
Полная версия:
Bir Yolculuktur Aşk
5. Durak
“Hayırlısı” diyerek tevekkül edene sımsıkı sarıl!İşlerini Allah’a bırakmış biri sevdiğini kimseye bırakmazElhamdülillah
Senin gökyüzünde dolaşan garip bir uçurtma olsam, rüzgârınla yükselip sana kavuşsam…
Sevda hiç olur mu acısız? Şimşeklerinde yaralansam, çakılsam toprağına…
Sanırım öğrenemeyeceğim düşmeden yürümeyi.
Sanırım sensiz kalmadan senliğe yelken açamayacağım.
Seninle geçtikçe vakitlerim sana bağlanıyorum, ama sen olamıyorum. Bağlanmamam lazım Mevla’dan başkasına, yoksa seni alır ellerimden biliyorum.
Elhamdülillah yokluğuna ey sevgili!
Elhamdülillah gidişine!
Gidişinle kendime geldim, sen oldum çünkü yalnızca gerçekten sevenler gitmelere dayanır.
Sen geldin, ben senin oldum; sen gittin, ben seni buldum.
Elhamdülillah seni buldurana, sonra alıp hikmetin kimde olduğunu bildirene…
Senin gökyüzünde uçarken ömür savrulmaktan ibaretti. Ne zaman ki çakıldım toprağa, bedenim kavuşunca gideceği yere, anladım ki ben toprağa aitim ve Sahibine.
Elhamdülillah senin vesilenle aşkı sevdirene…
Gelişin yaktı içimde ne varsa, gidişin ise O’nun aşkıyla doldurdu benliğimi.
Ben avare bir uçurtmayken gökyüzünde, gerçek aşk iplerimi çekti kendine de yandı sana uçan kanatlarım. Anladım ki her şey kısmet, sen kısmetsin.
Elhamdülillah, bir yudumluk kısmetim oldun, sonra da “nasip değilmiş”lerimde bulundun.
Yine de içinde olduğun her cümleye elhamdülillah…
Dağılmak
Yorgunluktan olsa gerek, uzandığım sedirde saatlerce uyuyakalmışım, akşam ezanının sesiyle irkilerek kendime geliyorum.
Mezarlığa vardığımda güneşin batmasına az kalmış, gökyüzünü kızıla döndürmüştü. Onun yanına gitmek için zaten geç kalmıştım, sabahı bekleyemezdim. Annem olsa, “Akşam vakti mezarlığa gidilmez,” derdi.
Ölmek korkutuyor dostlar bizi, ölme düşüncesini bu kadar yoğun hissedince huzursuz oluyoruz. Korkuyoruz, sebebi de, bedenleri çoktan toprak olan ölülerde buluyoruz.
Biz alışkın değiliz ölümü düşünmeye, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olma fikri bizi korkutuyor. Sıra sıra yatan ölüler ibret olduğu için uzak duruyoruz isimleri mezar taşlarında unutulmuş ölüler mekânından, sanki o kesin sondan kaçabilecekmişiz gibi…
Gidilecek yeri merak etmek gerekirken, biz gideceğimiz yeri tanımaktan kaçıyoruz. Tatile gideceğimiz yeri, otelin konumunu, denize, caddeye yakınlığını araştıran bizler önünde sonunda gideceğimiz sonsuz yer hakkında hiçbir araştırma yapmıyoruz.
Korkumuz öyle tehlikeli ki, bizleri duraksamaya değil, kaçmaya sürüklüyor. O kadar yanıltıcı bir korku ki, düşünmeye değil dağılmaya sürüklüyor ve bizler sonsuzluğa dair tüm sorumluluklardan koşarak kaçıyoruz. Kaçtığımızı sanıyoruz çünkü insanı korkutan şey bilmemektir, idrak etmediğimiz sürece korkularımızı yenemeyiz.
Bir arkadaş vardı, sene boyunca sevmediği bir işte çalıştı, mesai yaptı, para biriktirdi ve yaz için güneyde bir otelde yer ayırttı. Bütün sene tüm zamanını, gücünü, sağlığını on beş günlük bir yaz tatili için harcamış ve “Kafa dinlemeye ihtiyacım var,” deyip gitmişti. Döndüğünde yine aynı kişiydi. Tekrar çalışmaya başladı, mesaiye kaldı, toplantılara katıldı ve uyudu… Kafasını dinleyeceğini sandığım yolculuktan kafasını dağıtıp gelmişti.
Oysa bizler dünyaya bir sahil kasabasında kafa dağıtmaya değil, bulunduğumuz her ortamda kâinatın sesini duyabilmek amacıyla gönderildik. Kâinat kitabını okuyup işaret ettiği mesajları anlamaya çalışacak, kâh huzur bulacak kâh zorlanacaktık. Yorulunca, okuduğumuz kâinat kitabının duraklarında molalar verip dinlenecek, sonra tekrar yolculuğa devam edecektik. İnsanları sevecektik, yardım edecektik imdat diyenlere, rızkımızı endişe duymadan bölüşecektik, böylece yeryüzünde açlıktan ölenler olmayacaktı ve ilk emre uyup kâinatı okuyarak geçecekti kısa ömrümüz.
İlk emri “oku” olan kitabın birçok yerinde bize söylendiği gibi düşünecektik, kafamızı önümüze koyup Yaradan’ı dinleyecektik, uzak durmaya çalışacaktık kötülüklerden; “Düşünmez misiniz?” diyen Rabbe, “Ayetini düşünüyorum Rabbim,” diye cevap verecektik.
Lakin çoğu şeyi yanlış anladığımız gibi kendimizi dinleme mesaisini de karıştırdık. Tatilde deniz-plaj keyfini, sosyalleşmeyi, gezmeyi, hiçbir şey yapmadan uyumayı kafa dinlemek sandık.
Nasıl kafasını dinler ki insan O’nu düşünmeden?
Dağıldık… Kurumuş yapraklar gibi korkuyla savrulduk. O’na varacağımızı bildiğimiz için ürktük de uzak durduk O’na yaklaştıracak yollardan. Bir o yana bir bu yana savrulduk. Ruhumuz bedenimize darıldı, terk etti bizi. Ruhsuz birer robot gibi yaşamaya başladık. Boş bedenimizdeki yaraları sarmanın tek yolu ise kafayı dağıtmak için oradan oraya savrulmak oldu.
Lakin bizden umudum var ey yoldaş dost! Benim bu satırları yazmama neden olan yolculuk gibi elbet hepimizin çıkacağı yollar var.
Bir gün sen de bir yolculuğa çıkacaksın; belki bir kişi ya da bir olay vesile olacak, belki de bu satırlar, kim bilir… O gün artık eski sen olmayacaksın, o gün dünya hayatının bir oyundan ibaret olduğunu anlayıp kendi içinde bulacaksın aradığın dermanı. O gün kafanı dağıtmak için değil, içindeki sesi dinlemek için çekileceksin bir köşeye. O gün anlayacaksın ayetin ne demek istediğini:
“Size verilen şeyler, dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
En’am, 32Acı
Hasret zaman geçtikçe azalır mı, yoksa artar mı dost? Bence hasret artıyor da biz özlemeye alışıyoruz. O yüzden ilk zamanki gibi acı hissetmiyoruz. Artık tanıdığımız o acı hep bizimle.
Yine de acı yerleşince bir kez yüreğe, üstünden asır da geçse yerleştiği yerin sancısı geçmez. Bazen bir insan yüzünde, bazen sesinde, bazen gülüşünde hatırlarsın ve kanamaya başlar. Dururken, yürürken, bir ambulans geçerken hatırlarsın da yüreğin kanamaya başlar.
En çok da gidişler acıtır. Geri dönüşü olmayacağını bildiğin ama elinin, kolunun, ayaklarının, dilinin bağlı olduğu çaresizliğin hazan vuran saçlarını beyazlatır.
Bazen tüm sevdiklerin tek tek gider. Her gidişte ölecek gibi olursun, artık bittiğini düşünürsün, devam edemeyeceğini sanırsın, ağlamaktan gözyaşların kurur, sen de gitmek istersin ama yapamazsın. Gidenler senden bir parçanı götürürken geriye bıraktıkları izlerle tutunursun hayata, çünkü O git demeden karınca bile atmaz adımını.
Ve çektiğin tüm acılara bir elif miktarı susabilirsen, ancak o zaman imtihanın mübarek olur.
Bölüm 2
Yuva
Rüya
Büyükannemin yanından dönerken gözyaşlarım aniden bastıran yağmura karışarak kayboluyor. Bir yanda hasret acısı diğer yanda da aklım şeftali ağacında. Sabah ilk işim ona gerekli tedaviyi yapmak olacak. Öyle ya, sevdikleri giderken hiçbir şey yapamayan bu aciz Elif kız, şeftali ağacına çok iyi bakmalı. Büyükannemden sonra hâlâ nefes alan tek dostum oyken üstelik… Büyükannem de burada olduğumu biliyordur artık. Dualarım daha yakından… Şeftali ağacını da iyileştirebilirsem eminim gülümseyiverir yattığı yerden.
Bu düşüncelerle yürürken derin duygular seline kapılıp gidiyorum. Uzun uzun bakıyorum aşina olduğum bu topraklara.
Karanlık daha koyuydu bu kasabada, ama aydınlatmak için parıldayan yıldızlar daha çoktu. Yollar topraktı, ama yağmurlar tozlanmasına izin vermezdi. Güneş pek görünmese de daha sıcaktı. İçime işlemişti buranın sıcaklığı.
Yüzüme annemin dediği o şapşal gülümsemeyi takınmış yürürken bir anda attığım adım yerle buluşmuyor. Karanlık, ıslak, derin bir kuyuya doğru çekildiğimi hissediyorum. Bir mezar gibi… Acıyan bedenimin sızılarını duyumsuyorum ama gözümü açmaya yetmiyor gücüm, bir de içimden geçenleri susturmaya…
Susmuyor zihnim.
Tüm sevdiklerim beni terk ediyordu. Önce dedem, babam, büyükannem ve şeker dağıtan adam… Hepsi gitmişti. Annemle zaten hiçbir zaman bir anne-kız gibi olamamıştık, sanırım babamın gidişini bana bağladığı ve beni her gördüğünde aklına babam geldiği için bana hiç “kızım” demedi, hiçbir kararıma karışmadı, ağladığımda yanımda olmadı, “Sen bilirsin,” dedi ve elbiselerin üstüne boncuk işlemeye devam etti. “Sen bilirsin,” demekle bana dair tüm sorumluluklardan kurtulduğunu sanıyordu. Onunla hep bir ev arkadaşı gibi yaşadık. Belki de bu yüzden, büyükannem annelik yaptı bana, o da gidince ben tek kaldım işte bu fani dünyada.
Giderek daha çok üşüyorum, soğuk ve ıslak ama vücudumdaki sızılar azalır gibi oluyor. Bir de bakıyorum ki artık göz kapaklarımın ağırlığına teslim oluyorum yavaş yavaş. Derken birinin belimden kavradığını hissediyorum. Sonra ruhun bedenden çıkması gibi yükseliyorum.
Öldüm mü?
Bu kadar kısa mı sürecekti yolculuğum?
Papatyaların arasındayım. Bembeyaz bir elbise var üzerimde. Bir papatya tarlasında ayırt edilmiyorum; onlar kadar beyaz, onlar kadar narin… Bir karartı var ileride, papatyaların içine yakışmayan. Yaklaştıkça tedirgin oluyorum ama kımıldamıyor. O! Şeker dağıtan adam! Neden böyle simsiyah giyinmiş, neden korkutuyor beni? Bana dönüp ellerini cebine sokuyor, çıkardığında bir adım geriliyorum. Düşecek gibiyim. Elleri kapkara… İçlerinde akrepler, böcekler, çürümüş şekerler var.
Ağlıyorum, temizlemek istiyorum ellerini. Etrafta su olup olmadığına bakınırken ben, arkasını dönüp gidiyor.
O gidiyor gitmesine ama bu sefer ben de tutamıyorum kelimelerimi.
“Dur, gitme!” diye haykırıyorum.
Duruyor. Bakmadan yüzüme, rüzgâra bırakıyor sesini.
“Gelmek için çok erken, daha yıkanacak çok suyum var.”
Ağlıyorum.
“İzin versen de o suları ben döksem sana,” diyemeden kayboluyor.
Alnımdan aşağı su damlaları süzülürken bir kadın sesiyle dönüyorum dünyaya.
“Uyan kızım! İyi misin?”
* * *Rüyaymış. Onu rüyalarda görmekmiş nasip.
Elhamdülillah.
Yuva
Gözlerimi açtığımda yuvarlak suratına düşen seyrek çizgilerden ellili yaşlarda olduğunu anladığım, nur yüzlü tenine birkaç tane ben kondurulmuş, burnuna indirdiği gözlüklerinin üstünden haylaz bir çocuk gibi gülümseyen bir kadın görüyorum. Ne olup bittiğini kavrayamadığımı anlamış olmalı ki başlıyor konuşmaya.
O konuştukça ben daha bir ayılıyorum.
“Kızım sen koca çukuru görmemişsin de düşmüşsün. Allah’tan bizim oğlan yürüyüşten dönüşte seni fark etmiş. Yağmur da nasıl bastırmış! Verilmiş sadakan varmış. Ya çukur suyla dolaydı? Seni çıkarıp taşımış. Buraya getirdi.”
Şimdi anlıyorum olan biteni, ayağım kayıp düşmüştüm demek. Gerçi düşmek de denmezdi ya… Teyzenin dediği gibi, aklımdaki düşüncelere kapılıp koca çukuru görmemiştim. Belli ki epey şiddetli bir düşüş olmuştu benimkisi. Her yerim ağrıyordu ve üşüyordum.
Kurumuş dudaklarımı zorla aralayarak, “Çok teşekkür ederim… Ben çok üşüyorum,” diyebiliyorum.
Elini alnıma koyan teyze tiz sesiyle bağırıyor:
“Aaaa Ömer koş, yanıyor bu kız!”
Teyzenin telaşını fark ediyorum ama konuşmaya, kıpırdamaya hâlim yok. Tanımadığım bir evde, tanımadığım insanların benim için koşturmasından mahcup oluyorum fakat gücenmiyorum, her yer Allah’ın evi, hepimiz kardeş değil miyiz? Benim için telaşlanan birilerinin olmasına hem kendim hem de onlar için seviniyorum.
Ve doğrusu biraz da üzülüyorum, çünkü o an fark ediyorum, birileri beni önemseyip endişelenmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş…
Yine de şimdi yabancısı olduğum bu evde, bana aşina olmayan insanların bu incelikli davranışı ilahî bir hediye gibi geliyor.
Ömer dediği adam sanırım teyzenin çocuğu olmalı ki koşar adım giriyor odaya. Saçları ıslak… İşte, diyorum, beni kurtaran adam bu olmalı.
Elini alnıma koyuyor.
“Hemen daha çok havlu ıslat da getir anne. Bir kova da su… Ben de ateş düşürücü vereceğim.”
Teyze hızlıca çıkarken kurtarıcım Ömer kolunu yavaşça boynumun altına sokup kaldırıyor. Yine aynı şeyi hissediyorum. Ruhumun yavaşça yükseldiğini… Sanırım ateş yüzünden. Dudaklarımın ucuna bir hap koyuyor ve bir bardak suyu dayayıp, “Haydi iç bakalım küçük kız,” diyor; itirazsız içiyorum. Kırılmasından korkar gibi, usulca başımı yastığa koyup elini başımın altından alıyor. O sırada teyze tekrar içeri geliyor, kapı kapanıyor; Ömer çıkmış olmalı. Teyze üstümdekileri çıkarıp daha çok üşütüyor beni.
Sonra uyuyorum.
Gözlerimi açabildiğimde pencereden içeri süzülen kadifemsi kızıllık karşılıyor beni. Ateşim düşmüş olmalı ki sıcaklamışım. Yatakta doğrulup başımı karyolanın demirlerine dayıyorum ve başucumdaki komodinin üstüne bırakılmış sudan bir yudum alıyorum. Kendimi toparlayıp, kimse uyanmadan bir an önce gitmek istiyorum. Zaten yeterince yordum insanları.
O niyetle ayağa kalkıp da karşımdaki aynada kendimi görünce ufacık bir kahkaha atıyorum. Üstümde teyzenin giydirdiği pamuklu gecelik, bana neredeyse üç beden büyük… Öyle komik görünüyorum ki, hâlime kıkırdıyorum. Kıyafetlerimi giyip parmak uçlarımda yürüyerek odanın kapısını açmaya yelteniyorum ki, çıkardığı sesten ürkerek geriliyorum.
Kapı genişçe bir mutfağa açılıyor. Sabahın nurunda ocakta çay var ve sıcak ekmek kokusu her yanı sarmış. Öylece kalakalıyorum, gidemiyorum, gitmeyi bırak bir adım bile atamıyorum. Mıhlanıyorum olduğum yere, bir şey beni bu eve bağlamış sanki. Yıllardır duymadığım sıcak ekmek kokusu, erkenden demlenen çay, eşyalar, rafta duran ilaçlar, teyzenin gülen yüzü, Ömer’in ilgisi… Hepsi birleşince hasretini çektiğim bir duyguyu körüklüyor; aitlik.
O an öyle derin bir istek ve özlemle buraya ait olmayı arzuluyorum ki, onlardan biri olmayı… Çünkü burası sıcacık bir yuva… Tencerelerde dünden kalan yemekler ve pencerede menekşeler var. İçinde şefkatle birbirini seven insanlar var. Burası bir yuva ve insan kendinde olmayanı hep özler. Benim özlediğim gibi…
Evet, bir yuvaya hasrettim ben de. O hasret bu evde can buluyor.
Dolandım dolaştım boşandı yağmur
Saçım ıslak kunduram çamur
Eve döndüm yağmur getirdim
Ev yeşerdi ben yeşerdim.
Necati CumalıSöz
Babaannemin evine döndüğümde, kalbimdeki sancıyla kendimi üst kattaki divana atıyorum. Bu boş konak ve daha önce yaşadığım yer koca bir evdi ama bir yuva asla değildi. Evi yuva yapan bir kadın yoktu; üstünde sıcak çorba olan ocak, kapının önünde asılmış çamaşırlar, sehpanın üstünde kitaplar, pencere kenarlarında menekşeler yoktu.
Ev dediğin soğuk duvarlar bütünü, yuva ise sıcacık…
Ev uzak, yuva ise yakın…
Herkes eve sahip, yuvaya ise yalnızca hak edenler.
Hak etmek gerek bir yuvaya sahip olabilmek için. Fedakâr olabilmek gerek; geceleri rüyandan, sabah uykundan, kendinden vermen gerek. Sevmek gerek sevildiğini umursamadan, çabalamak gerek evdekileri doyurmak için, okumak gerek anlayabilmek için ve dinlemek gerek yerine koyabilmek için.
Düşündüklerim canımı acıtıyor, annemi hançer gibi saplıyorum kendime. Evimizi yuva yapmak için hiç uğraşmayan annem, beni ancak uzaktan bakabildiğim kitaplardan okuduğum, yüreğimle hissedebildiğim yuvaya hasret bırakmıştı. Bana söyledikleri aklıma geldikçe tekrar, yine, yeniden tüm sistemim çökme noktasına geliyor.
“Evlenip gideceksin,” derdi. “Oku, kendi ayaklarının üstünde dur, kendine bakmayı öğren.” Ki bunlar en az can yakıcı olanlarıydı.
Anneme hiçbir zaman evlat olamadım ben. Mesela saçlarımı hiçbir zaman örmedi, ilkokulda arkadaşlarımın balıksırtı örülmüş saçlarına bakarken ağlardım çünkü babam tarayıp bağlayabiliyordu ancak. Kaç gece korkuyla uyanıp başucuna koştuğumda, “Uykum var. Git yat, bir şey olmaz,” deyip başından savdı beni, sayısını hatırlamıyorum.
İşte bu yaşadıklarım yüzündendir, ki hatırlamak istemediğim için çok anmak istemem, annem hep o evde bir emanet olduğumu hatırlattı bana. Belki de o yüzden gitmek bu kadar kolay geldi. Sadece bir sırt çantasıyla yollara düşerken geriye bakıp çok gözyaşı akıtmadım; ne de olsa arkamdan su döken, “Allah’a emanet ol!” diyen bir sevdiğim yoktu.
Alın yazısı yolcu olmaksa insanın; yollar yuva, yolculuk da ekmek gibi oluyor.
Silkeleniyorum.
Utanıyorum, tanımadığım bir evde hak etmediğim bir yuvaya ait olma düşüncemden.
“Kendine gel Elif, sen ki bu yolculukta kendine varmadan dönmemeye sözlenmişsin; kanma zihninin oyunlarına. Yuvan yolculuğun sonunda bekliyor seni, ne zaman ki elif gibi dik durmayı öğreneceksin, o zaman yuvanı kurmak için kuşlar gibi çırpınacaksın. Bir kadın yuvasını kurmak için önce elif gibi dik ve sağlam olmalı. Kadın sağlam olacak ki yuvası da yıkılmaz olsun.”
Söz veriyorum, bir daha gönül isteklerimle oyalanmayacağım.
Sana söz verdiğim gibi dimdik duracağım.
Yol boyu yalnızca senin karşında vav gibi eğileceğim.
Söz, bir daha kalmayı düşünmeyeceğim. Ayaklarım kanayana kadar yürüyeceğim.
Senden başkasını yuva görmeyeceğim.
Sözüm, söz söyleyenlerin en büyüğüne.
Söz…
Mesaj
Şeftali ağacına ilaç almak için şehre gitmem gerekiyor. Gece boyunca yağan yağmurun izleri hâlâ toprakta. Sıcak ekmeğin hissettirdiği gibi bir huzur veriyor toprak kokusu. Otobüs çamurlu yollardan asfalt yola geçerken sarsıntı kesiliyor, adeta yağ gibi akmaya başlıyoruz şehre doğru. Şehirler hep aynı… Hep kalabalık, telaşlı, soğuk, gürültülü ve yapmacık; aynı zamanda ışıltılı ve aydınlık, sanki içindeki mutsuzluğu örtmeye uğraşan bir kadın gibi gülümsemeye çalışıyor.
Şehirden uzak olsan yaşamak zor, şehirde yaşasan uzaklaşmak imkânsız. İki ucu çıkmaz sokak gibi bağlıyor insanı kendine. Bir yanda yükselen ezan sesine, diğer yanda şehrin şarkıları karışır, bir tarafta cenazesi vardır diğer yanda düğünü, bir caddede dileneni diğer caddede ise bir kaşık alıp bırakılan lüks yemek mekânlarıyla işte oradadır. Hem uyum hem de zıtlık. Geceye karışan gün, gündüze sarkıntılık eden gece.
Biz şehre değil, şehir bize sahip. Bedenlere vurulan moda kilidinin müteahhidi, gezip dolaşmayı paraya bağlayan, sevmeyi bile kalıba sokan değnekçi şehirler…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов