yollarından çeviremedi.
Nitekim Kemal, olanak bulur bulmaz Burhan’ı da beklemeden Kıbrıs’a gitti; ancak bir süre sonra geri döndü. Bir süre sonra Türkiye’deki öğrencilerin toplu olarak Kıbrıs’a çıkması konusu gündeme geldi. Erenköy’dü çıkılan yer!
Erenköy’e Kemal’le Burhan çıkmışlar, Murat ise Ankara’da kalmayı yeğlemişti. Hatta onları engellemeye çalışmıştı. Bu olay arkadaşlıklarını bozmadı. Murat, onlar Erenköy’de iken İngilizce dersler vererek Ankara’da oldukça rahat bir duruma geldi, yurttan ayrılarak kendisine bir ev kiraladı. Kemal’le Burhan Erenköy’den dönünce onları kiraladığı eve aldı, parasal yönden kolladı. Üniversiteyi Kemal’le Burhan’dan önce bitirdiği halde, onlar Erenköy’deki süreyi yitirmişlerdi. Kıbrıs’a dönmedi, Ankara’da kaldı. Verdiği İngilizce derslerini çoğaltarak para kazanmayı; bu arada arkadaşlarını kollamayı sürdürdü.
Bir araya geldiklerinde, ne yapsalar, ne etseler, ne konuşsalar Murat’la Burhan arasında şiddetli bir tartışma başlardı. Kemal bu tartışmalara katılmaz, onları dinlemekle yetinirdi.
Yalnız tartışma spor alanına kayarsa kendisi de karışırdı. Kemal Fenerbahçeli, Murat Galatasaraylı, Burhan Beşiktaşlı idi. Kıbrıs’ta tuttukları takımlar da değişikti.
Murat’ın sözünü ettiği kavga bu idi. “Hem, biliyor musun? Burhan’la da çoktandır bir araya gelip kavga etmedik. Onunla kavga etmeyi özledim be” dedi gülerek.”
Kemal de gülümsedi: “Desene bu akşam işimiz iş yine.”
Kulübün önüne çıkmışlardı.
“Sen bir dakika bekle burada” dedi Murat. “Ben içeri girip telefonla bir arayayım Burhan’ı. Kim bilir hangi cehennemdedir? Onu dolaşarak aramaktansa telefonla aramak daha kolay! Hoş bu telefonlar da boktan ya!”
Kemal’in aklına annesinin telefon işi geldi. Ancak Murat, hemen dönüp içeriye doğru yürüdüğü için bir şey söyleyemedi. “Gelince onunla bu konuyu konuşayım” diye düşündü.
Murat’ın geri gelmesi uzun sürmedi. “Nerde olacak? Partide toplantıdaymış. Bir saate kadar ancak gelebilirmiş. Kendisine Karpas yolunda gideceğimiz yeri söyledim. Bize orada katılacak. Biz gidelim. Sen arabanı burda bırak. Dönüşte alırsın.”
Murat’ın lüks Mersedes arabasına bindiler. Kemal “eve haber vermeyecek misin” diye sordu.
“Boşver. Karıya fazla yüz vermek olmaz.” Güldü: “Böyle söylediğime bakma. Telefon ettim bile. Ne olur ne olmaz? Sahi be! Senin karıdan ne haber? Nasıl gidiyorsunuz?”
Kemal yanıt vermedi.
Karakol bölgesinden geçiyorlardı. Murat, sağda içerideki bir yapıyı gösterdi:
“Orası benim!”
Kemal baktı. İki katlı, kocaman, saray yavrusu bir yapı idi. Kaba işi bitmişti; içinde çalışıldığı belli oluyordu.
“Fakat senin evin yok mu?”
“Var! Var da, daha iyisini yapalım dedik.”
“Saray yavrusuna benziyor.”
“Benziyor sözcüğü fazla. Gerçekten saray yavrusu! Her şeyi tamam olacak. Yüzme havuzu bile. İçine giren hayran kalacak!”
“Sana epeyce tuzluya çıkacak herhalde!”
“Boş ver, para oluk gibi akıyor.”
Kemal, lise dönemindeki yoksul öğrenci arkadaşı Burhan’ı anımsayarak güldü.
“Niye güldün” diye sordu Murat.
“Yoksul çocuğu Murat’ı anımsadım. Bu kadar kısa sürede nereye gelmiş diye düşündüm.”
“Bak Kemal! Ben senin gibi enayi değilim, eşek de değilim. Bu düzen böyle oğlum! Becer de nasıl becerirsen becer. Hem sırtımdan bir sürü kişi de ekmek yiyor.”
“Yani birçok kişiyi sömürüyorum demek istiyorsun.”
“Sonuç değişir mi?”
“Herhalde yapı işinde çalışanların çoğu kaçak işçidir.”
“Ne olmuş kaçak işçi ise?”
“Yahu Murat! Yüreğin hiç sızlamaz mı? Bu zavallılar olağan ücretin ikide üçte biri ile çalışıyorlar. Yani karın tokluğuna. Hiçbir güvenceleri yok. Kovuklarda, izbelerde yaşıyorlar. Ülkedeki ücret düzeyini düşürmeleri de cabası.”
“Tam da Burhan gibi konuşuyorsun.”
“Seni anlamak kolay değil vallahi!”
“Anlaşılmayacak ne var bunda? Bu ülkede bir düzen var ve ben düzenin gereklerini yerine getiriyorum. Senin anlayacağın düzenin öngördüğü biçimde bir yurttaşım!”
Kemal acı acı güldü: “Seninle boşuna konuşuyorum. Değiştirelim bu konuyu!”
“Niye kızıyorsun arkadaşım? Sen de bu düzenin emrinde biri değil misin?”
Kemal bozuldu. Ne de olsa Murat doğru söylüyordu. Bugün görevden alınmış olsa bile, yıllarca bu düzenin bir üst düzey görevlisi olarak çalışmamış mıydı?
Yanıt vermedi.
Murat bir sigara yaktı, Kemal’e de uzattı.
“Genellikle kahve ile içerim sigarayı. Ama bir tane yakayım, gereksinimim var” diyerek aldı Kemal.
“Ben çok içerim” dedi Murat. “Günde iki üç paket!”
“Kendi kendini öldürüyorsun sen.”
“Boş ver! Atın ölümü arpadan olsun. Hem şimdiye kadar zararını görmedim.”
Bir süre öylece, sessizce ilerlediler.
Birden Murat’ın aklına geldi: “Biraz önce senin karıyı sordum. Niye yanıt vermedin?”
Kemal yine sustu.
Murat ona dönerek: “Yoksa bir şey mi oldu?”
“Evet” diye yanıtladı Kemal. “Ayşe bugün, Doğuş’u da alarak evden kaçtı.”
“Nee? Kaçtı mı? Ansızın mı?”
“Öyle sayılır.”
“Ne demek böyle sayılır?”
“Öyle işte!”
“Çatlatma yahu insanı!”
Kemal o gün sabah Ayşe ile aralarında geçen tartışmayı anlattı.
Murat, yıllardır Ayşe ile aralarında sürüp giden geçimsizliği biliyordu. “Biliyor musun yahu Kemal” diye konuştu. “Sen Ayşe’ye çok haksızlık ediyorsun. Kaç kere söyledim sana. Gâvur’un o bok mermisi bula bula çocuğunu bulup öldürdüyse Ayşe’nin bunda suçu ne? Sen buldun da bunadın be oğlum. Benim de Ayşe gibi ağzı var dili yok, her zaman iyi niyetli, sessiz, saygılı, hanım hanımcık bir karım olsa başımın üstünde taşırdım. Hem sana bir şey söyleyeyim mi? Senin derdin başka. Sen Nilüfer’i unutmadın. Anladık unutmadın da, Ayşe’nin suçu ne? Kızcağız iyi bile dayandı. Ben karın olsam sana bu kadar dayanmazdım, emin ol! Seni bırakıp gitmekte hiç de haksız değil!”
Kemal yanıt vermedi.
Bir süre konuşmadan gittiler.
Sessizliği Murat bozdu: «Eeee, ne yapacaksın şimdi?»
Kemal, Murat’ı hemen yanıtlamadı. “Ne yapacağımı sanki ben biliyormuşum gibi” diye geçirdi içinden. Sonra Murat’a döndü: “Onu boşayacağım Murat!”
“Çocuk ne olacak?”
“Çocuğu alacağım.”
“O kadar kolay mı sanıyorsun?”
“Sen avukatsın! Söylesene!”
“Bu iş o kadar kolay değil Kemal. Böyle durumlarda mahkeme çocuğu genellikle anasına verir.”
“Ama babaya da verebilir, değil mi? Sen bu işi kıvırırsın Murat. Yargıçlarla da aran iyi!”
Murat, Kemal’in ne demek istediğini anladı. Başka zaman olsa Kemal, bunu kendisini iğnelemek için söylemiş olabilirdi. Ya şimdi? Güldü: “Neyse bu işi sonra konuşuruz. Bu akşam yiyip içmemize bakalım.”
Yeniden sessizce ilerlemeyi sürdürdüler.
Kemal annesinin telefon işini anımsadı. “Yahu Murat! Kaç zamandır anneme bir telefon taktırmak için başvuruda bulunduk. Yanıt bile alamadık. Acaba…”
Murat, Kemal’in sözünü yarıda kesti: “Sen Devlet’in müsteşarısın oğlum. Bana ne söylüyorsun?”
Kemal’in yanıtı kısa oldu: “Artık müsteşar falan değilim ben!”
Murat şaşırdı: “Ne demek müsteşar değilim?”
“Bugün beni görevden aldılar.”
“Neeee?”
“Bugün beni görevden aldılar dedim. Daha açık söyleyeyim: Partin beni işimden attı!”
Son tümceyi, sözcüklerin üstüne basa basa söyledi Kemal.
“Bunlar da çizmeyi aştı. Senin gibi adamı nerede bulacaklar?” Murat, sözünü sürdürdü: “Sen bugün bayağı üzülmüşsün. Darbe üstüne darbe yemişsin. Karı kaçtı, arkasından bu! Vay anasını!”
“Seninle Burhan’ı niçin aradığımı şimdi anladın mı?”
“Anladım. Derdini dökmek, içini boşaltmak istedin. Neyse, kafa çekmeye gidiyoruz ya! İyi edeceğiz değil mi, kafayı çekmekle?”
“Öyle!”
Bir lokantanın önünde durdular. Burası Karpas Yolu üzerinde, Salamis Ormanı karşısında bir yerdi. Murat arabayı park etti. Kapıyı açmadan Kemal’e döndü: “Ha, ananın şu telefon işine gelince. Biliyorsun, bu iş için partide bir komite kuruldu. Telefon işini bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Partili isen sorun yok. Partili değilsen, telefon almak için partiye girmeni istiyorlar. Başka partide isen istifa edip bize katılacaksın. Her iki halde durumu gazetede duyuracaksın. Son zamanlarda bağımsızlığı terk edip, ya da partisinden ayrılıp bizim partiye girdiğini gazetede duyuranların içinde, evine telefon almak isteyip de baskıya dayanmayanlar önemli orandadır. Annenin durumu bambaşka! Eminim ki sen bir dilekçe ile sonuç alacağını sandın. Başka hiçbir girişim yapmadın. Bu düzen içinde ona sıra gelir mi sanıyorsun?”
Kemal, Murat’ın yüzüne bakmakla yetindi.
“Merak etme, ben kocakarının işine bakacağım” diye sürdürdü konuşmasını Murat.
* * *Murat, “ne içelim, anglia mı, 31 periskân mı” diye sordu. Büyük bir asma çardağının altına oturmuşlardı. Tepelerinde iri taneli verigo üzüm salkımları yeşil yeşil sallanıyordu. Hafiften kızarmaya başlamışlardı.
“Hükümet partisinin güçlü adamına bak! Burada herkes bizi tanıyor. Kaçak içki içmek ayıp değil mi?”
“Ne ayıbı be? Bakanlar, milletvekilleri, yargıçlar, polis müdürleri bile bu işi yapıyor. Ne yani, biz enayi miyiz?”
Kemal bu durumu biliyordu. Lefkoşa’da da birçok yerler, kaçak içki servis ediyorlardı. Yapılan basitti. Kaçak içki, viski şişesine dolduruluyor, masaya öyle getiriliyordu. Birçok üst düzey görevlisinin de kaçak Rum içkisi içtiği, olağan bir şeymiş gibi halk arasında anlatılıyordu.
“Biliyorsun ki ben rakıdan başka içki içmem” dedi Kemal.
“Rakıyı da ben hiç içemem. Anglia ya da 31 periskân içersem hem huzursuz olacaksın, hem de söyleneceksin. Ben viski içeyim, sen de rakı. Burhan da rakıcıdır. O da rakı içer.”
Murat, bir şişe viski, bir şişe rakı, bol meze istedi. “Cikla, diçi, pulya da var mı” diye sordu.
“Derin dondurucuda var. Beklerseniz olur” dedi garson. “Severseniz turşusu da var.”
“Sen bize turşusundan hemen getir. Diğerlerini de derin dondurucudan çıkar. Nasıl olsa zamanımız bol.”
Garson çabucak donattı masayı. Murat’ın buralarda iyi tanındığı belliydi.
Masaya viski ve rakı şişesi, soğuk su, buz ve mezeler geldi. Mezeler arasında beyaz peynirden fasulye piyaza, karazeytinden çakısteze, yoğurttan cacığa, humustan tahine, pancardan gabbar turşusuna, dilimlenmiş turşu yumurtadan domates ve salatalığa, tavuk söğüşten beyin ve dil söğüşe, patates salatasından karışık salataya kadar her şey vardı. Üç ayrı tabak içinde turşu cikla, diçi ve pulya da geldi.
“Kebap falan isteyecek misiniz” diye sordu garson. “Fırın kebabı da var.”
“Bak” dedi Murat garsona: “Bize ne varsa getireceksin. Ortaya bolca fırın kebabı getir. Ciğer ve uykuluk kavur. Sonunda şiş kebabı, şeftali kebabı ve karışık ızgara da yap. Yalnız bir arkadaşımız daha gelecek. Bu bakımdan servise başla, ama yavaş yavaş. Hepsi birden gelmesin. Ha! Pide içinde bize hellim ve pastırma kebabı getirmeyi de unutma!”
“Onlar zaten normal serviste var” diye yanıtladı garson.
Kemal “bu kadar şeyi kim yiyecek” diye sordu.
“Merak etme yeriz” dedi Murat. “Yemediğimiz kalsın.”
Bardaklarını tokuşturdular ve ilk içkilerim içtiler.
“Burası ilginç bir yer. Daha doğrusu bu yörenin lokantaları böyle! Genellikle kuş türleri servis ediyorlar. Özellikle kışın çok çeşitleri olur. Gavcar mantarı, kuşkonmaz, yumurtaotu ve benzeri şeyler de verirler” diye bilgi vermeye başladı Murat.
* * *Burhan, bir saat geçmeden onlara katıldı. Parti toplantısı epeyce tartışmalı geçmişti. Toplantıda, Demokratik Birlik ile ilgili gelişmeler, hükümetin uyguladığı ekonomik politikalarla baskılar ve sonbaharda yapılacak Kurultay’la ilgili sorunlar görüşülmüştü.
Kemal’le kucaklaştılar.
Burhan da Murat gibi oldukça kısa boylu idi. Murat’ın tıknazlığına karşın zayıftı. Başında çok az saç kalmıştı. Murat’ın esmerliğine karşın ak bir teni vardı, ilk anda olgun bir kişi izlenimini veriyordu. Kahverengi bir pantolon, krem rengi kısa kollu bir gömlek giyiyordu. Ayaklarındaki ayakkabılar kara idi.
“Nasılsın Kemal, görüşemiyoruz bir türlü” diye sitem etti.
Olgun görünüşüne ters olarak ince, tiz bir sesle konuşuyordu:
“Ne yapalım? Olmuyor Burhan. Bir yol tutmuş gidiyoruz işte.”
Burhan, Murat’la da tokalaştı.
Murat, “neredesin düzeni değiştirecek olan adam” diye takılarak karşıladı Burhan’ı.
“Vay senin düzenini de! Yaktınız toplumu” diyerek oturdu Burhan.
“Herhalde rakı içersin” diye sordu Murat.
“Sorulur mu?”
Garson hemen Burhan’a da tabak, çatal-bıçak, rakı kadehi, su bardağı getirdi.
Bardağına rakı koydular. Üstüne su ve buz ekledi.
“Hade şerefe” dedi Murat. “Epeyce oldu bir araya gelmeyeli.”
İçkilerini çektiler.
“Epeyce acıkmışım” diyerek atıştırmaya başladı Burhan.
“Ha şöyle! Kendi karnını doyurmaya bak da diğer açları bir tarafa bırak!”
“Yahu masadakilerle bir ordu doyar. Yazık değil mi? Bu kadarı savurganlık olmaz mı?”
Burhan tutumlu bir kişi idi. Murat, bu tutumluluğunu her zaman pintilik olarak niteleyerek Burhan’ı kızdırırdı. Yine aynı şeyi yapmak istedi: “Biz senin gibi liraya on düğüm atanlardan değiliz oğlum!”
Burhan bu kez kızmadı. İşi şakaya vurdu: “Sen de neredeyse ‘anamıza renga bile almadığımızı’ söyleyeceksin” diye karşılık verdi ve konuşmasını sürdürdü: “Neyse boş ver. Bu akşam seninle tartışmak istemiyorum. Kaç zamandır ilk kez üçümüz bir araya geldik. Ha, sahi nasıl oldu bu iş?” Burhan, bunları söyleyerek yanıt bekler gibi Kemal’e baktı.
Kemal’den önce Murat atıldı: ”Kemal’in bazı sorunları var. Bizimle dertleşmek istemiş. Ben de en iyi dertleşme içki masasında olur diye düşündüm.”
“İyi etmişsin” dedi Burhan. Kemal’e döndü: “Ne gibi sorunların var Kemal?”
Kemal yutkundu. Nasıl başlayacağını bilemiyordu.
Murat yine atıldı: “Hiç sorma, Ayşe Kemal’i terk etmiş.”
Burhan: “Niye?”
Kemal yine hemen yanıt vermedi.
Murat üsteledi: “Anlatsana yahu Kemal!”
Kemal istemeye istemeye sabahki olayı anlattı. Burhan da Murat gibi, Kemal ile Ayşe arasında yıllardır süren geçimsizliği biliyordu.
Burhan: “Doğrusunu istersen Kemal, Ayşe iyi bile dayanmış. Onun gibi bir kadını bu kadar ezmeni doğrusu sana yakıştıramıyordum. Kaç kez söyledim sana. Savaş ortamında serseri bir havan mermisi gelip kızını bulmuşsa, Ayşe’nin bunda suçu ne? Bu olaya dayanarak Ayşe’yi ezdin hep. İnsanlık değil bu! Canın sıkılacak ama yeniden söyleyeyim: Senin derdin başka. Nilüfer’i unutamadın, acını Ayşe’den çıkarıyorsun!”
Murat güldü.
“Ne gülüyorsun? Önemli ve yaşamsal bir konu var ortada” dedi Burhan.
Murat: “Niçin güldüğümü söyleyeyim. Kemal’e hemen hemen aynı şeyleri söyledik. Anlayacağın seninle aynı düşüncede ve aynı cephedeyiz. Onun için güldüm.”
Burhan da güldü.
“Yalnız bu kadar değil!”
“Ne demek istiyorsun” diye sordu Burhan.
“Senin anlayacağın” dedi Murat, “Kemal bugün darbe üstüne darbe yedi. Görevden de alındı.”
Burhan bu kez kahkaha ile güldü. Hem de uzun uzun. Sonunda konuştu: “Bak buna şaşmadım. Şimdiye kadar böyle bir şeyin olmaması olağandışı idi çünkü!”
Burhan konuşmasını sürdürdü:
“Bak Kemal, seninle kaç kez konuştuk. Sen bir kamu görevlisi olarak görevini yaptın. Ama bu iktidara hizmet etmek züldür. Kendini düşün. Sen bu toplumun direniş savaşında üstüne düşen her görevi yaparak ünlenmiş, bulunduğun kamu görevlerinde de her zaman başarı kazanmış birisin. Ne oldu? Bir günde seni harcadılar. Niçin? Çünkü sen onlardan biri olmadın. Tarafsız olman bile onlara yetmedi. Onların defterinde artık tek bir şey var: Kendilerinden yana olanlar ve olmayanlar. Onlardansan sorun yok. Onlardan değilsen eğer, bu toplumda sana yaşam hakkı tanımazlar. Bunun için Devlet olanaklarını, Devlet’in gücünü kullanırlar. Adamına göre yıldırma yöntemleri vardır. Kimine baskı yaparlar, kimini gözdağı ile korkuturlar, kimisini başka türlü korkuturlar. Bunlar da olmazsa çıkar sağlarlar, ya da çıkar sözü verirler. Direneni işinden ederler, işsizi işe almazlar, eşdeğer sorunu olanın sorununu çözmezler, telefon isteyene telefon vermezler. Kısacası kendilerinden olmayanı canından bezdirmek için her çareye başvururlar.