Полная версия:
Dürdane Hanım
Sohbet’in gözlerinin en evvel Acem Ali’nin yatmış olduğu yatak tarafına dönmesi tabii olup orada Ali’yi göremeyince oda içinde aranmaya başladı.
Ali oda içinde de yoktu. Sohbet hemen kalkıp alelacele elbisesini giyindi, tam potinlerini ayağına giyerken kapı açılıp Acem Ali içeriye girdi.
“Uyandın mı arkadaş?”
“Şimdi kalktım.”
“Bu sarhoşluk üzerine bir işkembe çorbası yarar ya?”
“Hayhay!”
“Ben hesapları ödedim. Haydi öyleyse işkembeci dükkânına!”
Bunlar oradan çıktılar. İşkembeci dükkânında kahvaltılarını ettiler. Fakat Acem Ali Bey hep dün akşamki Acem Ali Bey olduğu gibi Sandalcı Sohbet de hep dün akşamki Sandalcı Sohbet olup Ali’nin bir kız olduğunu keşfettiğine dair sandalcıda hiçbir tavır, bir alâmet yoktu.
İşkembeciden dahi çıktıktan sonra Acem Ali arkadaşına dedi ki:
“Ey Sohbet! Bu gece güzel eğlenebildin mi?”
“Benim gibi bir adam ne kadar güzel eğlenebilirse o kadar!”
“Şimdi beni dinle! İstersen her zaman böyle eğlenebilmek ve güzel bir kız ile evlenerek rahat bir köşeye çekilmek, rahatlamak senin için mümkündür. Fakat benim de sana gördürecek bir hizmetim vardır.”
“Ben eğlenmek, yaşamak, ölmek filan gibi hesaplarda değilim. Senin arkadaşın olmak bana yeter. Hizmetin neyse hemen söyle.”
“Lakin bu hizmette körü körüne itaat isterim. Eğer zerre kadar itaatsizlik olursa…”
“Zerre kadar itaatsizlik olursa o anda beni öldür. Kanım katlim helal olsun!”
“Bir de esrarı meydana çıkarmamak…”
“Onların hepsi belli şeyler…”
“Öyleyse iki gün sonra, yani pazartesi akşamı seni yine dün akşam bulduğum meyhanede bulmalıyım.”
“Allah ölümden aman verirse muhakkak olarak bulursun.”
“Tamam. Şimdi bana izin ver de ayrılalım!”
“Uğurlar olsun!”
İKİNCİ KISIM
AYŞE EBE
(…) semtlerinde Ayşe Ebe diye şöhret bulan bir ebe hanımın başına gelen acayip vakayı işittiniz mi? Henüz unutulmuş olması muhtemel olacak kadar eski vukuattan değilse de bu vaka herkesin hayret nazarlarını çekmiş olduğu zamanlar bile birbirini nakzetmiş olan birçok rivayet, bu vaka hakkında pek çok kimselerin şüphesiz bir fikir hasıl edememelerine yol açmış olduğundan durumu bu defa size etrafıyla anlatmayı lazım saydık.
Bu Ayşe Ebe her ne kadar loğusalar nezdinde alışılageldiği gibi “ebe nine” hitabına mazhar olursa da kendisi “nine” sayılacak kadar ihtiyar olmayıp âdeta “hemşire” sayılacak genç bir kadındır.
Yalnız genç değil! Hem genç hem de oldukça ve daha doğrusu pek ziyade güzeldir.
Bir akşam bu kadın, ev halkıyla güzel güzel oturup yedikten içtikten ve söz sohbet ettikten sonra yatak odasına çekilir. Ertesi sabah herkes uykudan uyanmasını beklerse de ebe hanım uyanmaz. Şayet gece, uykusu kaçmıştır da biraz geç uyanacaktır diye bir hayli zaman kendisini rahatsız etmezlerse de öğle vakti olduğu hâlde yine Ayşe Ebe’den bir eser görülmeyince gelip odasının kapısını vururlar.
Tabii ki odadan ses seda alınamaz.
Herkeste merak artar. Kapıyı kırmak lazım gelirse de içlerinden birisi kapının zembereğini kurcaladığında kapı açılır. Böyle sürmeli olmayan ve kendi kendisine açılan kapıyı tekrar kırmaya gerek görülmeyeceği tabiidir.
Kapı açılır ama oda içinde kimse yok. “Acaba ebe hanım biraz evvel kalktı da dışarıya mı çıktı?” diye öte beri aranırsa da ebe hanım evin içinde yoktur.
Al bir merak daha!
“Sakın kara sevdaya filana uğrayıp da kendisini kuyuya muyuya atmasın?” denilir. Araştırmalara daha ziyade devam edilir. Yine bir eser yok. Hatta hırsız filan gibi bir düşman eliyle öldürülmüş olması lazım gelse mutlaka bir emare görülmesi gerekirken öyle bir emare dahi yok.
Meraklar gittikçe artar. “Sabah erkenden bazı konuya komşuya gitmiş olmasın?” diye en ziyade münasebet alacak konu komşu dahi aranırsa da hiçbir tarafta iz bulunamaz.
Artık çaresiz zaptiyeye müracaat olunarak birkaç müfettiş tayin olunup evin içi ve dışı etraflıca incelenirse de içeriye hırsız filan girdiğine dair hiçbir eser bulunamaz.
Bundan sonra bir taraftan zaptiye ve bir taraftan da hane halkı bütün İstanbul içinde Ayşe Ebe diye aramaya başlarlar. Sanki yer yarılmış da içine girmiş, Ayşe Ebe hiçbir yerde yok vesselam!
Bir gün iki gün böyle devam eder. Ebeden haber yok. Üçüncü, dördüncü gün dahi geçer, yine haber yok.
Nihayet beşinci gece hane halkı kâh ağlayarak kâh düşünerek Ayşe Ebe’ye ne hâl olduğuna bir mana vermekte şaşkın iken sokak kapısı açılıp sonra kapanarak “Kızlar! Mumu çıkarınız! Ben geldim!” diye bir ses işitilir.
Bu sesin Ayşe Ebe’nin kendi sesi olduğu tanınmayla herkes dışarıya fırlar. “Acaba Ayşe Ebe ne hâlde görülecek?” diye herkes ebe hanımı bir başka hâl ve surette göreceğiz zannederken bilakis Ayşe Ebe arkasında bir kat gayet güzel elbise olduğu hâlde bir yandan feracesini yaşmağını çıkararak kendisini karşılamaya gelenlerin yanına yaklaşır.
Herkes “Canım! A ebe hanım! Ne oldun? Nereye kaybolup gittin?!” diye işin aslını öğrenmeye girişirler. Ebe hanım da “Hiç, ne olacağım? Ebe değil miyim? Gece gündüz denilir mi? Ebe kısmı her zaman hizmetine muntazır ve hazır olmalıdır!” diye izaha başlar ve hem de ev halkına yaklaşırsa da sanki arka tarafında kendisini bir tehlike takip ediyormuş gibi sık sık arkasına dönüp bakarak korku, çekinme alametleri gösterir.
Hasılı kadıncağız oda içine can atıp da kendisini ev halkı içinde ve selamette bulunca bir kere “Hay!” diye haykırıp hemen kendisinden geçer!
Herkeste tabii olarak oluşan telaşı izaha ve etraflıca bildirmeye gerek var mı?
Kadın evinden kaybolduğu gece, arkasında bir basma entari varken bu gece gayet mükellef bir canfes elbise bulunması hane halkının dikkatini her şeyden önce çekerek baygın bir hâlde bulunan Ayşe Ebe için ilk edilecek tedbir, elbisesini çıkarmak olmakla kadınlar bu elbiseyi çıkarmaya başladıkları zaman cebinde bir de çıkın bulmuşlar ve açtıkları zaman içinde yüz lira bulunduğunu görmüşlerdi.
Ne kadar merak gerektirecek bir hâl! Buna, alametlere nazaran Ayşe Ebe dost eline mi düşmüş, yoksa düşman pençesine mi düçar olmuş diye hükmolunur?
Hâlbuki Ayşe Ebe hâlâ kendisini toplayamıyor. Tabibe mi haber göndermeli yoksa zaptiyeye mi?
Tabibe “Bir hasta var!” diye haber gönderilip zaptiyeye dahi “Ayşe Ebe kendi kendisine geldi çıktı.” diye malumat verilir.
Hem tabip hem de bir müfettiş gelirler.
Tabip efendi küçük bir tedavi ile Ayşe Ebe’nin aklını başına getirip müfettiş dahi tanzime memur ve mecbur olduğu raporunu yazmak için kadıncağızı sorgulamaya çalışırsa da Ayşe Ebe hâlâ büyük bir şaşkınlıkla etrafına bakınarak henüz tam emin bir mahalde olduğundan emin olmadığını anlatır.
Bu hâlde hane halkı ile polis memuru dahi kadını temine girişirlerse de Ayşe Ebe gereği gibi kendisini topladıktan sonra müfettişe dedi ki:
“Zaptiye ile görülecek hiçbir iş yoktur efendim. Nafile zahmet buyurmayınız.”
Müfettiş: “Korkmayınız efendim, söyleyiniz!”
Hane halkı: “Artık seni muhafaza için hepimiz gece gündüz uyanık dururuz. Sana ne hâl olduysa söyle!”
Ayşe Ebe: “Bana hiçbir hâl olmadı. Gece vakitsiz olarak bir loğusaya çağırdılar, gittim, doğurttum, geldim.”
Müfettiş: “Gece vakitsiz loğusaya çağırsalar elbette evdekilerin dahi haberi olurdu. Hâlbuki onlar büyük bir telaşla zaptiyeye müracaat ettiler.”
Ayşe Ebe: “Hata etmişler! Boşuna telaş etmişler.”
Müfettiş: “Öyleyse çağrıldığınız yerin neresi olduğunu haber veriniz.”
Ayşe Ebe: “Pek kibar bir yerden çağrılmışım.”
Müfettiş: “Gerçi üzerinizde görülen canfes elbiseyle yüz lira buna işaret ederse de gittiğiniz mahallin ismini haber vermeye bu hâl mâni olamaz.”
Ayşe Ebe: “Gittiğim yerin neresi olduğunu ben de bilmiyorum.”
Müfettiş: “Canım öyle laf mı olur?”
Ayşe Ebe: “Öyle möyle, işte bu kadar! Zaptiyece işimiz yok diyorum. Ben canımdan korkarım!”
Hane halkı: “Canından niçin korkuyorsun?”
Ayşe Ebe: “Aman üstüme varmayınız! Bir şey yok diyorum! Sağ salim haneme geldim ya işte!”
Gerek müfettiş ve gerek hane halkı ebeyi daha ziyade söyletmek için epeyce uğraştılarsa da ebe hanımın bundan ziyade izahat vermesi gerçekten imkânsızdı.
Nihayet hane halkı birbirinin yüzlerine bakarak hayretlerini beyan ettiler. Müfettiş de yerine gittiği zaman ertesi sabah amirine takdim için şöyle bir rapor kaleme aldı:
“Yüksek şahsiyetlerinin malumu olduğu üzere içinde bulunduğumuz ayın (…)’nci salı gecesi (…) mahallesi sakinelerinden Ayşe Ebe kendi hanesinden kaybolarak ne tarafa gittiği hakkında hanesince malumat olmadığı gibi zaptiyeler tarafından yapılan inceleme ve araştırmalardan dahi bir netice alınamamışken bu gece söz konusu kadının kendi kendine hanesine döndüğü hane halkı tarafından haber verilmesi üzerine hemen vaka mahalline gidilince adı geçen Ayşe Ebe baygın bir hâlde bulunmuş ve çağrılan tabip kadının aklını başına getirmişti. Nasıl kaybolduğu hakkında malumat almak için her ne kadar sorgulamaya gayret edilmişse de ‘Zaptiyelik işim yoktur!’dan başka ağzından söz alabilmek mümkün olmayıp fakat kadın kendi hanesinden kaybolduğu zaman üzerinde bir basma elbise varken gayet mükellef bir kat canfes elbise ve cebinde de yüz lira nakitle dönmesi ve kendisinin genç ve güzel bir yüz sahibi olması işbu şüphenin sebeplerini başka türlü hâllere hamlettireceği meydanda bulunmuş ve bununla beraber yaralama ve hırsızlık gibi cinayetle alakalı işlerden bir şey olmadığı dahi bütün hâl ve tavırlardan anlaşılarak bu hâlde zabıtaca yapılabilecek bir şey görülememiş olmakla tek malumat olmak üzere hâli arza ve beyana süratle başlandı. Ol babda…”
Ayşe Ebe hakkında müfettiş efendinin raporunda beyan olunan şüpheden dolayı müfettişi ayıplar mısınız?
Hâlbuki bu zan hane halkında dahi vaki olmuş ve eğer Ayşe Ebe evli bir kadın olsaydı, kocasının şüphelerinin âdeta bir ayrılığa kadar varacağı malum bulunmuştu.
Hem ne kadar kibar bir yere giderse gitsin, bir loğusayı tevlîd için yüz lira bahşiş verilmek nerede görülmüş şeydir?!
Öyle ya! Nihayet otuz yaşını aşmış olmamak üzere bir hanım düşününüz ki güzel endamı ve tatlı siması dahi mükemmel olsun; bir gece hanesinden kaybolarak beş gün sonra dahi mükellef giyinmiş olduğu hâlde cebinde de yüz lira bulunarak geri dönsün!
Kendisi bayılmamış olsaydı ve söz konusu meblağ hane halkının araştırmasıyla meydana çıkmamış olsaydı, acaba Ayşe Ebe bu parayı meydana çıkarabilir miydi?
Hem ne kadar kibar bir yere giderse gitsin bir loğusayı doğurtmak için yüz lira bahşiş verilmesi nerede görülmüş şeydir?!
Farz edelim ki yüz lira bahşiş dahi verilmiş olsun ya nereye gittiğini niçin söylemiyor? Ya geldiği zaman o korku ve çekinme neden kaynaklanıyordu?
İşte bunların hepsi umumi şüpheyi Ayşe Ebe’nin aleyhine toplayacak ve birleştirecek hâllerden olmakla o zamanlar herkes aklına geleni söylemişti.
Bu meselede işin aslı ta sonra ve âdeta pek yakın bir zamanda meydana çıkmıştır. Evde aradan zaman geçmesiyle artık Ayşe Ebe’nin hiçbir şeyden çekincesi kalmaması üzerine kendi tarafından yine hane halkına hikâye edilmek suretiyle meydana çıkmıştır.
Ayşe Ebe demiştir ki:
“O gece odama varıp da yatağıma girdikten sonra odamın kapısı tekrar açıldı. Zira kapıyı sürmelemeyi hiç hatırıma bile getirmemiştim.
Kapıdan içeriye üç herif girdi. Birisi gayet genç ve şivesine bakılırsa ya Arap ya Acem olduğu anlaşılan bir adam olup diğeri orta yaşlı ve üçüncüsüyse kıranta bir herifti ki bu üçüncü bir Rum gibi konuşurdu.
Ben bunları görünce korkumdan dilim tutulmak derecelerine geldim. Genç herif dedi ki:
‘Korkma hanım! Biz hırsız değiliz. Sana hiç de kastımız yoktur. Fakat ses çıkaracak olursan işte o zaman kendini yok bil! Bize tamamıyla itaat ettiğin hâlde ise sana hiçbir zarar dokunmadıktan fazla pek çok iyiliğimiz dahi dokunacaktır.’
Herif bu lafları o kadar kati söyledi ve üçünün de ellerindeki kamalar, bu sözleri o kadar teyit etti ki eğer ‘Yangın var!’ diye haykırmak lazım gelseydi, yalnız ‘Ya…’ demeye vakit kalmaksızın üç kamanın darbeleri altında can vermek benim için muhakkaktı.
Kendi kendime derhâl düşündüm taşındım. Gördüm ki bu herifler evvela hırsız değildirler. Zira hırsız olsalar bu kadar külfete gerek duymaksızın soyar soğana çevirirler, defolup giderler. İkincisi bunlar benim canıma kast için dahi gelmemişlerdir. Zira ben hiçbir kimsenin böyle bir düşmanlığını kazanacak hâllerde bulunmadığım gibi, farz edelim canıma kasıtları olsaydı böyle sözü uzatmaya ne hacet? Kamaları göğsüme soktukları gibi giderler. Ölümden başka her ne kasıtları olsa kazaya rıza diye katlanmak lazım. Zira kendimi kurtarmak için her ne harekette bulunsam daha ilk sesimi çıkarırken ölmek muhakkaktır. Binaenaleyh heriflere dedim ki:
‘Bana suikastınız olmadıktan sonra, her ne emrederseniz korkmadan ve çekinmeden yapmaya hazırım.’
Genç herif dedi ki:
‘Fakat bu sözü yalnız burada söylemeyeceksin! Gideceğin yerlerde her ne görürsen yine sırrını saklamaya böyle gayret edeceksin. Şayet kurtulmak için bir fırsat görür de en küçük bir hareket edecek olursan muhakkak olarak bil ki seni derhâl öldürmek bizim ilk işimiz olacaktır.’ İşin biraz gizli olmak üzere saklı kalacağı beni daha ziyade korkutmayıp bilakis cesaretime yol açtı. Zira ölümden başka her ne kaza olsa rıza göstermeyi kararlaştırdıktan sonra bu kazaların birer gizli sır kalması da benim için fazla bir kazanç demekti. Binaenaleyh heriflere bunun için de teminat verdim.
O hâlde beni odamdan çıkardılar. Yanı başımdaki odaya girip sürme pencereyi indirdiler ki bu pencere sokağa bakıyordu, öyle ipten merdiven filana benzer bir şey göremeyince heriflerin birbirlerinin omuzlarına binerek birisi yukarıya çıktıktan sonra diğerini de çekip çıkarmış olduklarını anladım.
Dördümüz birden sokağa çıktık. O zaman Rum şivesince konuştuğunu haber verdiğim kıranta herife Acem veyahut Arap gibi laf söylüyor dediğim genç herif ‘Papazoğlu! Yak bakalım şu feneri!’ dedi. Papazoğlu dahi sokağın bir tarafına gizlemiş olduğu üç mumlu büyük bir cam feneri yakıp öne düştü.
Yolda giderken korkuyor muydum yoksa alelade bir konağa ebeliğe mi gidiyordum, buralarını fark edemem. Ölümden başka her belaya katlanmaya ve yalnız kendi ihtiyatsızlığım ile ölüme sebebiyet vermemeye karar verdikten sonra artık korku ve telaşa da lüzum kalmayacağı malumdur.
Gide gide (…) iskelesine kadar vardık. Orada bir mavnayla bir de kayık, denizin yavaşça çalkantısına uyarak sallanır dururlardı. Biz evvela mavnaya girdik. Mavnanın baş tarafında kamara gibi bir yer var. Ama ne kadar pis bir yer! Tabut kadar bir yatak var ki eğer bir gece onun içinde yatmak lazım geleceğini düşünseniz mideniz bulanıp bağırsaklarınızı kusarsınız. Bu yatağın üzerinde nispeten daha temizce bir bohça vardı. Genç adam bu bohçayı önüme atıp bana dedi ki:
‘Ebe hanım! Kadın elbisesini çıkar da şu erkek elbisesini giy!’
Muhalefet mümkün mü?! Fakat bu sözden, orada kalınmayacağını anladım. Mutlaka başka bir yere gidilecek! Hem de kıyafet değişikliğiyle gidilecek. Derhâl kıyafetimi değiştirmeye başladımsa da yelken bezinden bir gömlekle yine yelken bezinden bir dizliği kolayca giyebilmek benim için mümkün mü? Neyse delikanlı dahi yardım ederek kendimi bu çuvalların içine sığdırabildim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Osmanlı Devleti’nde alkollü içkilerden alınan ağır vergi. (e.n.)
2
İçkilerden alınan bütün vergiler. (e.n.)
3
Kudema: Eski zamanda gelmiş olanlar. (e.n.)
4
Mavna: Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. (e.n.)
5
Mahbub (Farsça): Sevilen erkek (e.n.)
6
Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek (e.n.)
7
Eser: Bir şeyin varlığına delalet eden tesir (e.n.)
8
Vahid-i kıyasi: Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. (e.n.)
9
Mümaşat: Birlikte hoş geçinmek. Bir kimsenin fikrine katılıyormuş gibi görünme. (e.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов