
Полная версия:
Sherlock Holmes'un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9
“Hangi gazeteyi okuyordu?” diye sormuştum.
Hikâyesini böldüğüm için müşterim biraz bozulmuştu.
“Ne önemi var ki?” diye sormuştu.
“Sandığınızdan da önemli olabilir.”
“Pek dikkat etmedim.”
“Geniş sayfalı bir gazete miydi yoksa şu haftalık dergiler gibi küçük müydü? Bunu hatırlıyor musunuz?”
“Aslında şimdi düşünüyorum da geniş sayfalı sayılmazdı. Belki ‘The Spectator’ idi. Ancak böyle ufak tefek ayrıntılar üzerinde duracak hâlde değildim; çünkü sırtı pencereye dönük bir adam daha vardı içeride. Yemin edebilirim ki o kişi Godfrey idi. Yüzünü göremiyordum ama geniş omuzlarının kıvrımı bana tanıdık gelmişti. Şömineye doğru dönmüş, dirseklerini masaya dayamıştı. Büyük bir üzüntü içindeymiş gibiydi. Ne yapacağımı düşünürken birdenbire biri omzuma sert bir şekilde dokunmuştu. Yanımda Albay Ems-worth duruyordu.
‘Bu taraftan, bayım!’ demişti alçak bir sesle. Eve girene kadar sessizce yürümüştük. Onu odama kadar takip ederken koridor masasının üzerinde duran tarifeyi de hemen kapıvermişti.
‘Sekiz buçukta Londra’ya bir tren varmış.’ dedi, ‘Sekizde sizi kapıda bir araba bekliyor olacak.’
Öfkeden bembeyaz kesilmişti ve gerçekten kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki ancak birkaç tutarsız özür sözü kekeleyebilmiştim. Mazeret olarak arkadaşıma duyduğum endişeden söz etmiştim.
‘Bu konuyu konuşmamıza gerek yok.’ demişti sözümü bölerek, ‘Ailemizin özel hayatına zorla girdiniz. Buraya bir misafir olarak geldiniz, şimdi de bir casus olarak çıkıyorsunuz. Size söyleyecek bir şey bulamıyorum bayım. Ama sizi bir daha asla etrafımda görmek istemediğimi söyleyebilirim.’
Artık ben de çileden çıkmıştım Bay Holmes ve birkaç öfkeli söz sarf etmiştim:
‘Oğlunuzu gördüm; bir nedenden dolayı onu bütün dünyadan saklıyorsunuz. Ona bu şekilde davranmaktaki amacınızın ne olduğunu bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var: O artık özgür bir insan değil. Sizi ikaz ediyorum Albay Emsworth: Arkadaşımın güvenliğinden ve sağlığının yerinde olduğundan emin olana kadar, bu gizemli olayı çözmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Ayrıca söyleyeceğiniz veya yapacağınız hiç bir şey gözümü korkutmayacak.’
Yaşlı adam bir an için şeytanın etkisi altına girmiş gibi oldu, gerçekten de bana saldıracağını düşünmüştüm. Acımasız, ihtiyar bir dev olduğunu söylemiştim size. Ben de pek güçsüz sayılmadığım hâlde kendimi ondan koruyabileceğimden pek emin değildim. Neyse ki bana uzun süre öfke içinde baktıktan sonra arkasını dönüp odadan çıkmıştı. Bana gelince… Kararlaştırılan trene sabah bindim, tek amacım doğruca size gelip yardımlarınızı ve tavsiyelerinizi istemekti. Bu yüzden sizden randevu talep ettim.”
Ziyaretçimin bana sunduğu problem bundan ibaretti. Keskin zekâlı okuyucularımın da anlayacağı gibi, üstesinden gelmem gereken sadece birkaç zorluk vardı. Elimdeki birkaç alternatif metot sayesinde olayın köküne inmem an meselesiydi. Yine de her ne kadar basit gözükse bile tuhaf olaylar dönüyordu. Bu nedenle her şeyi kaleme alamayacağım için beni mazur göreceğinizi umuyorum. Artık ihtimal dâhilindeki çözümleri sınırlamak için mantık analizinde her zaman kullandığım metotlara başvurmalıydım.
“Evde kaç hizmetkâr var?” diye sormuştum.
“Anladığım kadarıyla yaşlı uşak ve eşinden başka kimse yok. O ailenin çok sade bir yaşantısı var.”
“Bu durumda, o ek binada hizmetkâr yok?”
“Hayır, yok. Eğer o ufak tefek, sakallı adam hizmetkâr değilse tabii. Ama onda amirane bir hava var.”
“Bu çok ilginç… Bir evden diğerine yiyecek götürüldüğünü gördünüz mü?”
“Aslına bakarsanız, yaşlı Ralph’in bahçe patikasından o eve bir sepet götürdüğünü görmüştüm. O an onun yiyecek olabileceği aklıma gelmemişti.”
“Etrafta hiç araştırma yaptınız mı?”
“Evet, yaptım. İstasyon şefi ve han sahibiyle konuştum. Eski arkadaşım Godfrey Emsworth hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordum doğrudan doğruya. Her ikisi de onun bir dünya turuna çıktığına inanıyor. Eve gelir gelmez tekrar yola koyulduğunu söylediler. Belli ki bu yalanı herkes kabullenmiş.”
“Şüphelerinizden söz ettiniz mi?”
“Hayır.”
“Çok akıllıca davranmışsınız. Bu meseleyi gerçekten araştırmamız gerekiyor. Sizinle Tuxbury Old Park’a geleceğim.”
“Bugün mü?”
Ancak o sıralarda, arkadaşım Watson’ın “Manastır Okulu” olarak adlandırdığı ve Greyminster dükünün de bulaştığı bir davayla ilgileniyordum. Bunun yanı sıra, Osmanlı padişahı tarafından görevlendirilmiştim. Bu konuda acilen harekete geçmeliydim; ihmal edildiği takdirde çok ciddi politik sonuçlar doğurabilirdi. Dolayısıyla ancak bir sonraki haftanın başında, Bay James M. Dodd ile Bedfordshire’deki yeni görev yerime gidebilmiştim. Euston’a doğru arabayla giderken yolda -daha önceden gerekli ayarlamaları da yaparak- esmer, ciddi ve sessiz bir beyefendiyi de yanımıza almayı ihmal etmedik.
“Eski bir arkadaşım.” demiştim Dodd’a, “Onun varlığı çok önemli olabilir. Ama diğer taraftan da olmayabilir de… Bu aşamada size daha fazla bilgi vermem gereksiz gibi gözüküyor.”
Bir dava üzerinde çalışırken boş yere konuşmayışıma veya düşüncelerimi pek açığa vurmayışıma şüphesiz Watson’ın hikâyelerinden alışıktır okuyucular. Bu nedenle Dodd biraz şaşırmıştı. Ama tek bir söz dahi etmemişti ve üçümüz de yolculuğumuzu sürdürmüştük. Trendeyken arkadaşımın da cevabını duymasını istediğim bir soru daha sormuştum Dodd’a.
“Penceredeyken arkadaşınızın yüzünü çok iyi gördüğünüzü söylüyorsunuz, hatta onu o kadar net görmüşsünüz ki o olduğuna eminsiniz, değil mi?”
“Hiç şüphem yok. Burnunu pencereye iyice yapıştırmıştı. Lambanın ışığı da yüzünü iyice aydınlatıyordu.”
“Ona benzeyen biri olamaz mıydı?”
“Hayır, hayır… Kesinlikle oydu.”
“Ama değişmiş olduğunu söylüyorsunuz.”
“Sadece rengi. Yüzü… Nasıl tarif etsem?.. Bembeyazdı. Çok solgundu.”
“Her tarafı eşit beyazlıkta mıydı?”
“Sanmıyorum. Ama yine de pencereye iyice yaklaştığından çehresini çok net görebildim.”
“Ona seslendiniz mi?”
“O an fazlasıyla şaşkınlık ve dehşet içindeydim. Sonra size de söylediğim gibi onu takip ettim ama çabam boşunaydı.”
Davam neredeyse tamamlanmak üzereydi, sadece ufak bir kısmını açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. Uzun bir araba yolculuğundan sonra müşterimin tarif ettiği o tuhaf ve biçimsiz eve ulaşabilmiştik. Kapıyı bize yaşlı uşakları Ralph açmıştı. Arabayı bir günlüğüne tutmuştum, yaşlı arkadaşıma onu çağırmadığımız sürece arabada beklemesini söyledim. Yüzü buruş buruş olmuş yaşlı uşak Ralph, siyah paltosu ve siyah beyaz kırçıllı pantolonuyla bilindik uşak elbiseleri içindeydi. Ancak bir şey göze çarpıyordu. Ellerinde kahverengi deri eldivenler vardı ve bizi görür görmez onları hemen çıkararak koridordaki masanın üzerine bırakıvermişti. Arkadaşım Watson’ın da daha önce söylediği gibi benim olağanüstü keskin duyularım vardır. İçeri girerken hafif ama belirgin bir koku almıştım. O kokunun kaynağı sanki koridordaki masaydı. O tarafa yöneldim, şapkamı masanın üzerine bıraktım, sonra yere düşürdüm ve almak için eğildim. Böylece burnumu o eldivenlerin bir fit kadar yakınına getirmeyi başarmıştım. Evet, o ilginç katran kokusu kesinlikle onlardan geliyordu. Böylelikle davamı sonuçlandırmış bir hâlde çalışma odasına geçmiştim. Hikâyemi anlatırken bazı şeyleri saklı tutamamam ne kadar da üzücü! Zincirdeki bu halkaları gizli tuttuğum için Watson oldukça cafcaflı sonlar üretebiliyordu.
Albay Emsworth odasında değildi ama Ralph ile gönderdiğimiz mesajı alır almaz bir hışım yanımıza gelmişti. Hızlı ve şiddetli adımlarını koridorda duymuştuk. Kapıyı sonuna kadar açan, sakallı ve çarpık yüz hatlarına sahip adam içeri dalmıştı. Böylesine korkunç bir adamı pek az görmüşümdür. Elinde kartvizitim vardı. Onu hemen yırtarak yere fırlatmış, sonra da üstünde tepinmişti.
“Seni melun, işgüzar adam! Daha önce sana, buraya bir daha gelmemeni söylememiş miydim? Şu lanet olası yüzünü bir daha görmek istemiyorum! Eğer buraya bir daha iznim olmadan girersen şiddet uygulayacağım ve hukuken haklı sayılacağımı biliyorsun. Sana ateş etmekten çekinmem bayım! Tanrı biliyor ya yaparım!”
“Size gelince…” diyerek bana dönmüştü, “Aynı şeyler sizin için de geçerli. Sizin o rezil mesleğinizi biliyorum. Ama alın o meşhur hünerlerinizi de başka kapıyı çalın. Burada onları kullanmanıza izin vermeyeceğim!”
“Buradan hiçbir yere gitmeyeceğim.” demişti müşterim sertçe, “Zorla alıkoyulmadığını Godfrey’nin kendi ağzından duymak istiyorum.”
Gönülsüz ev sahibimiz zili çaldı.
“Ralph!” dedi, “Hemen polise telefon et ve müfettiş beyden iki memur göndermesini söyle. Evde hırsız olduğunu eklemeyi de ihmal etme!”
“Bir dakika…” demiştim, “Bay Dodd, Albay Emsworth tamamen haklı ve yasal olarak onun evinde bulunmamamız gerekiyor. Ancak diğer taraftan, sizin yaptıklarınızın tamamen oğlu için duyduğunuz endişeden kaynaklandığını da fark etmiştir herhâlde. Eğer beş dakika sizinle konuşmama izin verirseniz Albay Emsworth, eminim bu olaya bakış açınız değişecektir.”
“Benim bakış açım kolay kolay değişmez!” demişti yaşlı asker, “Ralph, söyleneni yapsana! Daha neyi bekliyorsun? Çabuk polisi ara!”
“Öyle bir şey yapmanıza gerek yok.” demiştim sırtımı kapıya yaslayarak, “Eğer polis olaya karışırsa işte o zaman korktuğunuz felaket başınıza gelecektir.” Defterimi çıkararak içindeki boş bir sayfaya tek bir kelime karalamıştım. “Buraya gelmemizin tek nedeni budur.” diyerek Albay Emsworth’e uzatmıştım.
Şaşkınlık dışında her ifadenin yok olduğu bir yüzle kâğıda öylece bakakalmıştı.
“Nereden biliyorsunuz?” diyebilmişti yavaşça sandalyesine oturarak.
“Her şeyi bilmek benim görevim. İşim bu çünkü.”
O sıska eliyle karışık sakalını çekiştirerek bir süre derin düşüncelere dalmıştı. Sonra da boyun eğdiğini gösteren bir tavır takınmıştı.
“Eğer gerçekten Godfrey’yi görmek istiyorsanız buyurun görün…
Artık olay benden çıktı. Beni siz zorladınız. Ralph, Bay Godfrey ve
Bay Kent’e beş dakika içinde yanlarında olacağımızı söyle.”
Daha sonra bahçe patikasından geçerek kendimizi o gizemli evin önünde bulduk. Kapıda şaşkınlığını gizleyemeyen ufak tefek, sakallı bir adam duruyordu.
“Bu çok ani oldu Albay Emsworth!” demişti, “Bütün planlarımız altüst oldu.”
“Elimde değildi Bay Kent. Beni mecbur ettiler. Bay Godfrey bizimle görüşebilecek mi?”
“Evet, içeride bekliyor.” Arkasını dönüp bizi oldukça sade döşenmiş odalardan birine götürmüştü. Şömineye sırtını vermiş bir adam ayakta duruyordu. Müşterim onu görür görmez kollarını iki yana açarak ona doğru koşmuştu.
“Ah, Godfrey, eski dostum, seni görmek ne güzel!”
Ama diğeri elini kaldırarak onun yaklaşmasını engelledi.
“Bana dokunma Jimmie! Uzak dur benden. Evet, bana öyle bakabilirsin! B Bölüğü’nün hızlı piyade onbaşısı Emsworth’e pek benzemiyorum artık değil mi?”
Gerçekten de dış görünüşü pek hoş değildi. Eskiden, Afrika güneşinde bronzlaşmış, yakışıklı, düzgün hatlı bir delikanlı olduğu belliydi ama esmer teninin üzerinde benek benek beyazlıklar vardı, cildi sanki ilginç bir şekilde ağarmıştı.
“İşte bu yüzden ziyaretçilerle pek haşır neşir olmuyorum.” demişti, “Senden yana bir kaygım yok Jimmie ama arkadaşın gelmeseydi daha iyiydi. Eminim iyi bir nedenin vardır. Fakat beni zor bir duruma düşürdün.”
“Seninle ilgili her şeyin yolunda gittiğine emin olmak istedim Godfrey. Seni o gece penceremden içeri bakarken gördüm. Bu meseleyi çözmeden huzur bulamayacaktım.”
“İhtiyar Ralph senin orada olduğunu söyleyince dayanamayıp bir bakayım dedim. Beni fark etmeni beklemiyordum. Pencereyi açtığını duyunca mecburen saklandığım yere koşmuştum.”
“Ama Tanrı aşkına neler oluyor?”
“Aslında uzun bir hikâye değil.” demişti bir sigara yaktıktan sonra, “Hani Pretoria dışında, Buffelsspruit’taki sabah çatışmasını hatırlıyor musun? Doğu demir yolları hattındaydık. Benim vurulduğumu duymuştun.”
“Evet, doğru ama ayrıntıları hiç öğrenememiştim.”
“Biz üç kişiydik, sizin yanınızdan ayrılmak zorunda kalmıştık. Çok engebeli bir arazi olduğunu hatırlayacaksın. Simpson vardı; hani ona Kel Simpson derdik. Sonra Anderson ve ben vardım. Boer’lerle savaşıyorduk. Ama onlar pusuya yatarak üçümüzü bulmuşlardı. Diğer iki arkadaşım öldürüldü. Ben omzumdan bir kurşun ile yaralanmıştım. Ancak bir şekilde atıma binebilmiştim. Bayılıp eyerimden düşmeden önce herhâlde atım birkaç mil kadar dörtnala koşmuştu.
Kendime geldiğimde hava kararmıştı, kendimi çok güçsüz ve hasta hissediyordum. Ama yine de yavaşça doğrulmaya çalıştım. Hemen yakınlarda bir evin olduğunu görünce çok şaşırdım. Bir sürü penceresi ve geniş bir verandası olan kocaman bir evdi bu. Hava çok soğuktu. Akşamları adamı âdeta hissizleştiren o soğuğu hatırlıyor musun? Bizim alışık olduğumuz ayazlardan farklıydı. Öldürücü, hasta edici bir ayazdı. Her neyse, iliklerime kadar donmuştum ve tek ümidim o eve ulaşmaktı. Ne yaptığımın bilincinde olmayarak zar zor ayağa kalktım ve kendimi o yöne doğru sürüklemeye çabaladım. O merdivenlerden yavaşça çıktığımı, sonuna kadar açık olan bir kapıdan içeri girdiğimi, birkaç yatağı bulunan büyük bir odaya geçtiğimi ve memnuniyet nidasıyla kendimi o yataklardan birine attığımı hayal meyal hatırlıyorum. Yatak yapılmamıştı ama o an bu umurumda bile değildi. Tir tir titreyen vücudumdan kıyafetlerimi çıkardım. Bir dakika içinde derin bir uykuya dalmıştım.
Uyandığımda sabah olmuştu ve ruh sağlığı yerinde olan bir dünya yerine korkunç bir kâbusa uyanmıştım. Büyük ve perdesiz pencerelerden Afrika güneşinin ilk ışıkları içeri süzülüyordu ve o kocaman, bomboş, beyaz badanalı yatakhanenin her ayrıntısı net ve belirgin bir şekilde göze çarpıyordu. Hemen yanımda ufak tefek, cüce bir adam duruyordu, kafası ampul gibiydi, heyecanlı bir şekilde Almanca konuşuyor ve kahverengi süngerlere benzeyen korkunç ellerini sürekli havada sallayıp duruyordu. Hemen arkasında, bu durumu oldukça eğlenceli bulan bir grup insan vardı. Onlara baktığımda içimden bir ürperti geçmişti. Hiçbiri normal bir insana benzemiyordu. Her biri tuhaf bir şekilde ya eğri büğrüydü ya şişkindi ya da biçimi bozulmuştu. Bu hilkat garibelerinin kahkahaları oldukça tüyler ürperticiydi.
Öyle görünüyordu ki hiçbiri İngilizce konuşamıyordu ama meseleye bir şekilde çözüm getirilmesi gerekiyordu. Bu arada o koca kafalı yaratık gitgide sinirleniyor ve vahşi bir hayvan gibi çığlıklar atıyordu. Yaramdan sızan kanlara aldırmaksızın biçimsiz elleriyle beni yakalayıp sürükleyerek yataktan çıkarmaya çalışıyordu. O küçük canavar, bir boğa kadar güçlüydü. Eğer yetkili olan yaşlıca bir adam, odadaki şamatayı duyup gelmeseydi kim bilir bana neler yapacaktı! Ona sertçe Almanca bir şeyler söyledikten sonra bana zulmeden adam sessizleşti. Sonra yeni gelen adam bana dönüp şaşkın şaşkın baktı.
‘Siz buraya nasıl geldiniz?’ diye sordu hayretler içinde, ‘Durun bir dakika! Siz çok bitap düşmüşsünüz ve omzunuzdaki yarayla ilgilenmemiz gerekir. Ben bir doktorum, birazdan çaresine bakarız. Ama inanın bana, savaş alanında olsaydınız daha iyi olurdu, burada daha büyük bir tehlikedesiniz! Siz bir cüzzam hastanesindesiniz ve bir cüzzamlının yatağında yattınız.’
Daha fazla söze gerek var mı Jimmie? Yaklaşmakta olan savaş haber alınır alınmaz bütün bu zavallı yaratıklar bir önceki gün tahliye edilmiş. Sonra İngilizler savaş alanlarında ilerledikçe o tıp doktoruyla birlikte geri dönmüşler. Ayrıca o hastalığa karşı olan bağışıklığına rağmen benim yaptığıma asla cesaret edemeyeceğini de söylemişti. Beni hemen özel bir odaya alarak yaramı tedavi etti ve yaklaşık bir hafta içinde de Pretoria’daki hastaneye nakledildim.
Evet, benim trajedim bundan ibaret… Günlerimi ümit ederek geçirdim ama eve gelip de yüzümün bu şekilde değiştiğini görünce bu illetten kaçamadığımı anladım. Ne yapmalıydım? Bu ıssız evin içindeydim. Her zaman güvenebileceğimiz iki tane hizmetkârımız vardı. Ayrıca kalabileceğim bir de ev. Cerrah olan Bay Kent, bunu sır olarak saklamak şartıyla benimle kalmayı kabul etti. Her şey buraya kadar basit görünüyordu. Ama başıma gelebilecekler korkunçtu: Yabancılar arasında tecrit edilecektim ve kurtulma şansım hiç olmayacaktı. Her şeyin gizli kalması çok önemliydi, yoksa bu sessiz sakin yerde bile büyük protestolarla karşılaşabilir ve korkunç sonuma doğru sürüklenebilirdim. Sen bile Jimmie… Sen bile hiçbir şeyi bilmemeliydin. Babamın nasıl insafa geldiğini tahmin bile edemiyorum…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Limbo: Vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa’dan önce yaşamış olanların ruhlarının bulunduğuna inanılan cennet ile cehennem arasındaki sınır.
2
Cockney: Doğu Londralılar.
3
Valhalla: İskandinav mitolojisine göre savaşta şerefiyle ölen cengâverlerin evi.
4
Ruritania: İngiliz yazar Anthony Hope tarafından kurgulanmış, Orta Avrupa’da yer alan bir hayalî ülkedir.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов