Читать книгу Üç Nokta (Ahsen Ilhan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Üç Nokta
Üç Nokta
Оценить:
Üç Nokta

4

Полная версия:

Üç Nokta

Anlatmaya söz veremem; ama anlatmaya çalışacağımdan şüphen olmasın!..

Toprağı önce acıtır, yalnızlaştırırlar. Bütün dostlarından ayırırlar. Ayrık otları, dikenler, tarla sarmaşıkları, hepsini toprağın bağrından söküp alırlar. Bu, herkesten uzaklaştığın anlara benzer. Sonra toprağı yeni ve kimsesiz hâliyle bir müddet bırakırlar. Bu, kendini dinlediğin vakitlere benzer. Çapalarlar, bellerler toprağı artık… Sanki senin yaralarına tuz basıyorlar. Toprak artık yalnızdır, acılıdır ve endişelerle dolu bir kalp gibidir(!)

Fakat bunlar....... senin cümlelerin!

Bunlar tamamen senin yalnızlığa, acıya baktığın pencereden görünen şekli. Dur, ben sana işin aslını anlatayım. Sen de haklısın! Toprak, aldığı darbelerden sonra nasıl da kurak ve kimsesiz görünüyor! Ama senin; yalnızlığını, huzurlu bir kalabalığa dönüştürecek yolculuğa mecalin yok! Sen, toprağın bu kuraklıktan kurtulmasını bekleyen; ancak bunun için sadece üzülmekle yetinen bir çiftçi gibisin şu an… Yağmur yağar da yine ayrık otları sararsa tarlayı; bu verimsiz kalabalık, toprağın yalnızlığını yok edecek mi sanıyorsun? Bir dokunuş gerekmez mi tam da bu hüzünlü hâliyle toprağa?..

Sık-sık başa dönüşlerim, olayları ısrarla birbirine bağlayışlarım yormasın seni! Bu yalnızlık mevzuunu ‘bağlaya-bağlaya’ bitireceğim. Buradaki yan anlamı da kaçırmamalısın. Şimdi, dokun toprağa!.. Gübresini, suyunu da eksik etme! İklimine, mevsimine göre ne ekersen artık…

Sonra seyre-dal; bu yalnızlık nasıl da huzurlu bir kalabalığa dönüşecek! Ama bu anlatmaya çalıştığım kısmı hayalinde canlandırmazsan olmaz! Ben söylerken düşledin değil mi? Otsuz, köksüz bir toprağın ilk bakışta acılı ve yalnız kalbine benzediğini hissettin değil mi? Peki, bu sana aynı zamanda ekime hazır bir toprağı, yeşermeye can atan bir tarlayı da hatırlattı mı? O zaman tam bu noktada; senin en verimli çağının neden bu kuraklık olduğunu da zihnine kazıdın mı? O hâlde; artık sen de ağır-ağır işleyen zamanın içinde, hüzünlü kalbinle bir dokunuş yaparsın hayatına… İklimine, mevsimine göre ne yaparsan artık…

Sonra ne olur biliyor musun? Önce yalnızlaştırılan toprak sonra ekilip-biçildi… Tamam! Bu kimsesizlik, neşeli bir kalabalığa dönüşecek, o da tamam! Ama bu iki süreç arasında bir ‘bekleyiş’ vardır, hatırla! İşte bu; senin aleyhine sandığın, hâlbuki sana dost olan zamanın ağırlığıdır. Bu, ekinlerin yağmuru beklediği vakitlerdir. İstediğin kadar ek-biç, sula… Bir yağmurun verdiği canı, sen veremezsin!

Tabii bu, toprağın yalnızlığını bitirecek mucize… Ama mademki senin yalnızlığın için ‘toprak gibi’ dedik! O hâlde yağmuru bekleyen ekinlere de benzemelisin. Sence nasıl benzersin? Senin iklimine göre, ektiğin tohumlara can verecek mucizen ne olabilir? Uzatıyorum, çünkü sen söyle istiyorum… Sen bu yalnızlıkta kabuğuna çekilip boş-boş geçmesini beklemediysen, o dokunuşu yaptıysan şayet; şimdi dilinle, kalbinle ‘dua’ zamanı… Çünkü ömrünü de istediğin kadar ek-biç, sula… Yaradan’ın verdiği canı sen veremezsin!..

Şimdi, yağmuru bekleyen ekinlere benzedin işte… Yağmur; senin ektiğin toprağa ‘Yaradan’ın dokunuşudur. Ömrüne de dokunmasını istemen gerekmez mi?

Anlatmaya çalışacağıma söz vermiştim, onu yaptım. Anlatabildim mi? Bilemiyorum… Ama o konuda en başından tedbirli davranmış ve sadece çabalayacağımı söylemiştim.

&

Baş-edemediğin bir ‘hatırlayış’ hâli vardır. Gerçi bu; ‘yalnızlık’ bölümünden ziyade, anlatmaya hevesli olduğum başka bir bölümün konusu sayılır. Fakat takdir edersin ki; üretimler farklı-farklı olsa da birkaç ortak malzeme bulunur muhakkak. Bu durumu da onlardan saymanı isteyeceğim senden. İnsan zihni -ne hikmettir ki- çabaladıkça tersine işleyen bir mekanizma gibidir. Tabii, bir diğer özelliği de; emir kiplerinden pek hoşlanmaz kendileri… Sana soruyorum… Diyebilir misin zihnine; ‘Unut!’? Pek sanmıyorum. Dersin demesine de; hata edersin. Çünkü; sen yapılması gerekeni ona ilettiğin andan itibaren, o madde oraya yazılır. ‘Yapma’ ya da ‘yap’ olarak değil. ‘Neyi?’ yapma ya da yap dediysen; o kazınır zihnine… Bir çeşit restleşmeye benzetebilirsin bu durumu; ama ben, beynin tek başına karar verebilme kabiliyeti olduğunu sanmıyorum. Ruhu da ikna ettiğinde, daha manalı sonuçlar elde edebilir belki… Çok daha anlaşılır bir misal vermek istiyorum: Zihnine, bir durum belirtmeden ‘düşünme!’ diyebilir misin? Hayır! Muhtemelen başında ya da sonunda nesneyi belirtmen gerekecek… Zihnin, belirtili nesne ve emir kipinden oluşan bu cümleyi düşünmeden nasıl kurabilir? Hiç bulaşmasan oralara, bir ihtimal, ‘düşünmemeyi’ başarabilirdin hâlbuki…

‘Hatırlamak’ ve ‘acı duymak’ arasında doğru bir orantı olduğunu inkâr etmezsin sanırım. Düşünsene; unuttuğun bir acı, hâlâ acı olabilir mi? Hatırlıyor olman da hâlâ canını yaktığını göstermez tabii; fakat hep ihtimal dâhilindedir. Artık ondan sonrası, kalbin hafızasına bağlı… Hani bazen ortada hiçbir sebep yokken; acı duyduğun zamana ya da mekâna ait bir şey, sana o günkü hislerini hatırlatır ya… Zihnin hatırlar geçer belki; ama tam o anda kalbine bir sızı yanaşır. Tam içine yuvalanmaz, ama yanaşır işte… Fakat bu; artık sana ait olmayan sızı, kalbin hatırlamasıdır.

Sen sen ol, zihnine ya da kalbine; ‘unutmayı’ hatırlatma! Düşünmemen gerektiğini düşünüp duruyorsun. Hâlbuki bir düşünce, bir hatırlayış; kalbin ritmini bozabildiği gibi, ruhun karanlığına da sebep olabilir. O hâlde; kalbini ve ruhunu yanına alıp zihnini oyalama zamanı!.. Demiştim ya, zihnine ‘Yapma!’ diyemezsin! Ama; yapma demeden, yapmamasını sağlayabilirsin. Fikrine can acıtan bir hâtıra düştüğünde, orada geçirdiği vakit uzadıkça kalp ve ruh üstündeki hâkimiyeti de artacaktır. Mademki aklına gelmesine mâni olamadın; öyleyse vakit geçirmesine engel ol! Nasıl mı? Elbette; ‘Bunu düşünme!’ diyerek değil. Ricacı olmanı da beklemiyorum senden. Ama ona bir söz verebilirsin. ‘Sonra’ düşüneceğine dair bir söz. Daha kalbine inmeden acı; ‘Sonra…’ demelisin. Hemen vazgeçmeyecek tabii… Dediğin gibi sonra yine gelecektir… Ve sen yine; ‘Sonra…’ diyeceksin… Ve yine …Ve yine… Derken; kalbi acıtamayan bu düşünce, zihni meşgul etmekten de vazgeçecektir. Hadi; bu davranışı adlandıralım ve ‘erteleme metodu’ diyelim.. Bence gayet uygun oldu. Yoksa sen; ‘yok say metodu’ mu isterdin? Kalp, beyin ve ruh üçlüsünün birbiriyle sürekli etkileşim içinde bulunduğu; ‘acıyı hatırlama’ döngüsünde, yok sayma eylemini -her zaman- başarabileceğini sanmıyorum. Aslında ‘acıyı hatırlamak’ diyerek işi basitleştirdim, farkındayım. Esasen söylemek istediğim ‘hatırlamak acıtır’ olmalıydı. Fakat bunu söylersem detaya girmem gerekir… Ve henüz bunu yapmak istemiyorum. Söylediğim gibi o başka bir bölümde detaylandırılacak. O yüzden şimdi; ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasını yok say!............

Sayabilirsen artık…(?)

Farkındasın değil mi? Hafıza, seni güçlü kılan bir yetenektir. Özellikle; hatırlaman gereken detayları barındıran işlerde, seni ne kadar da bahtiyar eder. Akılda kalması gereken sayfalar, ezberlenmesi elzem maddeler dostun oluverir. Bilhassa; bunlardan elde edeceğin maddî-manevî bir zenginlik seni bekliyorsa… Ayrıca; hatırlamak, aldığın her nefesi faydalı kılar. Ömrünün yollarında adım-adım yürürken topladığın tonlarca bilgiyi yere düşürdüğünü; yani unuttuğunu düşünsene… Herhangi bir bilgiyi duymak, anlamak ve onu öğrenmiş olmak, onu diğer bilgilerinin üstüne koymak, önemli bir davranıştır elbette… Fakat; yolda yürürken düşürmemek de hafızanın işidir. Yeniden kullanman gerektiğinde, koyduğun yerde bulabilmelisin değil mi? Aslında ne büyük lütuf… (Şimdi bu tanımlamayı da diğer bilgilerinin üstüne koy!)

Geçmiş bir zamanda tamamlanmamış sohbetlerin, uygun bir an sandıklardan çıkartılıp ortaya koyulması gerektiğinde, hafızan seni ortada bırakmıyorsa ne âlâ… Hiç gerekmedi diyebilir misin? Bazı insanlar, hafızayı kin duyabilmek amaçlı kullanırken; kimileri, hasleti gereği bütün güzel davranışları biriktirirler belleklerinde. Çok ilgi çekici bir tespit söylemek istiyorum tam bu noktada: Birbirini seven iki insan yol ayrımına geldiklerinde hafızası kuvvetli olan kimse; daha fazla acı çekecek olan da odur. Bütün anılar tap-tazedir hâlâ…

Şu an bir yanılgı içinde olabilirsin. İçinde bulunduğumuz konuya sadakatimden şüphen var gibi… Hâlbuki tam üstündeyim ‘yalnızlığın’. Kenarında, yamacında falan değil, tam üstündeyim.

Vaktiyle seni incitmek üzere sarf-edilmiş bir söz, bir davranış; karın boşluğunda bir yük ya da göğsünde bir demir yığını hissi bırakmıştı. Dudaklarını terk-eden sıcak kanın geride bıraktığı titreşime engel olamamıştın. Islaklığın etkisiyle büyüyen göz bebeklerine -aynı zamanda- damarlarının genişleyip daralmasını hissediyor olmanın şaşkınlığı yerleşmişti. Yutkunmana yardımcı uzuvlarında bir ihanet de seziyordun… Yine zihnine emrediyordun belki… ‘Ağlama!’ Ama yine hata ediyordun; çünkü sen ‘Ağlama!’ dedikçe o sana ters gidiyordu. Hatırlarsan ruhunu da ikna edememiştin ‘Ağlama!’ derken… Zihnin ve ruhun bu mücadeleyi verirken; kalp çok savunmasız kalmıştı. Vücudunun bu amansız değişimine ayak uyduramamış ve engel olamamıştı. Bu duruma tepkisini daha hızlı konuşarak vermişti kalbin… Sen, onun sesine öyle yoğunlaşmıştın ki etraftaki sesler buğulanıyordu. Evet, tüm bunlar incindiğin zaman olmuştu. Yanık izi gibi bir şeydi. Zamanla acısı hafiflemiş, yaran kabuk bağlamıştı. Seni inciten her ne ise zihnin de, ruhun da, kalbin de unutmuştu zamanla…

Ama hayır!

An geldi, hafızan devreye girdi.

Baş-edemediğin bu ‘hatırlayış’ hâli; seni sürekli unutmak istediğin yerlere götürüyor. Hem de üstünkörü değil, derinlemesine, en ince detayına kadar… Bu hatırlayışı; düşünmeni sağlayan zihnin başlatıyor, acıyı hissetmeni sağlayan kalbin eşlik ediyor ve nihayet ruhun ışıksız kalıyor. Baştan sona bir kez daha düşünüp bitirmek istedin acıyı… Kim bilir ne kadar zaman geçmişti üstünden; ama hafızan seni hiç yanıltmıyor değil mi? İşin kötü tarafı, ömrün yollarında adım-adım yürürken yolda da düşürmüyorsun bir türlü… Üst üste biriktiriyorsun tüm acı hatıraları… Gerekli-gereksiz çıkartıyorsun ortaya, kaldırdığın yerden. Fakat; en son buna benzer cümleler kurduğumda, bunun bir ‘lütuf’ olduğunu mu söylemiştim yoksa? Peki, sen!.. Hafızanın bir lütuf olduğunu söylediğim satırdan bu yana anlattıklarımı biriktirdin mi? O hâlde; şimdi hatırla! Sahip olduğun bu yeteneği anlattıktan hemen sonra; ‘Yanılma!.. Hâlâ yalnızlığın tam üstündeyim.’ derken; ‘acıyı hatırlamak’ ve kalbin buna eşlik etmesi ile düştüğün yalnızlıktan bahsettiğimi şimdi anladın sanırım. Kastettiğim şeyin; yalnızlık değil, senin ‘derin yalnızlığın’ olduğunu çok iyi biliyorsun.

Bütün bu süreci baştan anlatmayacağım. Fakat bağlantıyı yapabilmek için tekrara düştüğüm kısımlar olacaktır. Bunu yadırgama ihtimalin beni endişeye düşürmüyor. Çünkü hissetmeni sağlamaya adıyorum bundan sonraki cümlelerimi…

Sana diyorum ki; geçmişte zaten canını yakmış bir ânı tekrar hatırladığında, kalbine bir sızı yanaştığında, şu âna kadar saydığım bütün sebeplerden öte bir sebebin var artık! Üstelik; ruhun, başka âlemleri gezmeyi çoktan bıraktı. Vücudun, maziden gelen bu acıyı taklit ederken artık ruhun da seninle… Yani sen, hep birlikte (ruh ve beden), gerçek zamanlı olmayan bu acıyı hissederken yalnızlığının tam üstündesin. Kenarında, yamacında falan değil, tam üstünde…

&

Birçok cevaptan daha lüzumlu sorular sormak istiyorum sana. Bulunduğun zamana ait bir acıya -bir ihtimal- müdahil olma şansın vardır, değil mi? Bir şeyleri düzeltme; durumu, mekânı ya da gereken her ne ise onu değiştirme ihtimalin olabilir değil mi? Tabii ki sadece bir ihtimaldir; fakat ihtimal de muhtemeldir sonuçta… Ancak zamanında yaşanıp bitmiş ve acı hatıralar hanesine yazılmış bir durum için şu an ne yapabilirsin?

Ne yazık!

Sen, detayları hatırlayabilen güçlü bir belleğe sahipken; yaşananları neşeli bir âna çevirecek yetkiye sahip değilsin. Onu geç!.. En ufak bir müdahalede bulunma lüksün bile yok! Sen, yakın çevrenle birlikte (kalp-zihin-ruh), maziye yaptığın bu yolculukta -hiç şüphesiz- yalnızsın!

Bunca detayı, sürekli hatırlayıp durmak; seni zamandan ve mekândan soyutlar. Bu izolasyon, bu sıyrılma; yalnızlık değilse… Nedir?

&

Hevesli bir insan, hep bir sonraki adıma odaklıdır. ‘O’, ânda kalamaz. Geçmişi yâd eder, geleceğe koşar; ama ânda kalamaz. Zaten geçmiş, hep eksik gelir insana… Tamsa bile geçmiş olması onu eksik kılar. Gelecek ise çoğunlukla kaygı sebebidir. Ayrıca; hevesleri yığınla olan bir insan, bulunduğu zamana saygı göstermekte yetersizdir. ‘Ânı yaşamak’ adlı fütursuzluktan bahsetmiyorum. Detaya önem vermelisin! Ânda kalabilmek, şükür sebebidir. Haddinden fazla geçmişe hayıflanmak ya da geleceğe kaygılanmak, ya imanı zedeler ya da…

Seni yalnızlaştırır!

Zamanının ve benliğinin elverdiğinden fazlasını yaşamaya hevesli bir insanın mazisinde birçok yarım kalmış ân vardır. Gerçi, herkesin biraz vardır. Fakat onun hep vardır. Hatta onun içinde kalanlardan bir insan daha çıkar… O derece…

Şimdi, benimle kal! İnsanı yalnız bırakan durumlardan birindeyiz. Bu duruma; herkes -her zaman- dâhil olmamakla birlikte, herkes -çok zaman- dâhildir.

Ben, hiç gitmediğim kıyıları düşlerim bazen… Öyle düzenli, kusursuz, tanıdık kıyılardan bahsetmiyorum. Hani çalılardan geçerek ulaştığın, taşlık yollardan yürüdüğün, samimi deniz kıyıları vardır ya… Nerededir, kimler vardır üstünde?.. Bilemem. Bir vakit; oralarda mutluyumdur, fikrimde… Nedendir bilmem, yüzümde hafif bir pembelik hâkimdir. Hiç üstünde durmadım düşlerken ama yaz mevsimi midir, nedir? Sıcak gibi gelir hep… O mutluluk; ömrümce beklediğim bir tebessüme döner yüzümde… Sonra… Kısa süren bu resim silinir gözlerimden, yerini uzun sürecek bir özleme bırakır. Yaşanmamış bir zamanı özler dururum. Sanki ona bir ulaşabilsem bütün hüzünler eskiyecek gibi gelir. Asla varamam. Ömrümün her mütebessim anında vardım sanırım; ama varamam. Yaşanmamış yüzlerce hayat düşleyebilir insan zihni… Fakat, özlemek nedir? Hâlbuki özlemek; varlığını zaten bildiğin bir adres içindir. Yaşadığın bir zaman, sevdiğin bir insan, gittiğin bir yer ya da bildiğin herhangi bir şey… Ama bu; varlığına tümüyle yabancı ânı özlerken nasıl da anlamı değişti kavramların!.. Özlemek; artık o bildiğin ‘özlemek’ değil işte… Düşlediğin kıyıyı bulup da gidemezsin bile… Gitsen de her şeyi yanında götüremezsin. Kiminle, ne durumda, nasıl bir hisle oradaydın ki düşlerken? Sen bile çözemezsin. Bilirsin ki; düşündeki o taşın üstüne hiç basmadan bitireceksin ömrünü… Ama yine de beklersin. Belki bir gün…(?)

Kaç türlü özlemek varsa; bu anlattığım içlerinde en garip olanıdır. Yok saymanı istediğim ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasına dâhil bir ‘özlemek’ vardır mesela; en acısıdır esasen… En garip olanı da yaşanmamış bir zamanı özlemektir. Hissettiğin, tam anlamıyla özlemdir; ama nasıl tatmadığı bir hissi özlediğini anlamaz insan… Üstüne biraz düşündüğünde, bu durumun, senin ‘ân’da kalamamandan kaynaklandığını anlıyorsun. Öyle olunca; neden hep varmak istediğin fakat varamadığın bir durum olduğu da ortaya çıkıyor. Ruhunun hevesleri öylesine büyük ki; en mutlu ânı bile hissetmeye müsait değil. Çünkü düşlediğin her ne ise yaşadığından daha büyük bir huzuru temsil ediyor. Hani dedim ya; ömrünü o taşa basmadan bitireceksin diye… Hâlbuki benim altını çizmek istediğim mesele; o taşa bassan da fark etmeyeceksin! Kendine yüklenme yine de… Bu; şükürsüz kalbinin yarattığı bir durum değil. Daha çok yaşamaya hevesli ruhunun işi… Ama düşün ki; mutlu olduğunu bile idrak edemeyen bir insan, paylaşarak azaltamayacağı bir sessizlik içindedir. Sevdiği kişilerin yanında olduğunun idrakine varıp da bundan mutluluk duyamayan biri, yanındakileri bile özlemeye mahkûmdur.

Kimileri gürültülü şehir kalabalıklarında kaybolmaya heveslidir. Kimi daha sakin ve yormayan akşam sohbetlerini düşler. Ama istisnasız bir şekilde, yaşadıklarıyla bağdaşmaz bu düşler… Yine de ilk bakışta hoş bir geçiştir bu… Gerçek zamandan, hayal ürünü vakitlere… Fakat sonu hüsrana benzer. İçi boşaltılmış bir kuyunun derinliği çöker içine… Doldurmaya kalksa ömrünü alır, böyle bıraksa ayrı felaket. Tam da yeri gelmişken:

İki türlü boşluk hissi vardır dünyada… Biri, insanın içine düştüğü boşluk, bir diğeri; insanın içine düşen boşluk.

Bunlardan ilki, zaman-zaman baş edilebilecek bir ruh hâlidir. Fakat ikincisi depreme benzer. Bu teşbihin tam yerinde yapıldığının kabul görmesi için açıklamaya girmek istiyorum: Yerkürenin dışında, atmosferde meydana gelen felaketler için bir yığın tedbir alır insanoğlu… Ne derece başarı sağlandığı, ne kadar kaçılabildiği muamma! Fakat yerkürenin içindeki felaketten kaçmak, bir muamma değildir. Nettir; kaçılamaz… Buradan hareketle, senin içine düştüğün boşluk, kalbinin ve ruhunun bir noktaya kadar kendini savunabileceği bir durumdur. Fakat içine düşen boşluktan kaçmak, olanaksızdır. O bir depremdir. Onu bütün uzuvlarında, damarlarında hissede hissede yaşarsın. İçine düşen bu boşluğun onlarca farklı sebebi olabilir. Hepsi seni aynı noktaya bağlar. Bu; savunmasız ve bir o kadar dıştan müdahale kabul etmeyen durum, seni, yalnızlığınla baş başa bırakır.

&

Zamanın; gece ve gündüz, kış ya da bahar olarak şekillere bürünmesiyle sıkıntın var mı?

Her gece düşünceyi kırk parçaya ayırıp yeniden topluyorsun. Sabah toparlanmış, noktaya varmış bütün cümleler, gece olunca soru işaretiyle yanı başındalar. Belki de bütün çabalar, emekler tek bir açıklıkta tıkanıyordur. Bende öyle oluyor. Hayatî boşluklar var düşüncende… Hâlbuki birkaç kelime, bütün mânâsıyla söylendiğinde boşlukları doldurur. Düşünce; sağlığı bozmaması için bir yerde noktaya varmalıdır. Yeniden ve yepyeni kimliklerle de çıksa karşına, noktaya varabilmelisin. Şimdi; unutmadan altını çizmeliyim. Ne kadar maddelere ayırabilirsen ayır düşünceni, bir olukta toplayıp şekillendirmeye çalışan zihnine yardım et! Açıklık bırakırsan, bu karmaşa tıkanmalara sebep olur. Tıkanmalar, nasıl suyun kimyasını bozarsa; düşüncenin yapısını da bozar. O hâlde gereken tek şey, hayatî boşlukları doldurmak! Tıkanmasını beklemeden doldurmak! Bunu yapabilmen için yalnızca birkaç kelime gerekir demiştim, evet! Ama hakikatte, kelimeden ibaret değildirler. Düşüncendeki boşlukları kelimelerle doldurabilirsin; fakat bütün anlamlarını sindirmelisin. Bunun için güçlü bir inanç sistemi gerekli ruhunda… Bu inanç; tümdengelim kuralına bağlanırsa noktaya varmak için sarf-edilen yolda, aşama-aşama başarı sağlayabilirsin.

Pekâlâ! Hedefimiz noktaya varmak…

Tamam, alt başlıkları da konuşalım. Düşünceyi noktaya ulaştırdığımızda elde edeceğimiz nedir? Çok şeydir. Düşünceye bağlı olmakla birlikte, kimi zaman ‘huzur’, ‘ferahlık’, ‘mutluluk’; kimi zaman ‘hayat’, ‘ömür’ ya da anlık bir neşe olabilir, noktaya varmanın sana katabileceği… Ama bunlar birer kelime, değil mi? Fakat hepsinin taşıdığı anlamları düşündüğünde, var olmaları ve yok olmaları arasındaki farkı daha iyi hissedebilirsin. En nihayetinde noktaya varabilmek, hiç değilse bir tebessüm sebebidir.

Önce bulunduğumuz ahvalde, ihtiyaç duyulan kelimeleri hissetmek istiyorum. Her gece, sana sorular soran iç âleminin ihtiyacı olan kelimeler… En can alıcı olanı ‘zaman’dır. Zaman; hissedişlerin en sürekli olanı, en karmaşık ve bazen de en ürkütücü olanıdır, değil mi? Bütün düşüncelerin içinde var olması gerekir. Anlamı sezilmediği takdirde noktaya varamazsın. Mesela ‘zamana bırakmak’ ne çok duyduğun bir tamlama… Oysa ne az anlamını sezebiliyor insan… İşte; en derin ve en hayatî boşluk budur! Zaman demişken; ona paralel, onunla eş, onunla bir ahenk içinde gördüğüm diğer kelime ise ‘tevekkül’…

Dur biraz!

Ağırlığını hissettin mi?

Fazlasıyla ağır…

Ama ona sahip olmaktan ziyade onu anlatmaya yeltenmenin verdiği ağırlık… Benden çok fazlasını bekleme şimdi! Ama ben sana noktayı anlatacağım. Noktaya varmak için bütün gereklilikleri sıralayacağım. Fakat tevekkülün derin mânâsını anlatabilme yetkisini kendimde görmediğimi de açık yüreklilikle söylemek zorundayım.

Benim de kalbime dokunmuşluğu var. Hem de zorladığım, beklediğim, istediğim bir ânda değil… Sana noktayı anlatmaya başlayıp da ‘zamana bırakmak’ tamlamasını dile getirdikten sonra ‘tevekkül’ kavramına geçişim öyle kolay olmadı. Ben sana dedim ki ‘zamana bırakmak’; anlamı ne zor sezilen bir boşluk… Hem de hayatî bir boşluk… Ve tam o ân derin bir sessizliğe bıraktım cümleleri… Konuyu tevekküle bağlamak için önce tevekkül etmem gerekti. Onu yazacağım doğru ânı bekledim. Hem de bunu yaptığımı hiç fark etmeden… Önce kendi hayatımın karmaşası içinde, kalbime dokunuşunu hissettim. Meğer nasıl da zamana bırakmışım! O; her şeyi Yaradan’ın takdirine bırakabilmenin sükûneti, paha biçilmez bir huzurdu. Onun hep orada olması için, kalbimde dokunduğu yeri hiç terk etmemesi için dua ettim. Şimdi onun dokunduğu kalbimle yazıyorum. Bunu bir daha bulamamak endişesini de yanımda getirdim; fakat şimdi o buradayken noktaya daha serin, daha kararlı varabilirim.

Zamana bırakmak, tevekkül etmekten ayrı düşünülemez. Her ne kadar zorunlu bir zamana bırakış da olsa bu… Evet! Bazen gerçekten, başka seçeneğin olmadığı için beklersin. Bunun tevekkülle birlikte olduğunu nereden anlarsın biliyor musun? O bekleyiş; canını ne kadar yakıyorsa o kadar mecburî bir bekleyiştir. Hâlbuki; madem bir şekilde beklemekle mühürlüyüz; o hâlde bunu tevekkülle sürdürmek -yapabilirsek- eşsiz bir huzur olacaktır. Her halükârda yanacak canın… Elbette yanacak. Fakat kalpten bir teslim oluş, acıyı yumuşatacak, kalbine üfleyecektir.

İşte bu............ Serinlik!

Manevî bir hissiyattan maddî bir dokunuşa geçişin hikâyesi… Yangın yeri kalbini, serin kumsallara emanet etmek… Telaşlı, acı dolu, efkârlı bekleyişleri; sakin, dinlenmiş ve serin bekleyişlere benzetmek!..

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

bannerbanner