
Полная версия:
Küçük Prenses
“Benim… benim… bir… an… anne… annem… yok!” dedi fakat sesi pek güçlü çıkmadı.
Sara ona gözlerini iyice sabitleyerek baktı; ancak bakışlarında onu anladığını gösteren bir ifade vardı.
“Benim de annem yok.” dedi.
Bu, o kadar beklenmedik bir cevaptı ki Lottie afalladı. Bacaklarını aşağı indirip biraz kıpırdandı ve uzanıp Sara’ya baktı. Ağlayan bir çocuğu, sadece yeni bir şey durdurabilir. Ayrıca, Lottie aksi Bayan Minchin’i ve fazla anlayışlı Bayan Amelia’yı sevmemesine rağmen Sara’yı çok az tanısa da seviyordu. Sızlanmayı bırakmak istemiyordu fakat dikkati dağılmıştı, böylece yine kıpırdandı ve biraz daha mızmızlandıktan sonra, “O nerede?” diye sordu.
Sara bir an durdu. Çünkü ona annesinin cennete gittiği söylenmişti. Bu konu hakkında uzun uzun düşünmüştü ve düşünceleri diğer insanlarınkinden oldukça farklıydı.
“Cennete gitti.” dedi. “Ama ben onu göremesem de arada bir beni görmeye geldiğinden eminim. Seninki de geliyordur. Belki şu anda ikisi de bizi görebiliyordur. Belki ikisi birden şu anda odadadır.”
Lottie doğrulup oturdu ve etrafına bakındı. Güzel, küçük, kıvırcık saçlı bir çocuktu ve yuvarlak gözleri ıslak unutmabeni çiçeği rengindeydi. Annesi onu son yarım saat içinde gördüyse onun gibi bir çocuğun meleğe benzemediğini düşünmesi işten bile değildi.
Sara konuşmaya devam etti. Belki bazıları anlattıklarının masal olduğunu düşünebilirdi ancak kendi hayal dünyasına göre son derece gerçek olduğu için Lottie onu ister istemez dinlemeye başladı. Sara ona annesinin kanatları ve tacı olduğu söylemiş ve melek olduğu söylenen güzel beyaz gecelikli kadınların resimlerini göstermişti. Fakat Sara gerçek insanların olduğu güzel bir ülkede geçen gerçek bir hikâye anlatıyor gibiydi.
“Orada tarlalar dolusu çiçek var.” dedi, her zamanki gibi kendini kaybederek ve rüyadaymış gibi konuşarak. “Tarlalar dolusu zambak! Ve üzerinde esen meltemler havaya o zambakların kokusunu yayıyor! Ve herkes o çiçek kokusunu içlerine çekiyor çünkü orada daima meltem esiyor. Zambak tarlalarında küçük çocuklar koşturuyor ve kucak dolusu çiçekler topluyor, gülüşüp küçük çelenkler yapıyor. Yollar pırıl pırıl. İnsanlar ne kadar uzaklara yürüseler de yorulmuyorlar. İstedikleri yere süzülerek gidiyorlar. Tüm şehir inciden ve altından duvarlarla çevrili fakat insanların eğilerek dünyaya bakıp gülümseyebilecekleri ve güzel mesajlar gönderebilecekleri kadar alçaklar.”
Sara nasıl bir hikâye anlatırsa anlatsın Lottie, şüphesiz, ağlamayı kesecek ve büyülenmiş bir şekilde dinleyecekti; ancak bu hikâyenin diğer tüm hikâyelerden daha güzel olduğu yadsınamazdı. Lottie, Sara’ya sokuldu ve sonu ona göre çok çabuk gelen hikâyenin her bir kelimesini kana kana içti. Hikâye bitince o kadar üzüldü ki dudaklarını kaygı verici bir şekilde büzdü.
“Oraya gitmek istiyorum!” diye bağırdı. “Benim bu okulda annem falan yok!”
Sara tehlike sinyalini gördü ve rüyasından çıktı. Kızın tombik elini tuttu ve tatlı tatlı gülümsemeyerek onu kendine doğru çekti.
“Ben senin annen olurum.” dedi. “Benim küçük kızımmışsın rolü yaparız. Emily de kız kardeşin olur.”
Lottie’nin gamzeleri belirmeye başladı.
“Kız kardeşim olur mu?”
“Evet.” diye cevapladı Sara ayağa kalkarak. “Haydi gidip ona da anlatalım. Sonra da senin yüzünü yıkayıp saçlarını tararım.”
Lottie bunu neşeyle kabul etti ve onunla birlikte odadan çıkıp üst kata gitti. Son bir saatki tüm sıkıntının öğle yemeği için yıkanıp saçının taranmasını reddetmesinden ve Bayan Minchin’in müthiş otoritesini kullanması için çağırılmasından kaynaklandığını unutmuş gibiydi.
O andan itibaren Sara onun manevi annesi oldu.
5
BECKY
Elbette Sara’nın sahip olduğu en büyük güç ve ona daha fazla taraftar kazandıran şey, lüks eşyaları ve Lavinia ile diğer bazı kızların en çok kıskandıkları ve en çok imrendikleri “gözde öğrencilik” değil, hikâye anlatması ve gerçek olsun veya olmasın sözünü ettiği her şeyi hikâyeleştirebilmesiydi.
Okulda hikâye anlatan bir arkadaşı olan herkes merak ne demek bilir; o kişinin peşinden nasıl koşulduğunu, masallar anlatması için ona nasıl fısıltıyla yalvarıldığını, hikâyeyi dinleyenlerin arasına dâhil edilip anlatılanları dinleyebilme umuduyla bu ayrıcalıklı grubun etrafında nasıl dolanıldığını bilir. Sara sadece anlattığı hikâyeden değil, onu anlatmaktan da zevk alıyordu. Bir halkanın ortasında oturduğunda veya ayaktayken, harika şeyler anlatmaya koyulunca yeşil gözleri pırıl pırıl ve kocaman, yanakları al al olur ve farkında olmadan -anlattığı şeyin şefkat uyandırıcı veya heyecanlı olması durumuna göre- sesini alçaltır yahut yükseltir, ince bedenini eğer ve sarsar, ellerini heyecanlı bir şekilde oynatırdı. Kendisini dinleyen çocuklara konuştuğunu unutur; hikâyelerini anlattığı periler, krallar, kraliçeler veya güzel leydileri görür ve o anı onlarla yaşardı. Bazen, anlatmayı bitirdiği zaman, heyecandan nefes nefese kalır, elini hızla inip kalkan zayıf, küçük göğsüne bastırır ve kendi kendine gülerdi.
“Anlatırken…” derdi, “uyduruyormuşum gibi gelmiyor. Bana sizden daha gerçek geliyor, sınıftan bile daha gerçek geliyor. Kendimi, sırayla, hikâyedeki tüm o insanlarmışım gibi hissediyorum. Çok tuhaf.”
Bayan Minchin’in okuluna geleli iki yıl olmuştu. Sisli bir kış günü öğleden sonra, en sıcak kadifelerine ve kürklerine sarılmış hâlde, olduğundan da büyük görünerek faytonundan inip kaldırımda ilerlerken meydanın merdivenlerinde duran, kir pas içinde, koca koca açılmış gözlerle kendisini görebilmek için boynunu uzatarak tırabzanların arasından bakan küçük bir kız gördü. Kirli yüzündeki heves ve ürkeklik Sara’nın dikkatini çekti ve herkese olduğu gibi ona bakarken de gülümsedi.
Fakat kirli suratın ve koca koca açılmış gözlerin sahibi belli ki, böyle önemli öğrencilere bakarken yakalanmaması gerektiğini düşündüğü için korkmuştu. O kadar hızla mutfağa fırlayıp gözden kayboldu ki, zavallı, kimsesiz küçük bir kız olmasa Sara dayanamayıp gülecekti. O akşamüstü, Sara sınıfın bir köşesinde, dinleyici grubunun ortasında oturmuş hikâyelerinden birini anlatırken aynı kız utana sıkıla sınıfa girdi. Elinde kendisi kadar ağır kömür kovası vardı; ateşi harlamak, külleri süpürmek için şöminenin önündeki halının üzerine diz çöktü.
Meydandaki tırabzanların arasında olduğundan daha temiz görünüyordu fakat en az o zamanki kadar korkmuş gibiydi. Çocuklara bakmaktan veya onları dinliyormuş gibi görünmekten korktuğu apaçıktı. Rahatsız edici bir ses çıkarmamak için kömür parçalarını parmaklarını ucuyla dikkatle koyuyor ve ocak küreğini yavaşça hareket ettiriyordu. Ancak Sara iki dakika içinde konuşulanların onun ilgisini çektiğini, bir iki kelime yakalama umuduyla işini ağır ağır yaptığını fark etti. Bunun üzerine sesini yükseltip daha anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı.
“Denizkızları berrak yeşil sularda usul usul yüzerlerken peşlerinden derin deniz incilerinden örülmüş balık ağını sürüklüyorlardı.” dedi. “Prenses beyaz kayanın üstüne oturmuş, onları izliyordu.”
Bu, bir deniz prensinin bir prensese âşık olduğu ve onunla birlikte yaşamak için denizler altındaki pırıltılı mağaraya gitmesini anlatan çok güzel bir hikâyeydi.
Şöminenin önündeki küçük temizlikçi ocağı bir kez süpürdükten sonra tekrar süpürdü. İki kez süpürdükten sonra, üçüncü kez süpürmeye başladı ve üçüncü kez süpürürken, hikâye onu o kadar etkiledi ki âdeta büyülendi ve aslında anlatılanları dinlemeye hakkı olmadığını ve o an yaptığı şeyi unutuverdi. Şömine halısının üstüne diz çöküp oturdu ve fırça parmaklarını arasında boş boş sallandı. Hikâyeyi anlatanın sesi onu denizler altındaki yumuşak, açık mavi ışıkla aydınlanan ve zemini saf altından kumlarla kaplı dolambaçlı mağaralara götürdü. Etrafında ilginç deniz çiçekleri ve otları dalgalanıyor, kulağında uzaklardan gelen şarkılar ve müzikler yankılanıyordu.
Çalışmaktan sertleşen ellerinin arasından şömine fırçası düşüverdi ve Lavinia Herbert etrafa bakındı.
“Şu kız bizi dinliyor.” dedi.
Suçlu fırçasını aldı ve ayağa kalktı. Kömür kovasını alıp ürkek bir tavşan gibi hızla odadan çıktı.
Sara sinirlenmişti.
“Dinlediğini zaten biliyordum.” dedi. “Neden dinlemesin ki?”
Lavinia başını zarifçe arkaya attı.
“Eh.” dedi, “Senin annen hizmetçi kızlara hikâyeler anlatmana ne derdi bilmem ama BENİM annem asla böyle bir şey istemezdi.”
“Benim annem!” dedi Sara, tuhaf bir bakışla. “Benimkinin umurunda bile olmazdı. O hikâyelerin herkesin hakkı olduğunu bilir.”
Lavinia acımasızca “Yanılmıyorsam…” dedi, “seninki ölmüştü. Neyi nasıl bilecek?”
“Onun bir şey BİLMEDİĞİNİ mi sanıyorsun?” dedi Sara, sert bir ses tonuyla. Bazen sesi son derece sert olabiliyordu.
“Sara’nın annesi her şeyi bilir.” diye araya girdi Lottie ince sesiyle. “Benim annem de bilir, Bayan Minchin’in okulundaki annem Sara ama diğeri de her şeyi bilir. Orada sokaklar pırıl pırıl, tarlalar dolusu zambak var ve herkes zambak topluyor. Sara beni uykuya yatırırken anlatıyor bunları.”
“Seni aşağılık seni!” dedi Lavinia Sara’ya dönerek. “Cennet hakkında masallar anlatıyorsun demek.”
“İncil’de çok daha görkemli hikâyeler var.” diye cevapladı Sara. “Bak da gör! Benimkilerin masal olduğunu nereden çıkardın? Ama sana diyeyim…” Cennete pek de uygun olmayan bir sinirle söylemişti bunu. “İnsanlara şimdiki gibi davranmaya devam edersen cennetin nasıl bir yer olduğunu öğrenemeyeceksin. Gel benimle, Lottie.” Küçük hizmetçiyi bir daha görmek için odadan çıktı, fakat hole girdiğinde kızdan eser yoktu.
“Şömine ateşini yakan o kız kim?” diye sordu Mariette’e o gece.
Mariette açıklamaya girişti.
Ah, tabii, Matmazel Sara sorabilirdi. Bulaşıkçının yerine alınmış kimsesiz bir kızcağızdı, gerçi bulaşıkçılığın yanında yapmadığı iş yoktu. Çizmeleri ve ızgaraları cilalıyor, kömür sepetlerini bir aşağı bir yukarı çıkarıyor, yerleri paspaslıyor, camları siliyor ve herkesten emir alıyordu. On dört yaşındaydı ama geç geliştiği için on iki yaşında görünüyordu. Aslında, Mariette onun hâline çok üzülüyordu. O kadar çekingendi ki biri onunla konuşmaya kalksa zavallı korkak gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olurdu.
“Adı ne?” diye sordu anlatılanları merakla dinlerken ellerini çenesine dayamış, masada oturan Sara.
Adı Becky idi. Mariette gün boyu beş dakikada bir, alt kattaki herkesin onu, “Becky şunu yap, Becky bunu yap.” diye çağırdığını duyuyordu.
Mariette gittikten sonra Sara bir süre oturup ateşe bakarak Becky’yi düşündü. Başkahramanı bahtsız Becky olan bir hikâye uydurdu. Bugüne kadar yiyecek doğru dürüst bir şey bulamamış gibi görünüyordu. Açlıktan gözlerinin feri kaçmış gibiydi. Onu yeniden görmek istiyordu; fakat birçok kez merdivenlerde bir aşağı bir yukarı bir şeyler taşırken görmesine rağmen, sürekli acelesi varmış ve fark edilmekten korkuyormuş gibi göründüğü için onunla konuşması neredeyse imkânsızdı.
Birkaç hafta sonra, yine sisli bir ikindi vakti, oturma odasına girince son derece içler acısı bir manzarayla karşılaştı. Şöminenin önündeki şahsi ve en sevdiği koltuğunda çalışkan, genç bedeninin dayanıklılığına rağmen yorgun düşen Becky derin bir uykuya dalmıştı. Burnunda ve önlüğünde kömür lekeleri vardı, zavallı küçük başlığı başından kaymıştı ve yanında boş bir kömür kovası duruyordu. Akşam için yatak odalarını düzeltmek üzere gönderilmişti. Bir sürü yatak odası vardı ve tüm gün koşturmuştu. Sara’nın odasını sona saklamıştı. Onunki diğer odalara benzemiyordu, sade ve süssüzdü. Sıradan öğrencilere ihtiyaçları kadarı veriliyordu. Her ne kadar yalnızca hoş, aydınlık bir oda olsa da Sara’nın konforlu oturma odası bulaşıkçı kıza oldukça lüks geliyordu. İçinde resimler ve kitaplar, Hindistan’dan gelen ilginç eşyalar, kanepe ve alçak, yumuşak bir koltuk vardı; Emily bir tanrıça edasıyla kendi koltuğunda oturuyordu ve şöminede daima parlayan bir ateş ve cilalı bir ızgara olurdu. Becky onun odasını öğleden sonraki işlerinin sonuna saklamıştı çünkü burada bulunmak onu dinlendiriyordu. Birkaç dakika yumuşak koltukta oturup etrafına bakınırken demir parmaklıklar arasından gözetlediği, soğuk günlerde güzel şapkalar mantolarla dışarı çıkan ve böylesine muhteşem şeylere sahip olan çocuğun harika talihini düşünüyordu.
Bu öğleden sonra, koltuğa oturunca, kısa ve sızlayan bacaklarına gelen rahatlama duygusu öyle harika ve keyifliydi ki, tüm vücudu gevşedi ve şömine ateşinden gelen sıcaklık ve rahatlık onu bir büyü gibi etkisi altına aldı, korlaşmış kömürlere bakarken kirli yüzünde yorgun bir gülümseme belirdi ve farkında olmadan başı öne düştü, gözleri kapandı, uykuya daldı. Sara odaya girdiğinde on dakikadır içerideydi, fakat Uyuyan Güzel gibi sanki yüzlerce yıldır kestiriyormuşçasına derin uyuyordu. Fakat zavallı Becky hiç de Uyunan Güzel’e benzemiyordu. Çirkin, bodur, bitap düşmüş bir bulaşıkçı gibiydi.
Sara başka bir dünyadan gelmiş bir yaratık kadar farklıydı ondan.
Bu öğleden sonra dans dersindeydi ve her hafta tekrarlansa bile dans hocasının okula her gelişi bir olay oluyordu. Öğrencilere en güzel elbiseleri giydiriliyor ve Sara özellikle iyi dans ettiği için ön sıralarda duruyordu, Mariette’ten onu olabildiğince hafif ve güzel giydirmesi isteniyordu.
Bugün üzerine gül rengi bir elbise giydirilmişti ve siyah lülelerinin üstüne taksın diye Mariette ona gerçek gül goncalarından bir çelenk yapmıştı. Yeni, keyifli bir dans öğrenmişti; odada göz alıcı, gül rengi bir kelebek gibi süzülüyordu; neşeden ve yaptığı hareketlerden yanağına parlak, mutlu bir ışıltı gelmişti.
Odaya o kelebek adımlarıyla girmişti ve orada Becky başlığı bir yana düşmüş vaziyette oturuyordu.
Onu görünce “Ah!” diye haykırdı Sara sessizce. “Zavallı şey!”
En sevdiği koltuğa küçük, kirli bedeniyle oturmasına kızmak aklına bile gelmedi. Doğruyu söylemek gerekirse onu gördüğüne çok sevinmişti. Hikâyesinin bahtsız başkahramanı uyanınca onunla konuşabilirdi. Yanına doğru sessizce yürüdü ve durup onu izledi. Becky hafifçe horluyordu.
“Keşke kendi kendine uyansa.” dedi Sara. “Onu uyandırmak istemiyorum. Fakat Bayan Minchin onun burada uyuyakaldığını öğrenirse küplere biner. Ben yine de birkaç dakika bekleyeyim.”
Masanın kenarına oturdu ve ince, gül rengi bacaklarını sallayıp ne yapması gerektiğini düşündü. Bayan Amelia her an gelebilirdi ve gelirse Becky şüphesiz fırçayı yerdi.
Ama çok yorgun! diye düşündü. Çok yorgun!
O anda bir parça kömür alevi içindeki tereddüdünü sona erdirdi. Alev büyük bir topaktan kopup parmaklıkların önüne düştü. Becky ürperdi ve korkulu bakışlarla gözlerini açtı. Uykuya daldığının farkında değildi. Bir dakikalığına oturmuş, güzel kor ışıltısı üzerine düşmüştü ve işte şimdi kendini, meraklı gözlerle yakınına oturan, gül rengi bir periye benzeyen harika öğrenciye panik içinde bakarken bulmuştu.
Koltuktan fırlayıp başlığını kaptığı gibi başına geçirdi. Sonra başlığın kulağının üstünde hissetti ve onu çılgın gibi düzeltmeye çalıştı. Ah, başını çok büyük belaya sokmuştu! Böylesi genç bir leydinin koltuğunda şuursuzca uyuyakalmıştı! Maaşını bile alamadan kapı dışarı edilecekti.
Hıçkırır gibi bir ses çıkardı.
“Ah, hanımım! Ah, hanımım!” diye kekeledi. “Beni affedin, hanımım! Ah, ne olur affedin, hanımım!”
Sara masadan atladı ve ona yaklaştı.
“Korkmana gerek yok.” dedi, kendisi gibi küçük bir kızla konuşur gibi. “Hiç önemli değil.”
“Kasten yapmadım hanımım.” diye açıklamaya çalıştı Becky. “Ateş sıcaktı ve ben de çok yorgun olunca… Ben… ben densizlik yapmak istemezdim!”
Sara dostça bir kahkaha attı ve elini Becky’nin omzuna koydu.
“Yorulmuştun.” dedi. “İçin geçmiş. Hâlâ uyanabilmiş değilsin.”
Zavallı Becky ona nasıl da bakıyordu! Aslında, hiç kimseden böylesine tatlı ve dostça bir ses duymamıştı. Emir verilmesine, azarlanmaya ve tokatlanmaya alışıktı.
Bu dans eden gül rengi akşamüstünün o görkemi, ona suçluymuş gibi değil de bırakın yorulmayı, uyuyakalmaya bile hakkı varmış gibi bakıyordu! Omzuna dokunan yumuşak ve ince küçük el, hayatındaki en muhteşem şeydi.
“Kız… kızmadınız mı hanımım?” dedi güçlükle. “Müdirelere söylemeyecek misiniz?”
“Hayır!” diye haykırdı Sara. “Tabii ki söylemeyeceğim.”
Kömür lekeli surattaki keder dolu korku onu birden o kadar üzdü ki içi acıdı. Aklına o garip düşüncelerinden biri geldi. Elini Becky’nin yanağına koydu.
“Biz seninle aynıyız, ben de senin gibi küçük bir kızım. Senin ben ve benim sen olmamam tamamen tesadüf!”
Becky kızın laflarından hiçbir şey anlamamıştı. Aklı böylesine muhteşem düşünceleri kavrayamıyordu.
“Tesadüf mü hanımım?” diye kekeledi saygıyla. “Öyle mi?”
“Evet.” diye cevapladı Sara, bir anlığına ona rüyadaymış gibi bakarak. Fakat sonra farklı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Becky’nin onun ne demek istediğini anlamadığını fark etti.
“İşini bitirdin mi?” diye sordu. “Biraz daha kalabilir misin?”
Becky’nin soluğu kesildi.
“Biraz daha kalmak mı? Ben mi?”
Sara koşup kapıyı açtı ve dışarı bakıp bir ses var mı diye kulak kabarttı.
“Görünürlerde kimse yok.” dedi. “Yatak odaları bittiyse belki burada birazcık daha kalabilirsin. Belki bir dilim kek istersin.”
Sonraki on dakika Becky için akıl alır gibi değildi. Sara bir dolabı açtı ve ona kalın bir dilim kek verdi. Kekin bir çırpıda koca lokmalarla bitirildiğini görmek Sara’yı sevindirmişti. Becky’nin korkuları geçene kadar, Sara onunla konuşup sorular sordu ve güldü. Sonunda Becky ona bir iki soru soracak kadar cesaretini toplayabildi.
“Bu…” diye başladı gül rengi elbiseye hayranlıkla bakarak. Neredeyse fısıldıyordu. “Bu en güzel elbiseniz mi?”
“Bu dans elbiselerimden biri.” diye cevapladı Sara. “Benim hoşuma gidiyor, ya senin?”
Becky hayranlıktan bir an için küçük dilini yuttu sanki. Sonra şaşkın bir sesle, “Bir keresinde bir prenses görmüştüm. Covent Garden’daki kalabalığın dışında sokakta dikiliyor, önemli kişilerin opera binasına girişini izliyordum. Kalabalık birine dikkatle bakıyordu. Birbirlerine, ‘İşte prenses!’ diyorlardı. Yetişkin, genç bir leydiydi fakat pespembe giyinmişti; elbisesi, pelerini, çiçekleri falan… Sizi masanın orada oturmuş görünce hemen aklıma o geldi, hanımım. Aynı ona benziyorsunuz.”
Sara düşünceli düşünceli “Hep prenses olmak istemişimdir.” dedi. “Acaba nasıl bir histir? Sanırım prensesmişim gibi numara yapmaya başlayabilirim.”
Becky ona hayran hayran baktı ve yine dediklerinden tek bir kelime bile anlamadı. Onu bir çeşit hayranlıkla izledi. Sara hemen hayal âleminden çıktı ve ona yeni bir soru sordu.
“Becky.” dedi. “Sen o hikâyeyi dinliyor muydun?”
“Evet hanımım.” diye itiraf etti Becky, yine biraz panik olmuştu. “Hakkım olmadığını biliyorum ama o kadar güzeldi ki ben… ben engel olamadım.”
“Dinlemeni isterim.” dedi Sara. “İnsan hikâye anlatırken onu dinlemek isteyen insanların duymasından başka bir şey istemez. Neden böyle bilmiyorum. Geri kalanını dinlemek ister misin?”
Becky’nin yine nefesi kesildi.
“Ben mi dinleyeceğim?” diye haykırdı. “Öğrenciymişim gibi mi hanımım? Prens ve saçlarında yıldızlarla, gülüşerek yüzen küçük, beyaz deniz bebeklerini mi?”
Sara başıyla onayladı.
“Korkarım, şu anda dinlemeye vaktin yok.” dedi. “Ama odamı düzeltmeye tam olarak kaçta geldiğini söylersen her gün o saatlerde burada olmaya çalışır ve hikâye bitene kadar her gün sana birazını anlatırım. Biraz uzun, güzel bir hikâye ve her seferinde bir şeyler ekliyorum.”
“Öyleyse…” diye nefes aldı Becky samimiyetle, “kömür kovalarının NE KADAR ağır olduğu veya aşçının bana neler yaptığı umrumda bile olmaz. Hikâyeyi düşünürsem hiçbirini kafama takmam.”
“Tabii ki.” dedi Sara. “Sana hikâyenin TAMAMINI anlatacağım.”
Becky aşağı inince kömür sepetinin ağırlığı altında ezilen, yalpalayan o kız değildi artık. Cebinde fazladan bir dilim kek vardı, karnı doymuş ve ısınmıştı; fakat yalnızca kek ve şömine ateşinden değil. Başka bir şey onun doyurup ısıtmıştı ve o başka şey Sara idi.
Becky gidince Sara masanın ucuna en sevdiği yere oturdu. Ayakları bir sandalyenin, dirsekleri dizlerinin üstünde ve çenesi avuçlarının içindeydi.
“Prenses OLSAYDIM, GERÇEK bir prenses…” diye mırıldandı, “halka bağışta bulunurdum. Ama numaracıktan prenses olsam da insanlar için küçük şeyler yapabilirim. Bunun gibi şeyler. Becky, bağışta bulunmuşum gibi sevindi. İnsanlara bağışta bulunuyormuşum gibi davranacağım. Az önce bir bağışta bulundum.”
6
ELMAS MADENLERİ
Bu olayın üstünden çok geçmeden heyecan verici bir şey oldu. Yalnızca Sara değil, tüm okul heyecana kapıldı ve ertesi hafta sırf bu konu konuşuldu. Yüzbaşı Crewe mektuplarının birinde çok ilginç bir hikâye anlatmıştı. Çocukluktan okul arkadaşı beklenmedik bir şekilde onu ziyaret etmek için Hindistan’a gelmişti. Bu arkadaşı, altında mücevherlerin bulunduğu geniş bir arazinin sahibiydi ve elmas madeni işletmekle meşguldü. Her şey beklediği gibi giderse insanın başını döndürecek kadar büyük bir servetin sahibi olabilirdi. Yüzbaşı, okul günlerinden sevdiği bir arkadaşı olduğu için bu projede ona ortaklık teklif ederek devasa serveti paylaşma fırsatı sunmuştu. En azından Sara mektuplardan bunu çıkarmıştı. Başka bir iş olsa -ne kadar büyük çaplı olursa olsun- o ve sınıfın geri kalanını o kadar da etkilemezdi ama “elmas madenleri” kulağa kimsenin kayıtsız kalamayacağı Binbir Gece Masalları gibi geliyordu. Sara onların büyüleyici olduklarını düşünürdü; Ermengarde ve Lottie için yer altının derinliklerindeki tavanı, zemini ve duvarları pırıltılı taşlarla kaplı ve tuhaf, koyu tenli adamların ağır kazmalarla bu taşları çıkardıkları dolambaç gibi geçitlerin resmini çizerdi. Ermengarde bu hikâyeye bayılırdı ve Lottie tekrar anlatması için her akşam yalvarırdı. Lavinia buna iyice köpürüyordu ve Jessie’ye elmas madeni diye bir şeye inanmadığını söylemişti.
“Annemin kırk sterlinlik bir elmas yüzüğü var.” dedi. “Üstelik o kadar da büyük değil. Elmaslarla dolu madenler olsaydı insanlar saçma sapan zengin olurlardı.”
“Belki Sara da saçma sapan zengin olur.” diye kıkırdadı Jessie.
“Onun saçma sapan olması için zengin olmasına gerek yok.” diye burnundan soludu Lavinia.
“Bence ondan nefret ediyorsun.” dedi Jessie.
“Hayır. Hiç de bile.” diye çıkıştı Lavinia. “Ama elmaslarla dolu madenlere de inanmıyorum.”
“Eh, insanların bir yerden elmas çıkarması gerekiyor.” dedi Jessie. “Lavinia.” diyerek tekrar kıkırdadı. “Gertrude’nin söylediklerine ne diyorsun?”
“Bilmiyorum ve bu yine Sara’nın bitmek bilmeyen hikâyelerinden biriyse ilgilenmiyorum da.”
“Aynen öyle. Numaralarından biri, prensesmiş gibi davranmak. Sürekli bu oyunu oynuyor, okulda bile. Güya derslerini daha iyi anlamasını sağlıyormuş. Ermengarde’ın da prenses olmasını istiyor ama o, kendisinin bunun için çok şişman olduğunu söylüyor.”
“O çok şişman.” dedi Lavinia. “Sara da çok zayıf.”
Hâliyle Jessie yine kıkırdadı.
“Bunun neye benzediğinle veya sahip olduklarınla bir alakası olmadığını söylüyor. Ne DÜŞÜNDÜĞÜN ve ne YAPTIĞIN ile ilgiliymiş.”
“Herhâlde dilenci olsaydı da prenses olabileceğini düşünürdü.” dedi Lavinia. “En iyisi bundan sonra ona prenses hazretleri diyelim.”
O günkü dersler bitince sınıftaki şöminenin önünde oturup günün en sevdikleri zamanın tadını çıkarıyorlardı. Bu, Bayan Minchin ve Bayan Amelia’nın kendileri için kutsal olan oturma odasına çekilip birlikte çay içtikleri zamandı. Bu süre zarfında her telden konuşulur, kulaktan kulağa nice sırlar dolaşırdı; özellikle küçük öğrenciler uslu durup ağız dalaşına tutuşmazlarsa ve etrafta gürültü yaparak koşturmazlarsa. Ama itiraf etmek gerekirse çoğu zaman böyle olurdu. Gürültü çıkardıklarında büyük kızlar genelde onları azarlardı. Büyüklerin düzeni sağlamaları bekleniyordu ve bunu beceremezlerse Bayan Minchin veya Bayan Amelia’nın ortaya çıkıp şamataya bir son verme tehlikesi vardı. Tam da Lavinia konuşurken kapı açıldı ve Sara nereye gitse köpek yavrusu gibi peşinden koşturan Lottie ile birlikte içeri girdi.
“Hah, peşine şu korkunç çocuğu da takıp gelmiş!” dedi Lavinia fısıldayarak. “Madem onu bu kadar seviyor, odasında tutsa ya! Beş dakikaya kalmaz kesin ağlamaya başlar.”
Lottie’nin birden sınıfta oynayası gelmişti ve manevi annesine onunla gelmesi için yalvarmıştı. Köşede oyun oynayan küçük öğrencilere katıldı. Sara da pencerenin önündeki koltuğa kıvrılıp bir kitap açtı ve okumaya başladı. Kitap, Fransız Devrimi’ni anlatıyordu. Bastille’deki mahkûmların dehşet verici resimlerine bakarken kaybolup gitti. Adamlar o kadar uzun yıllardır zindanlardaydılar ki kurtarıcıları tarafından salıverildiklerinde uzun ve gri saçları, sakalları birbirine karışmıştı, dışarıda bir dünyanın var olduğunu neredeyse unutmuşlardı, hepsi rüyada gibiydi.
Kafası sınıftan o kadar uzaklara gitmişti ki Lottie’nin birden uluyarak ağlamasıyla kendine gelmesi hiç hoş olmamıştı. Bir kitaba dalmışken aniden rahatsız edilmek kadar onu çileden çıkaran bir şey yoktu. Kitapseverler böyle durumlarda nasıl bir rahatsızlık duyulduğunu çok iyi bilir. İnsan sert tepki gösterip hırçınlaşmamak için kendini zor tutar.