Читать книгу Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri
Оценить:
Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri

3

Полная версия:

Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri

Aben oğlunun kaderini çok düşündü. Bir eli yağda bir eli balda büyüttü. Ne yer ne içerim diye bir kaygısı olmadı. Evet, yetiştirilmesine katkıda bulunamadı. Okuluna hiç gitmedi. İşi fırsat vermedi ki… Sabah saat sekizde gittikten sonra gece on-on bir gibi ancak dönerdi. Gittiğinde de, geldiğinde de çocuğu uykuda olurdu. “Babam iş gezisinde mi?” diye sorarmış annesine.

Aben bu noktada bir gerçeği kabul etmek zorunda kalmışçasına kafasını salladı, derin bir iç çekti. Eyvah, kendi çocuğumu yetiştirmeye vaktim olmadıysa, onunla günlük hayatın yükünü paylaşmadıysam, sevinç ve kederlerine ortak olmadıysam, sırlarımı, sırlarını paylaşmadıysam, dertleşmediysem çocuğum babalı yetim olarak büyümüş. Terbiyeyi sokaktan gören çocuk sokak çocuğu olmayacak da ne olacak?

Düşünce düşünceyi takip etti, Aben’in morali daha da bozuldu. Hayatına baktıkça eski eğlenceler, sürdüğü sefa daha farklı bir şekilde göründü. Anlamsız, değersiz şeyler gibi… “O halde sen şu yaşamından ne buldun?” diyor, içinde çok önceden uykuya dalmış ve yeni uyanmış biri. Aben ağzını geveledi, bu soruya cevap bulamadı. Eş mutluluğu… Evet, evlilik mutluluğu varmış ya, ama eşiyle olan münasebetleri oğluyla olan münasebetlerinden hallice. Devamlı dışarıda olduğu için dışarının zevkleri kalbinde daha fazla yer almış, evdeki zevkler boynunda bir vazife gibi gelirdi. Ailenin bütün bereketi aile reisinin görevi sayesinde kazanıldığı için bütün istek ve amaçlar direk o göreve bağımlıydı. Bir şey olunca, “Babanın kariyerine zararı dokunur, babanın işine engel olur…” lafları bu evde kanun hükmündeydi. Konforlu hayat sağlayan, şan ve şerefe ulaştıran o mevkiyi, karısı kendisinden daha fazla seviyor gibi gelirdi bazen…

Diş ağrısı dinecek gibi değil. Ağzından geçen lokmalar zehir zemberek olduğu için geldi yatağına uzandı. Kendisi konuşmadıkça bunu rahatsız etmeye evdekilerin hiçbiri cesaret edemezdi. İşte bir şey olmuştur. Onu düşünüyordur…

Karısı gelecek Çarşamba günü arabaya ihtiyacının olacağını söylemişti. Aben içinden güldü; “Zavallı, gelecek Çarşamba günü değil araba, kederinle boğuşuyor olacaksın sağlık olursa.” İlginç olan, evdeki insanlarla ara sıra konuşuyorsa da, onlarda bir hayat belirtisi nefeslerini, kalp atışlarını hissedemiyor. Onların kurşun geçirmeyen cam bir duvarın arkasında, başka bir âlemde sadece görüntüleri var gibi. Yaklaşmak isterse yaklaşamaz. Bir yerlerden gelen anlaşılmaz bir yalnızlık yanından hiç ayrılmıyor.

Düşündü de gerçekten güveneceği, dertleşeceği bir dostu da yok. Eski arkadaşlarını iş arkadaşları değiştirdi. Onlar da sanki değişen elbise gibiler. Eski arkadaşlarıyla görüşmeye vakti yok. Bir de onların çoğu sadece bundan bir şeyler koparmanın derdinde zaten. Yardım, iş isterler, falana söyle, filana söyle, bitmek bilmeyen ricalar. Akraba gelirse o da bir şeyler ister. Yardım etmezse gölgesinde köpek yatmayan hayırsız derler. Onlar çok, Aben yalnız, hangi birine yetişecek? Bir dediğini iki etmeyen, bağırınca tir tir titreyen, emrine amade bağımlı insanlar da var. Onlara dost denmez zaten. Ara sıra uğrayan, ilişkilerini tamamen kesmediği tek arkadaşı var, o bile insanlara; “Bakan olacağım diye eş dosttan ayrıldı, zavallının benden başka kimsesi yok.” diyormuş.

Hiçbir mantık, hiçbir kanunla açıklanamayan bu hayatın sırrına kim varmış? Bazıları insan kendi kaderinin sahibidir diye gürültü yaparlar. Günlük planlamayla yaptığın işler kader değildir. Kader senin hayat mücadelenle dış faktörlerin çarpışmasından doğan nasibindir. Senin iradene tabi olmadığı için kader diye adlandırılır zaten. Aben de eskiden “Hayat eşiğinden içeri girdikten sonra karşında birçok yol çıkar, her yolun nereye varacağı belli, istediğini seç ve yürü” diye düşünürdü. Hâlbuki iş böyle değilmiş. Hayat insan ayağı basmamış bakir bir orman gibidir. O ormanın içinden sana hangi patikanın nasip olacağı bahtına bağlı. Aben bu yolu seçeceğim diye düşünmemişti hiç. Alnında yazılı olan buymuş. Evet, kolay bir yol olmadı. Boynuna ilk defa ip geçen yabani at gibi birçok kez şaha kalktı. Birçok çocukluk hayali kül oldu. Hâsıl-ı kelam, toplum hamur gibi yoğurdu, bunu kendisine lazım olan bir insan yaptı. Aben susmayı öğrendi, yalandan onaylamayı, içindekini gizleyip, farklı şeyler söylemeyi öğrendi. Millet bunun fıtratını ağırbaşlı, sabırlı diye bilirdi, aslında ağzından laf kaçırma korkusundan kaynaklanan bir durumdu, ama bu bir tek insanın değil, genel olarak toplumun içinde bulunduğu bir durum değil mi? Değil başkası kendine bile muktedir olunamayan bir devirde kim ne bitirmiş? Muktedir olmakmış, kimde var ki öyle bir iktidar? Bakan bir yana o sekreterde de yok. Demin tir tir titreyerek karşısına çıkan Koybagarov’tan ne farkı var? Hatta sekretere nazaran Koybagarov’un uykusu da, sinirleri de daha sakindir. O iktidar Birinci’de var mı ki? Birine karşı büyüklük taşlanan, öbürünün önünde elpençe divan durulan şu devirde iktidar bayrağının dikildiği yer, bizlerin gözü yetişecek yer değildir. Uzakta, çok uzakta. Bunu bilirsek, birbirimizi suçlamak yerine birbirimize acırız…

Kalbi hafifçe cızladı. Midesidir. Öğrencilik yıllarından kalma gastriti var. “Doktor mu çağırsam acaba…” diye düşündü. “Doktor var ya, onu nasıl unuttum.” diye sevindi içinden. Ne var ki, doktor aklına geldiği an dişi de midesi de yavaş yavaş diner gibi oldu. Evdeyken bir yeri ağrıdığında, doktora gidince iyileşirdi genel olarak. Doktor orasını burasını okşayıp “Nasıl, acı var mı?” dediğinde çaresiz bir şekilde “Hayır.” demek zorunda kalırdı.

Vücudu biraz dinlenmişti ki, sıra bende dercesine endişesi geri döndü. Endişenin başı cevabı olmayan “Şimdi ne yapacağım?” sorusuydu. Ne bir iş yapacak ne de gördüklerini, bildiklerini kitaplaştıracak herhangi bir özelliğe sahip değilmiş. Hatta bakan olmaktan başka hiçbir şey yapamaz gibi. “Şimdi ne yapacağım?” dedi, ümitsiz bir şekilde. Dertlerini dökeceği kimsesi yok. Hepsi kayboldu. Şuurunun derinliklerinde bir şey, “Dertleşeceğin, sırlarını paylaşacağın ben varım.” diyordu sanki. Ne olduğunu anlamaya çalıştı ve sonunda anladı. Kendisini hayatı boyunca kul eden, ruhuna da canına da boyunduruk geçiren, kardeşten, arkadaştan ayıran, elden ayıran efendisi “İş” imiş. Şimdi o da yok. Şu duran sadece gölgesi…

İç dünyasında tekrar fırtınalar kopmaya başladı. Evleri yıkan, denizleri yatağından çıkarıp, barajları paramparça eden, şehirleri suya gark eden dağdağalı fırtınalar. Aben içinde böyle bir afeti hissetti. Döneri olmayan, devasız afet.

Gönlünün köşesinde pişmanlık gibi yetim bir duygu belirdi. “Heyhat!” diye inledi. İnleyen canı mıydı, teni miydi, kendisi de anlayamadı. İki acı birleşmiş gibi.

Midenin asit seviyesi yükselmiş olmalı ki, mide ekşiliği arttı. Sirke suyunu içmiş gibi her tarafını acıtıyor, adeta deliyordu. Hiç dinmeyen, hafiflemeyen, uçsuz bucaksız bir buhrandı bu.

Aben, istasyonunu kaçırmış bir tren yolcusunun hissiyatı içinde; “Heyhat, deminden beri doktor çağırılabilirdi!” diye düşündü. Şimdi yılanın kucağına düşmüş kurbağa gibi acının tesirinden kurtulamıyor. Hareket etmek ister, edemez, konuşmak ister, sesi çıkmaz. Aben çok terledi. Bilinmeyen bir dert ağaç kesen testere gibi takatini inceltti, hepten bitirmeye yakın kaldı.

Karısı, çoluğu-çocuğu kendisinden ayrılarak, elin yetişemediği, sesin varmadığı bir yere doğru uzaklaşıyorlar. “Heyhat!” demek istedi, sesi tekrar çıkmadı. “Yazık…

Aniden biri içini sıcak bir demirle yakmış gibi oldu. Aben şuurunu kaybetti. Sadece bu azabın neyle bitecekse bitsin, çabuk bitmesini dilemeye fırsat buldu.

* * *

Aben’in enfarktüsten vefat ettiğini sekreter Cumartesi günü sabah işteyken öğrendi. Daha dün akşam yanından sağ salim ayrılan insanın nasıl öldüğünü anlamayarak:

Nasıl olur, nasıl olur?” diye, tekrarladı perişan bir şekilde.

“Gece yarısı uyurken olmuş herhalde. Ailesi de bugün sabah öğrenmiş.” dedi organizasyon dairesinin müdürü devlet sırrına ifşa ediyormuş gibi fısıldayarak; “Beni hastaneden daha yeni aradılar. İkinciyi haberdar ettim. Şimdi çağırır kendisi de.”

Sekreter sessiz sakin bir şekilde uzun bir müddet oturdu. Cebinden ilacını çıkardı ve aldı. Sekreterin sağlık durumunu kendisinden daha iyi bilen yardımcısı doktor çağırttı. Doktor böyle olacağını önceden biliyormuş ve koridorda bekliyormuş gibi anında geldi. Kan basıncını ölçüp, kalp atışlarını dinledikten sonra hastaneye yatırmak istedi. Sekreter kabul etmedi.

Bakanın vefatına bağlı olarak kurulan komisyona kendisi başkanlık etti. Yer ayarlamak, orkestrayı getirtmek, cenaze yemeği için finansman sağlamak, kurumlardan çelenk getirtmek, memleketindeki bir okula, şehirdeki bir caddeye merhumun ismini verme meselesini özel bir kararnameyle halletmek gibi işleri bizzat takip etti.

Sekreterin, tek kardeşini son yolculuğuna gönderiyormuş gibi bu işe bu kadar eğilmesini insanlar büyük insaniyet göstergesi olarak algıladılar.

Ertesi gün yardımcısını da yanına alarak, Aben’in evine başsağlığına geldi. Merhumun ailesi ölümün kudretini kabullenerek, kayıplarını mevta için yaptıkları hizmetlerle telafi etmek istercesine gelen gidenleri ağırlıyor, durmadan koşuşturuyorlardı.

Merhumun siyahlara bürünmüş eşi, gözünden yaş akıttı, ama sesli ağlamadı. Aben’in öldüğünü öğrenince sekreterin hastalandığını da duymuştu.

Başsağlığı merasiminden sonra merhumu, toprağa verme işlemleri hakkında konuşuldu. Yas tutan eşi, sekretere teşekkür etmeyi unutmadı. Bütün aydınlar, halk vefatı büyük üzüntü içinde öğreniyor, ailenin acısını paylaşıyordu. Özellikle büyük patronun, haberi duyunca gezisini yarıda keserek döndüğünü, sabahleyin eve uğradığını anlattığında, bu durumu kendisi için büyük bir şeref ve gurur kaynağı addettiğini gizleyemedi, kaderin emrini kabullenmiş bir sesle:

– Eceli geldiyse buna kim engel olabilir? Dedi.

Eşi bir kez daha gözünden yaş akıtarak:

– Dünden beri buna da alıştık. Şükrettik. Hiç olmazsa böyle bir mevki sahibiyken vefat etmesi bile bir teselli kaynağı. Yoksa bu kadar büyük bir ihtiram olur muydu?

Duvarda siyah kurdele takılı olan Aben’in resmi asılı. Yüzünde ufak bir tebessümle çekilmiş. Dünden beriki maceranın bu şekilde sonuçlanmasından memnunmuş gibi.

Sekreter resme uzun uzun baktı. Kaderlerinin ne çok benzediğini, kendisine en yakın insan olduğunu bugüne kadar nasıl olup da fark etmediğine şaşırdı. O anda, ölüm sırasının kendisine geldiğini hissetmiş gibi kalbinde ufak bir çimdik hissetti.

SAĞ KOL 11

(Hekimin Hikâyesi)

Çeviren: Aşur Özdemir

Bizim psikiyatri hastanesi, şehrin batı yakasında, iki yakasına taş duvar çekilmiş ırmağın kıyısındaydı. Hastane eski idi. Sıvaları dökülmüş, renkli kerpiç duvarın üstünde enikonu paslanmış ve çürümeye yüz tutmuş teneke bir çatı var. Çevrede araba yürüyecek sokak olmadığından etraf, sabah akşam sessiz ve sakin. Pencereyi açarsan baharda ırmağın çağıltısını gün boyu işitirsin. Dağ tarafından yel esince, karşı yakadaki bahçeden meyvelerin ekşimsi kokusu gelir burnuna. Yaz girer girmez ise kıyı, çoluk çocuğu ile güneşlemek için gelen şehir halkı dolup taşar. Yani binanın eskiliğini hesaba almazsak, umumi olarak hastanenin yeri ruh ve sinir hastalığına yakalananlar için bulunmaz bir yer.

Cumartesi günleri açık pencereden avluda akrabaları ile gezip dolaşan hastaları bıkmadan seyrederdim. Onların hastalıktan dolayı azap çeken bitkin yüzleri, sıradan insanlara çok korkunç görünen tuhaf davranışları, söyledikleri şeyler bana çok sevimli gelir. Ben onları canım gibi seviyorum. Evet, evet seviyorum.

Onların kimseye hiçbir zararı yok. Eğer dünyadaki kötülükleri inceleyecek olursak, hepsinin de deliler tarafından değil, sağlıklı insanlar tarafından yapıldığını görürüz.

Bedeni hasta olanlara acırız, onlara şefkat gösteririz; ruhu hasta olanları görünce sağlıklı olduğumuzdan dolayı bencilce bir sevinç ve minnettarlık kaplar içimizi. Eğer gariplere acıyacaksanız, aklını yitirenlere acıyın, onları sevin.

Bir cumartesi size hastaneyi gezdireyim. Hiç acele etmeden hepsiyle tek tek konuşun. Kesinlikle seveceksiniz. Hatta ben, gözetim altındaki en tehlikeli hastalarla bile beraber uyumağa hazırım. Korkulu mu, diyorsunuz? Korkulu da ne demek! Sevmek yetmez. Sevgi vasıtasıyla her şeyi yenmek mümkündür.

Burada çalıştığım birkaç yıl içinde başımdan nice hadiseler geçti. “Dert çok, sağlık ise bir tane.” demişler. Bin türlü hastalık var… Fakat bunların içinden bir olayı hiç unutamıyorum.

Mart ayının sonunda hastaneye on yedi yaşlarında bir kız geldi. Kabul sırasında ebeveyni, kızın birçok defa kendi kendini boğmaya teşebbüs ettiğini söylediler. Yanındakilerin müdahalesi sayesinde kurtulmuş, ancak kız, tamamen farklı şeyler söylüyor:

“Benim canıma kasteden bu. Bu, benim değil, kesinlikle yabancı bir el. Beni öldürmek istiyor.” diyerek sağ elini gösteriyor. Biz bunu, “İç şahsiyetin ikiye ayrılması.” diye adlandırıyoruz. Bir tür psikopatolojik rahatsızlıktır. Yani bir bedende iki şahsiyetin nöbetle veya beraberce yaşamasıdır. Bütün bunlar, beynin vâkıf olunamayan esrarlarından…

Anası, kızının giyeceklerini tutarak uzunca ağladı. Kızı banyoya soktuk, yıkandıktan sonra hastane önlüğü giydirdik ve müşahede bölümüne gönderdik. Adı Alma imiş.

Kız çok güzeldi. Saçı omuzlarına dökülmüş, kâkülü kıvırcık kıvırcıktı. Çok acı çektiği için iki yüzünün arasında dik bir çizgi yani kırışık oluşmuş, fakat üstü başı çok temiz, kendine iyi bakabilecek gibi görünüyor.

Bizim bölüme geldikten sonra Alma’yı hususi müşahede altına aldım. İçine kapanık. Hiç kimseyle konuşmuyor. Devamlı korku içinde yaşadığı hemen anlaşılıyor. Tuhaftır ki, kızın hareketlerinde, konuşmasında herhangi bir hastalık belirtisi dikkati çekmiyor, fakat nöbeti çok tehlikelidir. Sağ kol, hakikaten de akla sığmayacak hareketler yapıyor. Bunu ilk olarak nöbetçi olduğum gece müşahede ettim.

Gece üç sularında, Alma’nın açık duran odasından bir çığlık sesi geldi. Deminden beri çalmakta olan telefona da bakamadan seğirttim. Ben odaya girdiğimde Alma, karyolada yatıyordu. Sağ eli, gırtlağına taş gibi yapışmış. Sol eliyle, sağ elini boğazından kurtarmaya çalıştı. Hemşire ile ikimiz de sağ kola yapıştık. Elini çekip karyolanın altına sokunca yüzü gömgök olan Alma da gözünü açtı. Bütün vücudu titriyordu, uzun müddet kendine gelemedi. Ben elini ve yüzünü okşayarak sakinleştirmeye gayret ettim.

– Hiçbir şey olmaz Alma. Hepsi geçer şimdi, dedim. Gözüne düşen saçını arkaya atarak: Bu tür hareketler sinirlerin yıpranmasından olur. Sen korkma! Niçin bu kadar titriyorsun? Hiçbir şey olmaz. Hadi, sakin ol. Yanında devamlı oturacağım. -Göz ucuyla sağ ele baktım. Başka bir hamleye hazırlanıyormuşçasına karyolanın altında hareketsizce duruyor.– Sabret, oldu mu? Yarın iyileşip taburcu olunca bizi doğum gününe çağırırsın. Doğum günün ne zaman? Eylül! Eylül, meyvelerin olgunlaştığı aydır. Senin doğum gününde sarhoş olana kadar limonata içeceğiz. – Alma’nın yüzüne renk gelmeğe başladı. – Dur bakalım. Terlemişsin. Sileyim… İşte böyle. Sana masal anlatayım mı? -Alma, yarım yamalak gülümsedi. – Nasılsın?

Alma, başını salladı. Sonra korkuyla sağ eline baktı.

– Korkma, dedim yine ses tonumu değiştirmeden. Bu senin kendi elin…

– Hayır, diye bağırıverdi Alma. Hayır, hayır! Benim değil… Hayır, hayır!

Alma, yine terlemeye başladı, karyola altındaki elini tuttum. El, irkildi.

– İşte, hiçbir şey yok. Korkacak bir şey yok… Bundan sonra sana her gün yatmadan önce hikâye anlatacağım. Oldu mu?

– Tamam, dedi biraz sakinleşen Alma.

– Baksana, ne kadar güzel bir kızsın. İyileşip buradan çıkınca seni filmde oynamak için göndeririz…

Alma, biraz neşelenmeye başladı. Ben, tan ağarıncaya kadar yanında oturdum.

O geceden başlayarak Alma’nın hastalığı ile ilgili özel bir günlük tuttum. Bana ilmî bir inceleme konusu çıktığına sevindiğimi de itiraf etmeliyim. Sağ el, Alma’ya yalnızca derin uykuya dalınca saldırıyor. Yani, kendisine ne kadar saçma gelirse gelsin, kendini öldürme fikri kızın şuur altında var, fakat bu fikir, kimin fikri ve nereden geliyor? Alma’nın bütün hayatını, tabiatını, ahlakını, insanlarla olan ilişkilerini inceledim; ancak, bu fikrin kendisinden geldiğine dair bir sebep bulamadım. Bu fikir, her hâlükârda genlerle geçmiş, irsi bir şey olmalı. Hastanın anası yahut babası yahut da babasının babası bir zamanlar kendisini öldürmek istemiş. Şimdi onlar, bizce bilinmeyen bir şekilde Alma’nın şuuraltına girerek kendi kendilerini öldürmek istiyorlar, fakat kendileri yok. Şuurun sahibi olan kız ölmek zorunda. Bu fikir, kızın uzviyeti tamamen sakinleştiği anda olağanüstü bir vasıtasıyla uyanarak sağ ele sinyal veriyor. Nöbet, üç dört günde bir hatta bazen her gün geliyor. Alma, uykusuzluk ve korkudan dolayı iyice zayıfladı. Artık sağ eli karyolaya bağlıyorduk. Bu, ilkin iyi sonuç verdi. Alma, bir hafta kadar çok rahat uyudu, fakat sağ el başka bir kurnazlık buldu. Alma gözünü yumar yummaz, bağdan kurtulmağa çalışarak hiç durmadan çırpınmağa ve kızı uyandırır oldu. Uykusuzluktan perişan olan Alma, sanrı görmeğe başladı. Bundan dolayı sağ kolu bağlamaktan vazgeçtik ve gece üç ile beş arasında Alma’nın başında beklemeğe başladık.

Doğrusunu söylemek gerekirse beklemekten başka hiçbir şey yapamadık. Hiçbir ilacın hatta elektro terapinin de bir faydası olmadı. Elektroterapi durumu daha da kötüleştirdi.

Cumartesi günleri saat dokuzda Alma’nın anası ve babası geliyor.

– Kulunum,12 diyor kızı görür görmez anası. Nasılsın kulunum?

Alma, sesini çıkarmadan başını eğiyor.

Anası, evden getirdiği yemekleri ve yemişleri çantasından çıkarmağa başlıyor.

– Gereği yok, diyor Alma başını sallayarak. Yiyeceğin lüzumu yok.

Sonra yemişi alıp iskemlenin üstüne koyuyor. Anası ve babası Alma’nın yüzüne bakarak bir müddet oturuyorlar.

– Kulunum, diyor anası, başörtüsü ile gözlerini silerek.

Ardından, geçen gece eve konuklar geldiğini, bu konukların Alma’nın yattığı koğuşun numarasını aldıklarını, gelecek cumartesi ziyarete gelebileceklerini anlatıyor. Alma, hiç konuşmuyor. Anası, Alma’nın bir arkadaşının televizyona çıkıp şiir okuduğunu söylüyor. Alma, suratını asıyor. Anası, konuşmadan kızının yüzüne bakıyor ve surat asmasını hastalığa bağlıyor ve sesini çıkarmıyor. Onlar, evlerinde olan her meraklı vakanın Alma’ya hançer gibi battığını anlamıyorlar.

Yanlarına geliyorum. Anası, kızını bütün beladan kurtaracak benmişim gibi yalvaran ve ümit dolu gözlerle bakıyor yüzüme. Ben, Alma’nın saçını okşuyorum:

– Alma, bugün yarın iyileşecek, diyorum güven verici, tok bir ses tonuyla. Boşu boşuna üzülmeyin. Bizde hastalıkları ilerlemiş hastalar da var. Onların yanında Alma’nınki oyuncak…

Anası, kızı tamamen iyileşip hastaneden çıkmışçasına deliler gibi seviniyor ve tekrar tekrar başörtüsüyle gözlerini siliyor.

– İnşallah öyle olur diyor titrek bir sesle. Allah ne muradın varsa versin. Berhudar olasın!

Bundan sonra defalarca söylediği şeyleri tekrarlıyor. Alma’nın süt kuzusu olduğunu, ona gözü gibi baktığını, onu en güzel şekilde yetiştirdiğini, evde de dışarıda da hiç kimseye ezdirmediğini, bu hastalığın hiçbirinin sülalesinde bulunmayan acayip bir dert olduğunu söyleyerek içini döküyor. Alma’nın gönlüne nasıl gireceklerini bilemeden medet umar gibi birbirine bakarak öğle ediyorlar; sonra ahlayıp ohlayıp, gözyaşlarını sile sile evlerine dönüyorlar.

Alma, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi hiç kımıldamadan oturuyor.

Dünyada yalnızlıktan daha zor bir şey yoktur. Çevrede içindeki kaygı ve sevinci paylaşacağın birileri olunca hayatın da ölümün de bir anlamı olur. Elbette ölümün ağırlığı kalkmaz insanın üstünden. Ölüm her zaman korkuludur, fakat ölümden kaçarak hayata yapışman da hayatın bir manası olduğunu ispat eder. Yeryüzündeki bütün canlıların yok olduğunu ve yalnız başına kaldığını düşün bir. Bu durumda ölüm korkulu değildir, tam tersine yaşamak korkuludur. Alma’nın içindeki manevi yalnızlık da buna benzer bir şeydi. Ben, Alma’nın manevi yalnızlıktan bunalmış gönlüne ne her hâlükârda bir yoldaş olarak girmek istedim. Hedefime o kadar kilitlendim ki bütün gece nöbetlerini de üstüme aldım. Tehlikeli nöbetin ne zaman geleceğini iyi biliyordum; bundan dolayı o vakitte, Alma’nın yanında bulunup sağ elini takip ediyorum, hatta bazen sımsıkı tutuyorum. Aniden bir hareket olduğunu sezdim ve başımı kaldırdım. O anda sağ elin, döş üstünden boyna doğru bir yılan gibi süzülmekte olduğunu fark ettim. Bu, gerçekten de çok korkunç bir manzara idi. Alma’yı uyandırmamağa özen göstererek, mümkün olduğunca dikkatli bir şekilde eli tutmağa çalışarak karyolaya doğru bastırdım. El, bir iki kere çırpındı ancak fazla direnmedi. Alma, uyandı. Bana, kim olduğumu seçememiş gibi uzunca bir müddet dikkatli dikkatli baktı. Sonra yumuşacık ayasıyla elimi okşayarak yeniden gözlerini yumdu. Lakin çok geçmeden korkuyla uyandı. Çıldırmış gibi feryat eden Alma’yı zor susturdum.

– Ne oldu? Neden korktun?

– Düş gördüm, dedi titrek sesle.

– Nasıl bir düş?

– Boğazımı sıktı, dedi sesi daha da titreyerek.

Ben irkildim. Eğer sağ el boğazını düşünde de sıkmaya başladıysa benim yapacak hiçbir şeyim yoktu, ancak Alma’yı sakinleştirmek için:

– Onlar, çok düşünmekten görülen rüyalar, deyiverdim. Canım sağ olduğu müddetçe seni koruyacağım. Anlıyor musun? Başında gece gündüz beklemeye hazırım… Yalnız, senin böyle korkmaman lazımdır. Bana güven…

Alma, boynuma sarılarak ağlamağa başladı. Gözyaşına bulanmış ağzını burnunu küçük çocuklar gibi yüzüme sürdü. Ağzıma gözyaşının kekremsi tadı geldi…

O zamanlar benim de aynı sara hastalığına tutulmuş olmam uzak bir ihtimal değildir… Alma’ya karşı olan gizli ilgimin sebebini şimdi bile açıklayamıyorum. Tek bildiğim, Alma manevi olarak yalnızdı. Onu ilk anlayan ise bendim. O, yalnızlıktan kaçıp bana sığındı, fakat benim yerimde başkası olsa da onun için fark etmezdi. Nihayetinde birisine sığınması gerekti… Alma’nın sağ elini avuçlarıma alıp, bebek dudaklarına benzeyen dudaklarını büzerek uyumasına, heyecanla bakıp oturmaya iyice alıştım.

Her gece, kendi isteğimle nöbete kalarak divanda uyuklayışıma herkes kendince bir yorum getirdi. Nihayet arkadaşlarım arasında da “Gizlice doktora tezi hazırlıyor.” söylentisi çıktı. “Tedavi etmekte olduğu delilerin biriyle çok yakın ilişkisi var.” demeye hiçbiri cesaret edememiş olmalı.

Bir keresinde gece nöbetine gidemedim. Ertesi gün Alma, sol eliyle bileğimi sıvazlayarak, – Siz olmasaydınız ben çoktan ölmüştüm, diye fısıldadı. Niçin gelmediniz. Geceleyin çok şiddetli bir nöbet geldi.

– Affedersin, gelemedim…

– Siz geceleyin devamlı yanımda oluyorsunuz… Ne vakit gezip dolaşıyorsunuz? Alma, önlüğünün düğmeleriyle oynamağa başladı. Kız arkadaşınız vardır her hâlde… Gezip dolaşmanız lazım…

Bu sözleri hiç hoşuma gitmedi.

– Kız arkadaşım yok, dolayısıyla akşamleyin de hiçbir yere gitmiyorum, dedim yüzüne bakarak.

Alma’nın simasındaki bütün eski çile ve dert izleri kayboldu; yüzünde bir anda bencil neşe, hürriyet, insanı korkutan sorgulayıcı bir ifade peyda oldu. Ben bu ifadeyi, kimden olduğunu bilmiyordum, ama çoktandır beklediğimi anladım.

– Dün büyük bir şairin kitabını okudum, dedi Alma, başucundaki komodine bakarak. -Kitap komodindeydi her hâlde.-Sonra gençlere has bir saflık ve heyecanla. Kitapta, Fırtına isimli bir şiir var, dedi oldukça ciddileşerek. Geminin direği yıkılmış, dümeni kırılmış, yelkeni yırtılmış. Ufukta batan güneşle birlikte gemi de denize batmakta. Herkes can korkusuyla son duasını etmekte. Herkes yakınları ve dostlarıyla kucaklaşarak vedalaşmakta. Yalnız, bir adam ölümden ne korkuyor, ne de ondan kaçmayı düşünüyor. Sadece “İnsanın ölürken kucaklaşıp vedalaşacak bir yakının olması ne büyük saadet.” diyor içinden. -Alma, kendisiyle birlikte benim de hayret etmemi isteyerek yüzüme baktı.– Bakın, ecelin pençesindeki en talihsiz insanlar bile birilerine ne kadar talihli görünüyor. Zira onların ölürken vedalaşacakları yakınları var. Beni anlıyor musunuz?

Cevap vermedim. Alma’nın sağlam bir insan gibi söylediği sözler beni korkuttu.

– Yardım eder misiniz, dedi birdenbire yalvaran bir sesle. Dışarı çıkarak sokakta yürümek istiyorum. Gezmek istiyorum…

Ne diyeceğimi bilemedim; çünkü benden tıbbi bir yardım istemiyordu. Psikiyatri hastanesinde yatan hastaların bu tür isteklerinin çok olduğu doğrudur, lakin onlara verdiğim cevabı, Alma’ya veremezdim.

– Her hâlükârda geri döneceğim, dedi Alma, tekrar bileğimi sıvazlayarak.

– Peki, düşüneyim, deyiverdim. Daha o zaman kapana kısıldığımı anladım. Alma’nın ümit ve yalvarışla bakan gözlerine gözüm düşünce artık ip boynuma geçmişti. Bu sırada beni teslimiyetçi bir duygu hâkimiyeti altına aldı.

– Kaç numara ayakkabı giyiyorsun? Dedim, söylediklerime kendi de değer vermiyormuş gibi bir edayla:

bannerbanner