
Полная версия:
Falaka
Tahir Ağa’nın yanında beş on yeni arkadaşım da vardı, ben de aralarına karıştım. Yürüdük, mektebe girdik.
İşte bu binaya tıkılmak acı. Mektep bahçe gibi, meydan gibi bir yer olmalı ki insanın ayrıldığına değsin! Merdivenlere kadar sağlamlığını kaybetmeyen ayaklarım, oradan itibaren gevşedi. Geri geri gitmiyordu fakat ilerlemek de istemiyordu.
Sözün kısası, hep beraber, imece ile çıktık. Dershaneden girdik ki bizim kalfa Mümin Efendi yerinde oturuyor. Benim, yumuşak ve kabarık, yüzü mavi zemin üzerine iri sarışın allı minderim de yanı başında.
Bir el öpme daha…
“Otur!”
Ne yapacaksın? Oturacaksın. Mindere diz çöktüm.
“Cüz keseni çıkar!”
Çıkardım.
“Dersine çalıştın mı?”
“Çalıştım.”
“Oku bakayım.”
Daha cüzü çıkarmadan:
“Elif.”
“O kadar mı?”
“Hoca Efendi o kadar verdi.”
“Peki!”
Mektep yükünü aldıkça gürültü artıyordu. Yüksek sesle “ayn”ı çatlatarak; “E’ûzü”, “sîn” i fırlatarak “Bismillah” çekenlerin, “kaale”nin “kaf” ını gümletenlerin, hızlı hızlı “bab, bat, bac” diye güldür güldür okuyanların, sabah sabah ilk okuyuş uğruna:
“Kalfa Efendi, Ahmed’e baksana!” diyenlerin, Kalfa’nın çağırması üzerine dersini dinletmeye gelenlerin sesleri yükseliyor, dershane istimini alıyordu. Yeni olduğum için etrafıma serbest serbest bakamıyordum; ama yine gözlerim ilişiyordu. Her okuyan sallanıyordu. Hatta birinin sallanışı bana pek ahenkli geldi. Üstü pöstekili minderine diz çökmüş, iki elini parmakları sık olduğu hâlde çökerttiği dizlerinin üzerine koymuş, önündeki açılır kapanır eski bir rahlenin ortasına koyduğu Mushaf’a gözlerini dikmiş, gövdesi bir dansözün hareketlerinin ölçülülüğü ile bir öne, bir arkaya gidip geliyordu. Daha sonra ben de bu dans hareketini kabul ve taklit eder oldum. Gürültü azdıkça azdı. Hele bir sıraya gelmiş “be iki esre” derslilerin, aynı vaziyet, aynı dans hareketi ile beraber seslerini de ayarlayarak makam ile mesela do perdesinden saldır saldır okuyuşları, üzerinden daha tiz çıkan gunneli, kalkaleli, düz, falso bağırışlardan meydana gelen kulak tırmalayıcı bir şarkı gürültüsü biraz daha yükselmeye yüz tuttuğu sırada idi ki yanı başımdan onlarınkinden daha baskın müthiş bir gürültü, bir patırtı, öd patlatırcasına bir şiddetle aksetti. Kalfa, üzeri parlak, kısa şimşir sopasını önündeki rahleye var kuvvetiyle vurmuş:
“Susun!” diyordu.
Bir anda umumî bir sükût çöktü. Meğer tam sırasında vurmuş. Hoca Efendi de o yumuşak hâliyle göründü. Ökçesiz mestlerinin sessiz hareketleriyle bir gezici gölge gibi süzülerek evvelce size tarif ettiğim makamına geçti, oturdu. Cübbesini çıkardı, ardı sıra gelen bevvâb Tahir Ağa’ya verdi. Sopalarının rengi kaçmış hırkasıyla kaldı. Yumuşacık elleriyle – daha mektebe başlamadan önce kaç defa öpmüştüm! – sakalını sıvadı. Birdenbire köşeye bakarak birini çağırdı. Geldiğimden beri görmediğim ince sarıklı, sarışın yüzlü, sırtında temizce, iyice kavuşmuş bir üstlük, ayakları mestli, benden herhâlde beş altı yaş büyücek bir çocuk, yerinden fırlayarak Hoca Efendi’nin önüne gitti. Elini öptü, diz çöktü.
Ben dikkat ediyordum: Hoca Efendi iki dirseğini rahleye dayadı, bir hâlde ki o küçücük hafızın başı Hoca’nın iki eli arasındaki boşlukta sallanmaya başladı. Fakat Hoca’nın bazen sağ eli hafifçe rahleye dokunuyordu. Her dokunuşta da hafız, düzeltme amacıyla başını kendi kendine sarsarak bir anda yine eski hareketine geliyordu.
Ben, ilk anda, kitapsız okumadan bir şey anlamadım. Sonra sonra birçok benzerini görüp anladım ki o sarışın çocuk Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeye çalışıyormuş!
O günkü dersini bitirmiş olacak ki kalktı. Bu defa koynundan bir Mushaf çıkardı. Bir şeyler gösterdi. Yine Hoca Efendi’nin elini öptü. Yerine döndü dönmedi, Hoca’nın gözleri de bana döndü. Başıyla çağırdı. Cüz kesesini kapınca seğirttim. Gördüm, tıpkı hafız gibi davrandım. Ama ben onun gibi kitapsız değildim. Cüzümü çıkardım. Cüzün yaprakları bir tarafta, tavus tüyleri bir tarafta:
“Elif.”
“Elif.”
“Be.”
“Be.”
Ben zaten evde sütninemden de ağızdan okumuştum, “dal” a kadar biliyordum.
“Te.”
“Te.”
“Se.”
“Se.”
“Cim” de durduk. O günlük dersim buydu. Ders bitince Hoca bana dedi ki:
“Dersin bu kadar… Anladın ya… Annene söyle. Sana bizim mektepteki alfabeler gibi bir alfabe alsın. Bunu cüz kesenle beraber saklarsın; yazık, yırtılır. Haydi, Kalfa’nın da elini öp, doğru eve git, öğle yemeğinden sonra gel!”
Kalfa, Tahir Ağa… Soluğu evde aldım. Herkeste bir hayret:
“Niye geldin?”
“Hoca Efendi söyledi.”
“Ne söyledi?”
“Eve git, öğle yemeğinden sonra yine gel…”
Annem gülmeye başladı. Dedi ki:
“Misafirlik…”
Dedim ya, sütninem benim işime karışır. Atıldı:
“Fakat gözünü aç, misafirlik üç gün sürer. Yaramazlık, haylazlık edersen ayaklarına ‘falaka’yı yersin.”
BİR ŞAMARIN NETİCESİ EV DEĞİŞTİRME
Üç gün sırasıyla Hoca’dan ders aldıktan, Kalfa’nın yanı başına oturan o atlas yüzlü yumuşak minderin üzerinde oturup öğle, ikindi paydoslarında bütün çocuklardan bir saat kadar önce eve gittikten sonra dördüncü sabah mektebe geldiğimde minderimi yerinde bulamadım. Kalfa, ta dipte, pencere kenarında bir yer göstererek, biraz sert bir suratla:
“Artık orada oturacaksın; seni ben çağırırım.” dedi.
Sanki bu üç gün içinde benim yüzümden bozulmuş olan mektep demokrasisi tekrar yerine geldi. Bununla beraber bu muamele hakkımda hayırlı oldu. Anlatmıştım: Hoca iyi, yumuşak huylu, ama Kalfa biraz sertti. Ben üç gün içinde Hoca’nın kimseye fiske vurduğunu görmediğim gibi bağırıp çağırdığını da duymamıştım. Fakat Kalfa sabahtan akşama kadar çat tokat, pat değnek, kulak çekmek, kulak çekmenin daha insafsızcası olan kulak kıkırdağını tırnaklamak; Hoca’nın – gururunu okşamak için olacak – “Dersini Kalfa’ya dinlet!” diye önünden kaldırıp yolladıklarını bazen bir anda kulaklarından yakalayıp sağlı sollu çekip dururken kuvvetlice şamar indirmek, arada sırada ellerini açtırıp:
“Aman Kalfa Efendi, bir daha yapmam… Vay! Of!” deyişlerine bakmayarak hüngür hüngür ağlatıncaya kadar dövmek, hatta bir sabah Kur’anı Kerim ezberlemeye çalışan o ince sarıklı, sarışın küçük hafızı, Tahir Ağa’yı çağırarak onun duvardan “Bismillah” diyerek indirdiği falakaya yatırıp çıplak ayaklarına:
“Sen hem çalışma… Sabah ezberini dinletme, sonra da abdest alma!” diyerek o cilalı şimşir sopadan üç beş tane kaydırmak gibi her biri ayrı ayrı yüreğimi oynatan, beni varlığımdan çıkaran muameleleriyle gözümde bir “korku” kesilmişti.
Bu muameleleri evde sütnineme anlattıkça:
Uslu oturursan, yaramazlık etmezsen, dersine çalışırsan Kalfa seni dövmez! diyor, annem hiç duymamış gibi yapıyordu.
O zamanın çocukluğu, iki cami arasında kalmış bir namazsızın hâline benziyordu. Evdeki azarlara, dövüp sövmelere, çat patlara doyamadın mı, istersen mektepte de çalışma, rahat durma, bir parti de orada yerdin. Yalnız bu iki yer arasındaki ara tehlike bölgesinin dışında bulunuyordu.
Pencerenin önüne gittiğim hakikaten hayırlı oldu. Çünkü Kalfa’nın yanında, durmadan kitaba bakmak zorunda kalarak pek çok sıkılıyordum. Fakat burada bir iki yoldaş, kafadar vardı. Hele bir tanesi – galiba ismi Feyzi idi – o yaşta güzel sanatlar meraklısı idi. Ben aktarda o kadar ararım, bulamam, o her gün türlü “yapıştırma”, düz, çizgili kamış kalemler, büyük küçük kâğıt tabakaları getirir; bize beşer, onar paraya satardı. Onunla bir günün içinde pek sıkı fıkı olmuştum.
Günler hadisesiz geçiyordu. Ben artık Hoca’ya gitmeyip Kalfa’dan okuyordum. Evde okuyabilen ancak Dilfezâ vardı. O, akşamları, sabahları bana müzakerecilik ediyordu.
Bir iki hafta geçti… Ben artık alfabe levhasını bitirmiş, başı “cim” veya “hâ”lı bir sayfaya geçmiş, mektebe alışmıştım. Biraz da zeki ve kavrayışlılardan olduğum için Kalfa dersimi verirken acele ettiğim bile olurdu.
Ah! Meşin olsun, lastik olsun, topu pek severdim. Onu atıp tutmak, duvara vurup elimin içiyle yine vurarak bir, iki, üç saymak, çelmek; şimdiki futbolcuların övünme sebebi olan “gol” yapmanın ilkel ama güzel bir şekli olan “kale” oyununda “kaymak tutmak”, nişan alıp kaleyi vurmak, “pişti” oyununda ebeye vurulmamak için çeşitli korunma durumları almak, o lastik topu avucumla durmaz dinlenmez bir hâle getirmek, yere hızla vurarak yükseldikçe başıma düşürmek pek çok sevdiğim eğlencelerdendi.
Bir gün, arkadaşım Feyzi, boynunda sallandırıp duran üstü işlemeli yeşil çizgili cüz kesesinden usulca bir şey çıkarıp derhâl sakladı, beni meraklandırdı. Yalvardım, yakardım; sonunda gösterdi: Kırmızı meşinden küçücük bir top… Ama ne şirin, ne güzel bir top! Yine dilim dilim dikilmiş ama bir renkte, çiğ kırmızılıkta, o kadar güzel görünüşlü idi ki birdenbire gözlerimi aldı. Ver! Kardeşim, yine veririm… Olmaz! Vallah veririm… Kirletirsin… Billah kirletmem! Almak mümkün olmadı. Şimdi olmadı ama bir dalgınlıkla olacak. Bilmem o aralık Hoca mı bağırdı, yoksa Kalfa mı birini dövdü, Feyzi o tarafa dalınca seri bir pençe attım, topu aldım. Fakat ağlamakla karışık ince, keskin bir ses, son derecede yayık:
“Hoca Efendiiii!” ifadesiyle aksetti. Etmesiyle beraber Kalfa da başımıza dikilmişti. Bana bir şamar; üstelik top da gitti. Hatta yerine oturduğu zaman kalemtıraş ile parça parça edip çocuğun biriyle sokağa attırdı.
Renkten bir şey kaybetmemiştik. Çünkü şamar iki suratın bir tarafını da kırmızı kırmızı etmişti. Hele benimki cayır cayır yanıyordu. Başım sersemlemişti. O ana kadar böyle sert, acıtıcı bir şamar yememiştim. Sütninem bazen bunalır, bana bir tokat kaptırırdı ama onunki Kalfa’nın şamarı yanında ayva marmeladı gibi kalır!
Ne dersiniz? İhtimal ki olağanüstü bir korkunun, sinir bozuculuğu da eklenmiş olmalıydı. Biraz sonra öğle paydosunda eve gittiğimde sütninem hemen farkına vardı. Anneme:
“Hanım, bu çocuğun yüzünün bir yanına allık gelmiş.” dedi. Rahmetli annem baktı… O bile biliyormuş ki yumuşak yumuşak:
“Kalfa mı dövdü?” deyince, mektepte gözlerimden bir damla yaş akmamışken, burada birden bire boşandım. Aşırı heyecan galiba o al sahayı ıstırapla fazlaca renklendirmiş olmalı ki elimi üstüne götürerek odanın erkân minderi önünde diz çöküp başım kenarına dayalı olduğu hâlde ağladım. Annem, sütninem, Dilfezâ başıma toplandılar. Evvela sütninem:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Eskiden, küçük çocukları evlerinden toplayıp okula ve okuldan evlerine getiren kimse.
2
Eskiden, okul kitaplarını koymak için kumaştan yapılan ve boyuna asılan çanta.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов