
Полная версия:
Eşkal-i Zaman
“Ben olsam, tek neferleri kalıncaya kadar kırar, yine barış yapmam!”
HASBİ KÂHYA 74
Bizde, yani bizim terbiyemizin kabul ettiği yolda, hazır kâhyalar vardır. Sorar, soruşturur, ısmarlar, buyurur, sokulur, anlatmak ister, kulp bulur, ipucu sezer, salık verir, hükmeyler, araya girer, paylar, çıkışır, yerine adamına göre söver, işin gelişi ne ise ona uyar, herkesle taraftar, yine herkesle aleyhtar olur. Dalkavukluğa, iki yüzlülüğe kızar; tembelliğe öfkelenir, hırsızlığa lanet okur, kim kime ahlaksız derse o da beraber der; bildiklerinin yediklerine, içtiklerine, gezdiklerine, giydiklerine, oturdukları semtlerine, hatta uykularına karışır; kısaca, her şeye burnunu sokar, her söze kulak verir, herkese dil uzatır, her kelepire el atar, her gördüğüne nişan koyar. İşte bunlardan biri, öteden beri kendisinden bıkkın bir zata tesadüfünde damdan düşercesine der ki:
“Efendi Hazretleri, orucu bozan şeyler hatırınızda mı?”
İçinden bir “Hasbünallah!”tan sonra:
“Hepsi hatırımda değil, fakat biriyle karşı karşıya bulunduğumu sanıyorum.”
İnsan, toplum yaşayışında, çoğu, can sıkıntılarına tutulur, can sıkıcı kimselerle karşılaşır, hatta kendisi bile bir başkası için can sıkıntısı, bir can sıkıcı durumunu alır. Zamanımızda, hele siyaset meselelerinde bunun türlülerine rastlanmaktadır.
Hele gazeteci olmak, bu dertlere durmadan uğramak demektir.
Durup dururken karşınıza biri çıkar, hiddet kesilerek size: “Doğrusu, İslamlık adına teessüf ederim!” der.
Ne büyük bir kusur bulma! Fakat çok gecikmez, sebebini anlarsınız: Filan caminin imamı teravihi pek güzel kıldırıyormuş, varaka75 göndermiş, dercedilmemiş.
“Bunu sizin hamiyetinize veremedim!”
Ne kadar ağır bir suçlama! Sebebine gelince, “Bir Muhacirin Teellümü” başlıklı manzumesi konulmamış.
“Siz de artık dalkavukluğa başladınız.”
Neden? Ya! Bahriye Nezaretine Admiralty76 zırhlısını neden bir ayak önce almıyorsun, diye çıkışmıyorsunuz.
***“Ben gazeteci olmalıyım ki…”
“Ne yapardınız?”
“Her gün, hükûmeti kritik ederdim… Siz ise korkuyorsunuz!”
Fakat, her gün hükûmeti kritik etmemek korkmamazlıktır! Sizinkisi zevzeklik olur!”
“Çevir kazı yanmasın!”
CİDD Ü MİZAH
Külliyat-ı Letaif’te77 “Bir Ramazan Günü” başlığı altında şöyle bir fıkra gördüm:
Karı (Aşırı öfke ile): “Sen bugün çarşıda ne yapıyordun, bakayım? Elbette bana bayramlık almak için dolaşmıyordun. Tam saat sekiz buçuktan on bire kadar oralarda sürttün, dolaştın! Çabuk söyle, diyorum.”
Koca: “Camiye gidecektim de…”
“Sekiz buçuktan on bire kadar camiye gidecektin de gidemedin, öyle mi?”
“Kalabalıktan sökemedim ki… (Bu sözü söyler söylemez aklını başına alır, o da öfkelenir.) Peki! Ben orada idim, senin ne işin vardı da…”
“Sen izin vermedin mi?”
“Sekiz buçuktan on bire kadar çarşıda gez diye mi; yoksa camiye git diye mi?”
“Camiye diye. Ama sen erkekliğinle kalabalığı sökememişsin, ben kadınlığımla nasıl sökebilirdim?”
Zamanın değişmesi hükümlerin de değişmesini, yaşayışın değişmesi de evlerin değişmesini gerektiriyor. Hani ya o Kalpakçılarbaşı, Yağlıkçılar içi, Kuyumcular Çarşısı, Direklerarası, Beyazıt, Divanyolu, daha eski zamanlarda Aksaray piyasaları ne oldu? Yüzlerce araba art arda dizilir; beygirli, eşekli, yaya, binlerce halk birbirine baka baka alınır; kaş çatma, yelpaze sallama, söz atma, fes düzeltme, bıyık burma, göz süzme, iç çekme, gülme, mendil ısırma, baş sallama, gerdan kırma, çimdik, fiske, dönüp dönüp bakma, birli78, ikili79, kız işaretleri,80 omuz kaldırma; işine göre söz, çiçek, name atma; itip kakma; şemsiye, pabuç, bohça, yumruk vurma; ayılma, bayılma…
“Ay çocuğum ezildi, dostlar!”, “Kız kayboldu, ben şimdi babasına ne cevap vereyim?” demeler, o zamanların deyimlerinden olduğu üzere “pastıra yapmalar”,81 “konçine oynamalar”,82 bütün bu ve benzeri yaşayış rezillikleri değişti. Bazar Alman’da peçesini kapalı tutan, Bonmarşe’de açıyor. Kollar inik, sallı, yarı belden yukarısı öne eğilmiş.
“Arş ileri! Tango! Daha dün, gün doğusunun delişmen bir esintisi öyle bir göğüs dalaveresi yaptı ki, şairlerimizden birinin gözünü kamaştıran allı morlu “Dans Serpantin” uçuşmalarını andırdı. Bütün etekler uçuşup, ufak kamçı şaklamalarını andırırcasına sesler çıkardı; ince, havai fuların uçları birdenbire bulunduğu yeri bırakıp öyle uçtu ki, başta tutunacak hâl kalmadı. Bir kahkaha, bir çığlık, bir “tatlı dönüş”, bir türlü kapanmasını öğrenememiş ellerle bir uğraşış ki insan sinemada birinin soyunduğuna ihtimal verirdi!
Gün doğusu bu! Suları, akışları, kılaptan ipek bornusu öyle şişirdi, öyle şişirdi ki hayret bakışları o salınan vücudun:
Kabaramazsın83 oynadığına hükmediyordu. İşmara ne hacet? Al yanına biraz rüzgâr, anında bir sağanak çıkar, istersen uçur, istersen şişir!
UŞAK
Efendi bir uşak arıyormuş, sorar sormaz tellal der ki:
“Bir tane var, tam istediğiniz gibi! Hatta ölçer biçer de!”
“Pekâlâ, öyleyse yarın gönder.” der, çekilir. Uşak ertesi gün konakta boy gösterir. Efendi bakar, kılık kıyafet yerinde, el ayak düzgün, yüz, surat, duruş, yürüyüş, ölçülü biçili! Kendi kendisine “Bakalım hizmeti nasıl?” dedikten sonra “Baksana… Bana bir su ver!” der. Uşak etrafı bir süzer. Durur.
“Ne durdun?”
“Suyu kalkıp siz alsanız daha kestirme olacak!”
Şaşarak:
“Neden?”
“Dikkat ettim, durduğum yerden testi kırk adım ötede, sizin durduğunuz yerden ise ancak yirmi adım sürer, sürmez.”
Şaşarak:
“N’olacak?”
“Şu olacak ki ben gidip gelirsem seksen adım, siz gidip gelirseniz kırk adım sonra su içebileceksiniz…”
Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin derler mi diyeceksiniz? Bu atasözü şu fıkranın malı değildir. Bilgiçlik satmayı kötülediği için belki içimizden pek çoğu için değer taşır. Bir hizmete, bir vazifeye tayin edilir edilmez, onda hemen bilgiçliğimizi göstermek gayretiyle ne gülünç mütalaalarda, ne alay edilecek hareketlerde bulunduğumuza örnek verir. Nasıl vermesin ki, efendi kırk adım yürümesini sağlamak için parasıyla kendisini tuttuğu hâlde uşak tellalın verdiği pohpoha layık olduğunu göstermek üzere yürüyeceği seksen adımı göz yordamıyla kestirip iki yanlı bir hesap yapıyor. Diyorlar ki:
“Gençlerimiz de böylesi hâlde bulunmaktadırlar. Vazifenin -isterse üst katına olsun- dışına çıkmak da onu terk etmektir. Vatan marifetinde yapılan işin tam tamına vazifenin çizdiği kadroya uygun gelmesine “hüsn-i ifa etmek” denir. Kadroyu taşırmaya gelince, buna da coşkunluk denir ki yapılan şeyleri de alıp götürür.
Hele, zamanımızda akıl hocalığına çömez yazılacak kimselere pek az rastlanır. Fakat ukala dümbeleğine namzet yazılanların hesabı yok, deniyor. Daha dün, bir tanesi Avusturya-Sırbiye Savaşı işinden söz ederken “Biz de huduttan ilerleyiversek! Fakat bu yavaşlık varken…” diyordu.
“Hangi hudut?” diye sorduk.
“Bizim hudut!” cevabını verdi. Anlaşıldı ki haddini, hududunu bilmez biri.
Efendinin hesabı, uşağının tersi. Çevresine bakıp süzecek, uzaklığını yakınlığı ölçecek kadar düşünceden nasipsiz!
Rahim Allahu’n-nebbaşe’l-evvel.84
AŞÇIBAŞI
Geçen gün, biricik feylesofumuz anlatıyordu:
“Bizim aşçıya dedim ki:
‘Haberin var mı, Kur’an’ı Türkçeye çeviriyorlar.’
Yüzüme baktı, anlamadığını gösterir bir tavır aldı. Bunun üzerine, daha çok açıklamak gerekti:
‘Türkçe olacak, okuyunca içindekileri anlayacaksın.’
Bu sözüm üzerine aşçı, başını ‘olmaz’ anlamına salladıktan sonra:
‘Olamaz! Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı!’ diye dikildi durdu.”
Ulu Kur’an’ın yüce anlamlarının ve güzel üstünlüklerinin insanoğlunun kavrayışından yüksek olduğu üzerinde iman sahiplerinin ortada olan tam birliğini halkın bilgisiz bölüğünün ne yolda anladığı, şu konuşmanın kılavuzluğu ile meydana çıkıyor ki her itikat yalnız akla göre değil, ferde göre de gaaibane imiş!85 Yani aşçıbaşı kölenizi, ne yapsanız, bu inançtan ayıramazsınız. O, bir kez “Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı.” hükmüne “saddaktü”86 demiş. Bu bilgisizce düşünüşü bir basamak daha yükseltmek elde değildir. Çünkü yüzyıllardan beri bu böyledir. Biz, yalnız kesmeyi öğrenmiş, öğretmişiz. I. Selim Anadolu’daki kırk bin Şii’yi keseceğine milyonlarca halkı Hanefi mezhebine hakkıyla bağlayacak propagandalar, yol göstermeler, bilim kurumları yapıp memleketin içine salıverseydi kırk milyon Sünni kazanırdı. Bir zamanlar mahalle kahvelerimizde okunan Şah İsmail ve benzeri mübalağalı hikâyeler arasında, İran’ın Şii mezhebinin propagandasının özü bulunduğunu, daha yeni yeni, iş işten geçtikten sonra anlıyoruz.
Namaz kılarken Zülfikar’ı ile Hazreti Ali’ye hayali binlerce kişiyi kestirten kalem, elbette, yüceliğin gerektirdiğine gönül verecek kimseler arıyordu.
Kötülükler, kötü inançlar, zararlı alışkanlıklar ve benzerleri, ancak doğru yolu göstermekle hafifler, düzelir, ortadan kalkar.
Feylesofumuza sordum:
“Aşçı bu sözü söylerken nasıl duruyor, davranıyordu?”
“Dört temel inancın uyandırdığı ‘asabiyet’le. Bizim herkesin içinde oruç yiyemeyişimiz gibi, zabıta ve kanundan korkmak, ötekinin berikinin kınamasına nişan taşı olmaktan çekinmek uğruna takındığımız tavırlar gibi değil, dosdoğru, sağlam bir inancın güdüsüyle söylüyordu.”
Gerçekten, şu birkaç yıl içinde, Muhammet dininin yüce erdemleri üzerinde gerçek bilginlerimizin hemen her gün denecek kadar yayın himmetinde bulunduklarını görüyor, feyzalıyoruz. Hele, Sebilürreşat’ın87 sayın ileri gelenleri bu doğru yolu gösterme işini artan bir çaba harcayarak ecir kazanıyorlar. Fakat bu himmetlerin hepsi, âdeta bilenler için! Acaba bilenler dedim de bir yanlış mı yaptım? Dilimizdeki çoğul edatı da ne kadar parlak, sesli, kulağı okşayıcıdır!
Bir avare sofu, bizim gönlü yaralı dervişe sormuş:
“Yahu, okunan ezan mıydı?”
“Kulağıma bir şey çalındı amma… Bilmem ki… Bir kez erbabına sor!” demiş. “Yoksa böyle mi?”
YİNE AŞÇIBAŞI
Bilindiği gibi:
“Bendeniz” terkibi, mutlak surette, “estağfurullah!” karşılığını gerektirmez. Tutalım; “birader bendeniz”, “mahdum bendeniz”, “peder bendeniz”den her biri bir “estağfurullah”la reddedilebilir ve ululanır da; değil arkalarında, yüzlerine karşı bile övünerek, vakarla “uşak bendeniz”, “aşçı bendeniz” denildi mi aldırılmaz. Sebep, acaba konuşmalardaki şive mi? Bir zamanlar merak ettimdi de onu ilgilendirdiği için, işi her yönüyle anlatarak, bir aşçıbaşıdan sordumdu. Aşçı, bana pek kayıtsızca “Bizim efendinin sözünün yuları mı olur? Her gün işitiyorum, kendisine de ‘bendeniz’ diyor.” dediydi.
Zaman geldi, geçti. Bu aşçıbaşıya, geçenlerde, dostlardan başka birinin hizmetinde rastladım. Tanıştığımız için, bir iki hoşbeşten sonra yine sordum:
“Bu efendinin sözünün yuları var mı?”
Gülerek “Ne gezer? Bu, bütün bütün yularsız… Ulan aşağı, ulan yukarı! Bereket versin, yüreği temiz!”
Bu ufacık, safça karşılaştırmadan anladım ki ihsaslarda kimilerince inceliğin ve kabalığın o kadar önemi yok. Bu cihet, davranışlara bağlı bir iş hükmünde kalıyor.
Diyelim ki, bizim evdeki sivrisinekler beni tanıyorlar. Küçük gazı elime alıp da şuraya, buraya konmuş olanlarını yakmak için dolaşmaya başladım mı başımın etrafında korkunç bir uğultu peyda oluyor. Bana “Zalim herif, yine bizi yakmaya kalktın, öyle mi?” diye, bir mızrak vurup savuşuyorlar gibi geliyor.
Siyaset işlerinde de bunun aynı oluyor. Bunlardan, Fransa’nın nezaketi, İngiltere’nin kahpeliği, İtalya’nın korkaklığı -ve bu böyle sürüp gider- sonuç bakımından, bize ne kadar zarar vermiştir! Siz, isterseniz, bu günlerde İngiltere Devlet-i Muazzaması, Fransa Hükûmet-i Fahimesi, deyin, isterseniz sadece İngilizler, Fransızlar deyin, aşçıbaşıya göre hepsi bir. O “Taşan aş için kepçeye paha olmaz!”deyip “Aferin Alman’a! En sonunda bize gemi verdi, ne olsa yüreği bizimledir!” teranesini tutturmuş gider.
KÜLAH
Külahını çaldırmış ya kapmışlar, başı açık mahalle aralarından yürürmüş. Yaz, hava sıcak. Herifin biri de kuyuda soğuttuğu karpuzu pencere önüne çıkarmış, oya oya yemiş. Bir iki de yalayıp perdah ettikten sonra, öteden beri herkesin süprüntülüğü bildiğimiz sokağa fırlatıvermiş. Olacak bu ya! Doğruca bizimkinin “kelle-i bi-devlet”ine geçmiş. Gerçi soğukluğu ferahlatmış ise de bu gökten inme başlığın ne olduğunu anlamak merakını da yenememiş, iki eliyle tutup çıkarmış, bir de bakmış ki o karpuz kabuğu. Demiş ki:
“Bu, birinin ayağı altına konulacakmış amma nasılsa hesabı ters tutulmuş!”
Bu kavramın, siyaset olaylarında çoğu uygulanır. Birine bir yanlışlık yaptırıp da ayağını kaydırmaya mahsus olan bir entrika, ötekine ikbalin bir altın külahını giydirir. Nitekim, biz “Meşrutiyet”in başlangıcından beri az mı külaha geldik! Bize az mı külah oynadılar! Hâl böyle iken, şimdi, Avrupalıların birbirine külah giydirmelerine karşılık, biz, tarafsız bir seyirci olup kalıyoruz. Eğer kısmette bir külah daha giymek varsa işte buna yanarım. Aman, iki elimiz başımızda olsun!
Bismark’ın 1870’de giydirdiği külahın büyülü tesiri, hâlâ, Fransızların başını döndürüyor. Savaş hâli sürdükçe, bu dönme de sürecektir. Çünkü Fransa, “İslavlık” uğruna döktüğü para ve kanların kendisine yararlı olamayacağını anlamaya başlamıştır. Çünkü sonuç ya Cermen veyahut İslav nüfuzunun üstünlüğüne varacaktır. Yani, Avrupa politikasına bu iki akımdan biri hâkim olacaktır. Ya da bu saldırıcı kuvvetler dışında duran İngiltere, külahı kapacaktır. Hâlbuki “Alsas-Loren” parçası, Fransa’yı, hayal ettiği amaçta yaşatmaz. Uzun yaşayabilmek için ya İslav politikasına veya İngiliz buyruğuna boyun eğmesi gerekecektir. Dikkate değer ki, daha şimdiden, Akdeniz filosunu kumandasına bıraktı. Güya zavallı Fransa, sonunda düşmanlarıma tutsak olayım, diye savaş yapmaktadır. Cermen kuvvetinin üstünlüğü hâlinde ise Fransa için kurtuluş umudu pek azdır.
Sanılıyordu ki İngiltere savaşmayacak, sonunda, yıpranmamış taze kuvvetiyle her iki yorgun taraf üzerine yüklenerek arslan payını alacaktır. Bu sanı, İngiltere’nin bugün savaşa katılmasıyla birlikte, yine yerinde durmaktadır. Çünkü İngilizlik, külahı öne de giymek, arkaya da yaslamak konusunda muhayyer, yüzyıllar görmüş bir siyasete sahiptir, ister misiniz ki yarın veya öbür gün “Benden artık paso! İngiliz çıkarı buraya kadar savaşa devama elverişlidir!” desin de bir tornistan kumandasıyla dönsün, Fransa’yı da soluğu soluğuna bıraksın.
“Sen utanmıyor musun?” diyedursunlar! Politika bu! Ayıp ölür, nayıp can çekişir de aldıran olmaz… İngiliz’in siyaset tarihinde ise böyle dönüşler gelenek olmuş gelir.
Şimdi evde çocukların yüzlerine bakamıyoruz: Taklit belası yüzünden!
“Yirminci medeniyet asrı! Yirminci medeniyet asrı!” diye onlara övdüğümüz şu yüzyılın bir vahşilik devri olduğunu Balkan Savaşı ile şu umumi savaş daha ne kadar ispat edebilir! Bir hâlde ki:
Düştü külahı, göründü keli!
KEBÛTER BÂ KEBÛTER 88
İhtimal ki, Acem’in bilinen “Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz” hikmetinden alınmadır. Anadolu’nun “Kaz kaz ile baz baz ile”, “Kör tavuk kör horoz ile” diye pek şümullü, yukarıdakini karşılayan ve her yerde söylenen bir deyimi vardır.
“Acaba biz kimlerle ağız birliğindeyiz? Maşallah “Düvel-i Muazzama” denklerini buldular, vuruşup duruyorlar. Almanlar, Avusturyalılar, Fransızlar, İngilizler, Ruslar savaşa gidiyoruz diye birbirlerini çiğniyorlar. Heves edilmeyecek bir gidiş de değil. Baksanız a, insana nasıl da hız veriyorlar! Arman Herve mi, ne şarlatandır, Fransızlarda biri varmış. Bugüne kadar kendisine “antimilitarist” yani askerliğe karşı, savaş düşmanı süsü vermiş; böyle gezmiş, tozmuş, yemiş, içmiş, savaş ilan edilir edilmez eski fikrinden dönerek, sanki bir iş görecekmiş gibi, Harbiye Nezaretinden savaşçıların ilk sırasında bulunmasını dilemiş. Alman sosyalistler de bir süre önce büyük miting yaparak savaş aleyhinde bağırıp çağırdıkları hâlde, imparator herkese “Hazır ol!” kumandasını verir vermez “silah omza” ederek yürümüşler. Bu hâllere güç mü yeter, hangi can dayanır, hangi yürek katlanır?
Bu birden değişmeyi yorumlayanlar diyorlar ki:
“Bu karşı olmaların hepsi de boyadır. Silinince, altındaki “vatanseverlik” görünüyor.” Demek ki bütün atıp tutma, bakam boya.89
Filibe’de gezerken belediye bahçesinde heykelimsi bir şey gördüm, merak ettim de sordum:
“Acaba bu neden yapılma?”
Karşımdaki, nefes bile almadan:
“Tenekeden!” dedi. Aşırı şaştığımı görünce:
“Ne şaşıyorsun? Sen üstündeki boyaya bak, aldandın mı, aldanmadın mı? İşte, bizim işimiz hep böyle tenekedir!” sözlerini ekledi idi.
Bari, bizim işimiz teneke olmasa! Bari, ipliğimizi de boyayabilsek! Meşhur sözdür: “Önce refik, sonra tarik!” Biliriz ki, bir zamanlar “üç imparator ittifakı” vardı. Yel üfürdü, su götürdü. Rusya, Almanya ile Avusturya’dan ayrıldı. Dedi ki:
“Çık çık eden nalçadır,İş beceren akçadır!”Ondan sonra şimdiki “İttifak-ı Müselles”, bir ara “İttifak-ı Müsenna”, sonra “İtilaf-ı Müselles” çıktı. Daha sonra şu, “Balkan İttifakı” başımıza patladı. Şu üç ittifakın üçünün de ne mal olduklarını anladık. Bulgarların Bükreş’te kabasını aldılar; İtalya, ayak sürçtü. Yakındır; İngiltere stop eder.
“Benim sizinle savaşa girişmem filan yerlerin ilhakı bitinceye kadardı. Artık benim çıkarım yok.” der çekilir. Yine Fransa, Rusya, Dıral Dede’nin düdüğü gibi kalırlar. Onun için derim ki “Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz!” hükmü kıyamete kadar ayaktadır.
BİRAZ POLİTİKA
İtibarlı “zaman” diyor ki:
“Lort Grey’in düşüne giren Jeanne d’Arc, İngilizlerin hâlâ Kuzey Fransa’da gözü olduğunu; “Sazanof’u dün gece uykusunda tedirgin eden Bonapart, çar hazretlerinin Moskova’ya gelip gitmelerini; Mösyö Puankare’yi terli terli uyandıran Bismark hayaleti de er geç barışın olacağını gösteren manevi belirtilerdendir. Bunların içinde III. Napolyon da bulunsaydı, savaşın sonuna yakın, Fransa’nın bir karışıklık geçireceğini düşünmek yerinde olurdu. Ben, geçen Balkan Savaşı’ndan önce, Hakan-ı Sabık’ı görmüştüm. Fakat gene “La- ya’lemü’l-ğaybe illa’Allah ”.
Tam işte adamına göre düş, düşüne göre yorum! Her zaman böyle üçü, dördü birbirine uygun düşmez.
İki derviş, bir kış günü, karşılıklı titreşip dururlarmış. Biri, büzüldüğü köşede nasılsa yarım saat kadar kestirmiş. Birdenbire uyanarak çeneleri vurduğu hâlde “Allah hayırlar versin, manada hamama girmişim.” der demez arkadaşı “Aman birader, neye terini alıştırmadan çıktın, soğuk alacaksın.” demiş.
Zavallı Orleanlı kız, bak seni, vatanseverce yaptıklarına ceza olarak Ruen’de odunlar üzerinde cayır cayır yakan İngilizler, şimdi senin sevgili Fransa’nın müttefiki oldular, iki millet arasından Manş Denizi değil, su bile sızmıyor!
Sen ey Sent-Elen Mahpusu! Bu hâle ne dersin? 1805’te İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli, İsveç krallıkları sana karşı yürüyor, yalnız Prusya tarafsız duruyordu. İşte Osterliç! işte Petersburg! 1806’da dediğin şu söz, günümüz bakımından ne kadar anlamlıdır:
“Osmanlılara gelen iyilik de kötülük de olduğu gibi Fransızlarındır.”
Acaba böyle midir? Böyle ise, yüz yıl sonra dediğin çıktı. Hatırında mı? Sen Osterliç’i kazandıydın, İngiliz Pit de üzüntüsünden öldü idi.
Koca Bismark! Sendeki o siyaset gücü neymiş, ki 1870’de bütün Avrupa’yı el pençe divan durdurarak yalnız başına Fransa’yı ezdin. Sen, gerçekten, demirden bir el imişsin! Bak, şimdi, yoktan ortaya koyduğun imparatorluğa üçü büyük, üçü küçük altı saldırgan sarılmış, sarsmak istiyorlar. Japonya da caba!
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Geçmiş anılmaz, geçmişten söz edilmez, amma…
2
(Rumcadan) asıl anlamı “hiç, boş” demektir. Çamur sıçraması; birden sıçrayan çamur.
3
Vaktiyle İstanbul’daki yangınları haber vermek için yangın kuleleri ile bazı yerlerde bulundurulan adamlara verilen ad. Bunlar başlarına sıfır kalıp fes, sırtlarına kırmızı bir ceket ve şalvar yahut pantolon, ayaklarına hafif yemeni giyerler, ellerinde harbi taşırlardı. Uğradıkları yerlerde acı bir nara attıktan sonra, mesela “Aksaray, Sineklibakkal!” deyip fırlarlardı. Bunlar belli dairelere ve mahalle bekçilerine yangının nerede olduğunu söylerler, onlar da tulumbacılara haber verirlerdi.
4
Pırpırı, esnaftan olan kimseler için kullanılır bir sözdür. Her sanatın bir piri olduğundan, bu tabir doğmuştur. Cahil olup çelebi zümresinden olmayan demektir. Pırpırı-kıyafet ise, dar ve tetik giyinmiş demektir.
5
“Varda!”, İtalyanca “Gözet!” anlamına haykırmadır. “Vardacı”, eskiden tramvayların önünde “Varda!” diye yol açanlara verilen addır.
6
İki yazarın, özellikle iki şairin, birbirlerinden haberleri olmadan bir mısrayı veya beyti aynı şekilde söylemiş olmaları.
7
İçine öteberi koyup taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan ağzı geniş bir torba gibi kap.
8
Çarşılı: Genel olarak Kapalıçarşı esnafına verilen bir ad olmakla beraber, bundan ayrıca çarşının Ermeni kuyumcular bölümündeki esnaf anlaşılır.
9
Köpek.
10
Palamut balığının “altıparmak” çeşidinden yapılan tuzlama; altıparmak palamudun tuzlaması.
11
İstanbul’da Galata surunun ilk kapısı olarak tespit edilmiş bulunan Azap Kapısı, bugün Beyoğlu cihetini Haliç üzerinden İstanbul’a bağlayan Atatürk Köprüsü’nün başında, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin tam önünde idi. Osmanlılar Devri’nde bu kapıya verilen Azap Kapı adı, tersanenin yanında bulunan Azaplar Kışlası’ndan ileri gelmiştir.
12
Bahriye Nezaretine (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) bağlı ve Haliç denizcilik işlerine bakan askerî kumandanlık.
13
Bu mısra, XVI. yüzyılda ünlü Türk divan şairlerinden Vardar-Yeniceli Hayali’nindir(? – 1 557). Asıl adı Mehmet ve lakabı Bekâr Memi’dir.
14
Boğaziçi’nin oturulan yerlerini İstanbul’a bağlamak için vapur ihtiyacını karşılamak üzere kurulmuş olan şirketin adı. Bu şirket Abdülmecit zamanında, 1850’de kurulmuştur. Şirketin müteşebbisi, Mustafa Reşit Paşa idi. Abdülaziz Devri’nde bu kumpanyanın imtiyazı tahdit edilmiş ve Boğaziçi’ne vapurla gidip gelmeyi sağlayacak bir hâle getirilmiştir. Bu şirketin işleri bugün Denizcilik Bankası tarafından yürütülmektedir.
15
“Allah’ı eşten, çocuktan ve başka buna benzer eksiklerden tenzih ederim.” demek olup beğenilen bir şey karşısında “Bunu yaratanı bu güzel yaratmasından dolayı teşbih ederim.” ve beğenilmeyecek bir şey karşısında da “Bundan Ulu Tanrı’yı tenzih ederim.” anlamında kullanılmaktadır.
16
Kaytan gibi ince, uzun ve uçları düz, burma bıyık.
17
Rengi belli değil, belli bir renk söylenemez, herkesin istediği rengi söyleyebileceği.
18
Zenginliğini kılık kıyafet ve davranışıyla göstermeye çalışan kimse.
19
Bir çeşit toprakla karıştırılıp yapılan pekmez katısı.
20
Çamaşırda temizlenemez hâle gelmiş, üzerindeki kir yerleşmiş.
21
Makas görmemiş ve kılları aşağı doğru sarkmış kaş.
22
Parmağı kaplayıp dolayan ve ağrıtan ve dolama denen şişi varmış gibi kalın parmak.
23
Bir evde uzun zaman hizmet etmiş emektar, yaşlı kadın.
24
Kurtlanmış kelle peyniri, tekerlek biçiminde peynir, kaşar peyniri.
25
Eskiden, alışverişlerin altın veya gümüş para ile yapıldığı zamanlarda, bir altın liranın dörtte biri değerinde bir altın para.
26
Ülkücü, idealist, ülküsünü canından üstün tutan kimse.
27
Derisi ve tabanı kalın, bir çeşit kaba ve sağlam asker pabucu.
28
Ayağa tozluk yerine doladıkları çuha kenarı; askerlerin ayak bileğinden dizlerine kadar sardıkları ensiz ve uzun kumaş parçası.
29
Türk askerlerinin Birinci Cihan Savaşı’nda giydikleri bir çeşit sipersiz başlık.
30
Bir devletin başka bir devlete karşılıklı veya karşılıksız olarak dinî, siyasi ve adli alanlarda tanıdığı imtiyazlar. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyıldan beri bu imtiyazları tanımaya başlamış, bu yüzden Osmanlılar, yabancıların haklı, haksız isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Lozan Barışı ile kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır.