Читать книгу Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı (Ahmet Cevdet Paşa) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı
Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı
Оценить:
Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı

3

Полная версия:

Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı

Gerçekten iki ay sonra Son Peygamber dünyaya gelecek, sonra Kâbe’yi kıble edinecek, Ebrehe ordusunun durumu da dünyaya büyük bir ibret olacaktı.

Ebrehe’nin büyük bir fili vardı. Daima onu askerinin önünde yürütür, onunla nereye gitse zafer kazanacağına inanırdı, öyle tecrübe etmiş, öyle bellemişti. Bu sefer de Ebrehe, o fili ordusunun önüne kattı, hemen Mekke üzerine yürüttü.

Mekke’ye yaklaşıp da içeri girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi. Başını başka tarafa çevirdikçe hemen koşup gider fakat Mekke’ye doğru çevirdikçe gitmeyip yere yatardı.

Onlar bu çekişmedeyken Allah (c.c.) tarafından birçok Ebabil, yani dağ kırlangıcı veya keçisağan kuşları geldi. Her birinin ağzında, ayaklarında birer ufak taş vardı. Bu taşları Ebrehe askerlerinin omuzlarına bıraktılar. Hangisine değse yaralanıp öldü. Kalanlar düşe kalka Yemen’e kaçıp kurtuldu. Ebrehe de bu suretle San’a’ya varabilmişse de fena hâlde hasta olduğundan, çok geçmeden ölmüştür. Ondan sonra iki oğlu sırasıyla -kısa süreliğine- San’a’da hüküm sürmüşlerse de çok geçmeden devletleri yıkılmıştır.

Ebrehe’nin askeri öylece dağılınca Mekke halkı, şehrin dışına çıkıp onun ordusunda buldukları mal ve eşyaları aldılar.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) hürmetine Kureyş Kabilesi hem öyle büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu hem de böyle zahmetsizce bir hayli ganimet malına kavuştu. Bir kat daha şan ve şöhret buldu.

Kureyş Kabilesi’yle çekişmekte olan Arap kabileleri artık onlarla savaşmaktan vazgeçip, onların, Allah (c.c.) tarafından korunduğuna inandılar. Bu seneye Araplar “Fil Yılı” diye ad koydular ki Hz. İsa’nın doğumunun beş yüz altmış dokuzuncu senesiydi.

Son Peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v.) de o yıl doğdu ki Ebrehe’nin yukarıda anlatılan fille Mekke’ye gelip gitmesi muharrem ayının ortalarındaydı. Takriben elli gün sonra rebiülevvel ayı içinde de Hz. Muhammed (s.a.v.) doğdu

Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Doğumu

Fil Yılı’nda ve Rûmî aylardan nisan içinde, rebiulevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha doğru, henüz tan yeri ağardığı vakit, âlem bir başka âlem oldu. Yani Hâtemü’l-Enbiyâ Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri doğdu ve gün doğmadan âlem nur ile doldu.

Abdullah’tan Âmine’nin alnına geçmiş olan parlayan nur, onun alnına geçti. Âdem devrinden beri evlattan evlada intikal edegelen peygamberlik nuru, şimdi sahibini buldu ve artık onda karar kıldı.

Ertesi gün, pazartesi sabahı putlar, yüzüstü düşmüş bulundu, görenler hayrette kaldı.

Şu sözler Âmine’den rivayet olunmuştur: “Ben, öteki kadınlar gibi gebelik zahmeti çekmedim. Gebelerde olan ağırlıkları duymadım fakat gece rüyamda gördüm ki biri gelip ‘Ey Âmine, iyi bilmelisin ki sen âlemlerin hayırlısına gebesin. Doğduğu zaman adını Muhammed koyasın.’ dedi. Doğum yaklaşınca kulağıma şiddetli bir ses geldi, ürktüm. Hemen bir ak kuş geldi, kanadıyla arkamı sığadı. Bendeki korkma ve ürkme hâlleri geçti. Bir yanıma baktım ki beyaz bir kâseyle şerbet sundular. Alıp içtiğim gibi her tarafımı nur kapladı. O anda Hz. Muhammed (s.a.v.) dünyaya geldi. Etrafıma baktım, gördüm ki Abdi Menâf kızlarına benzeyen fakat gayet uzun boylu birçok kız, etrafımda dönüyorlar. Şaşırdım. ‘Ya Rabbi bunlar kimlerdir?’ dedim.”

Hz. Muhammed (s.a.v.) doğarken Âmine’nin gözünden perde kaldırılıp anlatıldığı gibi, cennet hurilerini, melekleri görmüş olduğu, daha pek çok harikulade hâller seyretmiş olduğu rivayet edilir.

Cennetle müjdelenen on kişiden Abdurrahman İbni Avf Hazretleri’nin validesi Şifa Hatun o gece Âmine’nin yanında bulunmuş, kendisinin gözüne de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında doğudan batıya kadar bütün dünyanın nurla dolması gibi daha pek çok âdet ve tabiat dışı şeyler görünmüş olduğunu, oğlu Abdurrahman’a söylemiş, o da başkalarına anlatmıştır.

O gece Abdül-Muttalib, Kâbe’de Allah’a (c.c.) yönelmiş yalvarırken, “Müjde ey Abdül-Muttalib! Şimdi Âmine’den bir çocuk doğdu. Vücudu âleme rahmettir.” diye gizliden bir ses işitmiş, hemen Âmine’nin yanına gitmiş, orada da nice alışılmışın dışında şeyler görmüştür.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştu. Arkasında, iki kürek kemiğinin arasında, ta kalbinin hizasında bir nişanı vardı ki ona peygamberlik yüzüğü, peygamberlik mührü denilir.

Şu sözler Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir: “Mekke’de bir Yahudi vardı. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğduğu gecenin ertesinde, Kureyşlilerin toplandığı yere gelerek, ‘Bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?’ diye sormuş. ‘Evet. Abdül-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu oldu.’ demişler. ‘İşte Son Peygamber O’dur ve arkasında nişanı vardır.’ diye haber vermiş. Varmışlar, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) görmüşler. Yahudi, O’nun görünüşüne bakıp, arkasındaki peygamberlik mührünü görünce aklı başından gitmiş ve ‘Peygamberlik artık İsrailoğulları’ndan gitti. Bundan sonra başka peygamber gelme ümidi bitti. Kureyşliler öyle bir devlete erecekler ki şan ve şerefleri doğudan batıya kadar her yere ulaşacak.’ demiş.”

İsrailoğulları’nın peygamberleri, Son Peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bazen Muhammed (s.a.v.), bazen de Ahmed diye anmışlar ve işaretlerini söylemişlerdir. Gizliden haber veren kâhinler de böyle bildirdiklerinden, o zamanki Yahudi kâhinleri arasında Son Peygamber’e dair çok sözler söylenir ve dünyayı şereflendirmesi beklenirdi. Bundan dolayı doğuş tarihini anlamış ve belirtmişlerdi.

Hassan bin Sabit’ten rivayet edilmiş, demiş ki: “Ben sekiz yaşında idim, bilirim ki bir gün sabahleyin Medine’de bir Yahudi, diğer Yahudilere bağırıp, ‘Bu gece Ahmed’in yıldızı doğdu.’ dedi. Sonra hesap ettim. Muhammed’in (a.s.v.) doğum gecesine muvafık düştü.”

Abdül-Muttalib, bu gibi hayırlı işaretleri görüp çok sevindi ve “Bu oğlumun şanı pek büyük olacak.” dedi. Kendisine Allah tarafından böyle mutlu bir oğul verildiğine dair güzel bir kaside söyledi ve büyük bir ziyafet verip, Kureyş Kabilesi’ni davet etti. Geldiler, yediler, içtiler. “Bu ziyafete sebep olan çocuğa ne ad koydun?” diye sordular. Abdül-Muttalib, “Muhammed” diye cevap verdi. Onlar da “Dedelerinde olmayan böyle bir adı koymaktan maksadın nedir?” diye sordular. “Maksadım ve istediğim şu ki O’nu gökte Allah (c.c.) ve yerde halk pek çok övsünler.” dedi.

Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) pek çok adı vardır. En meşhurları “Muhammed” ve “Ahmed”dir. “Muhammed” Arapçada çok övülmüş olan kimse demektir.

Mahmud, Mustafa, Sahibü’l-Beyan, Sahibü’l-Hâtem, Sahibü’l-Makami’l-Mahmud, Sahibü’l-Kadib, Sahibü’l-Herave de Son Peygamber, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yüksek lakaplarındandır.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunda meydana gelen alışılmışın dışında olan, görülmemiş hâllerden bazıları da şunlardır:

Hz Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında, İran hükümdarının sarayı sarsıldı. On dört balkonu yıkıldı. Fars vilayetinde İstahrâbâd adlı şehirde ateşe tapanların bin seneden beri yanan ateşleri söndü. Sâve Gölü yere batıp görünmez oldu, Semâve Vadisi’nde tam tersine sular taştı. İran’ın Başkadısı Mubedan da o gece rüyasında, bir alay sert ve başıboş devenin bir bölük Arap atını yenerek, Dicle Nehri’ni geçip İran şehirlerine dağıldıklarını görmüştür.

O zaman Sasaniler sülalesinden İran Şahı Nûşirevan, sarayın sarsılıp da balkonların yıkılmasından canı sıkılmış bir hâlde yakınlarıyla bu meseleyi konuşurken, İstahrâbâd’dan, ateşinin söndüğü haberi geldi. Yine bu sırada Sâve Gölü’nün battığı ve Semâve’de suların taştığı işitildi. Hesapladılar. Bütün bunların, balkonların yıkıldığı zamana rastladığını hayretle gördüler.

Bunun üzerine Nûşirevan telaşlanıp hemen Mubedan’ı çağırtarak, bu olanları bir bir anlattı. O da o gece görmüş olduğu rüyayı söyledi.

Nûşirevan daha çok telaş ve endişeye düşüp, “Acaba bu işaretler ne ola?” diye Mubedan’a sordu. Mubedan, ne olacağını biliyordu. Hemen, “Arabistan’da büyük bir olay çıkması gerekir.” diye cevap verdi.

Hemen Nûşirevan, Arap hükümdarlarından kendisine bağlı Numan İbni Münzir’e ferman gönderip, “Bana bilgin bir adam gönder.” diye buyurdu. Numan da Abdül-Mesih adında tanınmış bir bilgini gönderdi.

Abdül-Mesih hemen İran hükümdarının başşehri Medayin’e varıp Nûşirevan’ın yanına girdi. Nûşirevan olup bitenleri söyleyip, “Bu işaretler ne manaya gelir?” diye sordu. Abdül-Mesih de “Benim Şam taraflarında oturan Satih adında bir dayım vardır. Bunların manasını ancak o açıklayabilir.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Nûşirevan, “Haydi çabuk Satih’in yanına git. Ona sor, bana cevabını getir.” diye emretti. Abdül-Mesih de hemen Medayin’den çıkıp Şam ülkesine gitti.

O zaman Araplar içinde kâhin ve arrâfe denen birtakım bilgin adamlar vardı ki Allah’ın sırlarından bahsederler ve gelecek şeyleri haber verirlerdi. En ünlüleri işte bu “Kâhin Satih” dedikleri şahıstır ki çok yaşlı bir adamdı. Hatta Nizar ölünce, mirasını oğlu Mudar ile diğer oğulları arasında pay eden oydu, derler. Aslen Yemenliydi ancak Şam tarafında bir manastırda yerleşip kalmıştı. Hâlbuki bedeninde kemik yoktu, şekil ve kıyafetçe benzeri görülmemiştir. Daima sırtüstü yatar ve bir tarafa götürülecek olursa kendisini döşek gibi devşirip hayvan üzerine yükletirlermiş. Kısaca insana benzemez, dilinden başka organı oynamaz, acayip bir kişiydi. Fakat gayet güzel, düzgün ve akıcı sözler söyler, nice yıllar sonra olacaklardan bahsedermiş.

Abdül-Mesih büyük bir süratle Satih’in olduğu yere gitti. Yanına girdi, selam verdi. Satih ise ölüm döşeğine döşenmiş, gözleri kapanmış olduğundan, Abdül-Mesih’in selamını işitmiyor, dünya kelamı kulağına gitmiyordu. Satih’in bu hâli Abdül-Mesih’e çok dokundu. Hemen Satih’i etkileyecek, içinde yanık sözler bulunan bir şiir söyledi.

Şöyle ki: “Acaba Yemen’in ulusu sağır mıdır, yoksa işitiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri bütün bütün ümitsiz mi bıraktı? Ey zorlukları sona erdiren faziletli adam! Bir büyük ve muhterem topluluğun büyüğü olan kız kardeşinin oğlu, şah-ı Acem tarafından gönderilmiş olmasıyla dağ ve düzlük, gece ve gündüz demeyip, yollardaki tehlikelere aldırmayıp fevkalade sürat ile sana geldi. Bütün bilginlerin âciz kaldığı önemli bir işi senden sorup öğrenmek ister.”

Bunun üzerine Satih gözlerini açtı ve dedi ki: “Abdül-Mesih, sürat ile Satih’e geldi. Satih ise kabre girmek üzeredir. Seni melik-i Sasan gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşgedenin sönmesinin neye delalet eylediğini soruyor, bir de Mubedan’ın gördüğü rüyanın tabirini istiyor ki rüyasında bir alay sarhoş devenin, bir bölük Arap atını yenerek, Dicle’yi geçip memleketine dağıldığını görmüştü.

Ey Abdül-Mesih! O zaman ki okuma çoğala ve Sahib-i Hirâve görüne ve Fâris ateşi söne ve Semâve Vadisi taşa ve Sâve Gölü bata, Şam artık Satih için Şam değildir. Beni Sasan’da yıkılan sütunlar adedince on dört melik ve melike gelir ve artık olacak olur!” dedi ve hemen vefat etti.

Abdül-Mesih, Medayin’e döndü ve Satih’ten işittiği sözleri Nûşirevan’a söyledi. Nûşirevan ise kendisinin saltanatında bir kötülük çıkacağından endişe etmekte olduğu için bu haberle teselli buldu, memnun oldu ve “Bizim neslimizden on dört hükümdar gelip gidinceye dek neler olur?” dedi.

Hakikaten on dört hükümdar gelip geçinceye kadar çok yüzyıllar geçmiş olacaktı. Oysa Nûşirevan’dan sonra bir aralık Sasani devletinin durumu bozularak, yalnız dört yıl içinde Sasani sülalesinden on hükümdar gelip geçmiştir. Sasaniler’in ömrü sanıldığı kadar uzun olmadı. Kısa zamanda ülkeleri Müslümanların eline geçti. Nûşirevan’dan sonra on dördüncü hükümdar olan Yezdicürd, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında öldü. Onunla Sasani devleti yıkılmış ve sona ermiştir.

Hâtemül-Enbiyâ Hz. Muhammed’in Doğumundan Peygamberliğine Kadar Meydana Gelen Harikulade Olaylar

Mekke ahalisi, öteden beri yeni doğan çocuklarını Mekke’de tutmayıp, aşiretlerden bir sütanneye verirler ve aşiretler içinde havası temiz olan yerlerde terbiye ettirirlerdi.

Bu şekilde aşiretlerden ara sıra Mekke’ye sütanneler gelir, emzirip büyütmek üzere birer çocuk alır ve çocukları büyütüp de annesine babasına teslim ettiklerinde ikram görür, yardım alırlardı.

Muhammed’in (s.a.v.) doğumu zamanında da Beni Sa’d Kabilesi’nden Mekke’ye birçok sütanne geldi ve her biri birer çocuk aldığı sırada içlerinden Haris adlı kişinin eşi Halime de Hazreti Muhammed’i aldı ve kendi yurduna götürdü.

O sene Beni Sa’d diyarında kıtlık ve pahalılık vardı. Halime, Fahr-i Âlem’i alıp da götürdüğü gibi hayvanlarının sütü çoğaldı ve hanesinde fevkalade bereket meydana geldi. Haris buna dikkat çekip, “Ya Halime! Bu getirdiğin yetimin ayağı ne uğurluymuş. O geleli gecemiz hayır oldu. Aman ona iyice bakalım.” dedi. Halime ise onu öz evladından fazla severdi. Hatta büyüyüp de ayak üzerinde gezmeye başladığında Âmine onu almak istedi fakat Halime, “Mekke’nin havası ağırdır. Aman dokunmayınız. Bir müddet daha bizim yanımızda kalsın.” diyerek Âmine’yi ikna etti ve onu kendi yanında alıkoydu. Halime, onu canı gibi sevip, esen rüzgârdan sakınıp asla yanından ayırmazdı.

Bir gün her nasılsa Halime’nin dalgınlığına gelmiş, o da süt kardeşi Şeyma ile birlikte öğleyin kuzuların yanına gitmiş. Geldiklerinde Halime, kızı Şeyma’ya, “Niçin güneşin böyle kızgın zamanında dışarı çıkıyorsunuz?” demiş. Şeyma da “Biz sıcak görmedik. Kardeşimin baş ucunda bir kara bulut dolaşıyor. O nereye giderse bulut da beraber gidiyor, bir yerde dursa duruyor. Buraya kadar hep gölgelikte geldik.” diye cevaplamış.

Bunun üzerine Halime ve Haris, âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gidişatına çok dikkat edip gördüler ki yüzünün nuru ve simasının parlaklığı dolayısıyla başka çocuklardan farklıdır. Davranışları da diğer çocukların hareketlerine benzemiyor. Çocuklar oynarken, O karşıdan bakıp oyuna karışmıyor.

Haris ve Halime onun bu gibi tavırlarına bakıp, onda bir başka görünüş olduğunu anlamışlar, ona karşı eskisinden daha saygılı davranmaya başlamışlar.

Ne zaman ki dört yaşına erişti, gezip dolaşır oldu, o zaman olağanüstü hâller çoğaldı. Haris bu durumlardan ürktü, karısına, “Ey Halime! Vakit kaybetmeden bu çocuğu anasına vermeliyiz.” dedi. Halime de ister istemez Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp Mekke’ye götürdü. Muhterem annesi Âmine’ye verdi.

Sonra Âmine, onu alıp Medine’ye götürdü. Dayıoğulları olan Neccâroğulları’yla görüştürdü. O zaman Medine’de bulunan Yahudi kâhinleri, onun şekline ve durumuna bakıp, “Bu ümmetin peygamberi işte bu çocuk olsa gerektir.” derlerdi.

Âmine onunla beraber Medine’den Mekke’ye dönerken yolda öldü. Âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed (s.a.v.), anadan da yetim kaldı. Dedesi Abdül-Muttalib onu yanına aldı.

O sırada Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Kureyş Kabilesi, Abdül-Muttalib’e gelerek, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elini tutup, Ebu Kubeys Dağı’na çıktı. Allah’a (c.c.) yalvardı. Yüce Allah (c.c.) da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine yağmur yağdırdı, büyük feyiz ve bereket verdi.

Arap şairlerinden bazıları o zaman bu hadiseye dair şiirler söylemişler, bundan dolayı Abdül-Muttalib’e teşekkür etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) o zaman yedi yaşındaydı. Bir yıl sonra Abdül-Muttalib, yüz küsur yaşında öldü. Hz. Muhammed amcası Ebu Talib’in evinde kaldı.

O yıl da Mekke’de kıtlık olmuştu. Kureyş Kabilesi, Ebu Talib’e gelip yağmur duasına çıkması için yalvardılar. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elinden tuttu. Birlikte Kâbe’ye gitti. Kâbe duvarına dayanıp dua etti. Hz. Muhammed (s.a.v.) parmağını göğe doğru kaldırdığı gibi yağmur yağmaya başladı.

Nitekim Cülhüme İbni Urfuta adındaki şahıs, o zaman Mekke’de bulunuyordu ve bu olayı şöyle anlatmıştır: “Bir yıl Mekke’ye gittim. Kıtlıktan dolayı Mekke halkının hâli yamandı. Birbirlerine danışıyorlardı. Bazıları, Lât ve Uzza adlı putlardan, kimileri de Menat adlı puttan yardım istemeyi önerdiği sırada içlerinden yaşlı birinin, ‘Hâlâ aranızda Hz. İbrahim’in sülalesinden kalan varken, niçin başka sebep arıyorsunuz?’ demesiyle Kureyş’in ileri gelenleri, hemen kalkıp Ebu Talib’in yanına gittiler, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da çıkıp Kâbe’ye geldi. Arkasını Kâbe duvarına verdi. Duaya başladı. Yanında, yüzü güneş gibi parlayan bir oğlancık vardı. Parmaklarıyla göğe işaret etti. Gökyüzünde bir parça bulut yokken, her taraftan bulutlar belirdi, yağmurlar yağdı. Seller aktı.”

Bu olaydan, Ebu Talib de bir şiirinde edebî bir şekilde bahsetmiş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) keramet ve saadetine dair sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) on iki yaşındayken Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına çıkıp onu da beraber götürdü. Şam vilayetinde bulunan Busra şehrine eriştiklerinde bir manastırın karşısına indiler, bir ağaç altına kondular. O manastırdaki rahip ise Bahira diye bilinen, Cercis adındaki sofu ve yalnız başına yaşayan biriymiş.

Kervan gelirken Bahira bakıp görür ki kervanla beraber bir bulut da geliyor. Kervan gelip konunca bulut da o ağacın üzerinde karar kılıp duruyor ve o ağaç uzun zamandan beri kurumuşken o anda yeşilleniyor.

Bahira kendi bilgisini, bu konudaki keşiflerini; görmüş olduklarına uygulayınca anlar ki Son Peygamber, bu kafile içinde ve o ağacın altındadır. Hemen bir ziyafet tertibiyle aşağı inip, Ebu Talib’i, arkadaşlarıyla beraber manastırına davet etti. Ebu Talib de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) yüklerin yanında bırakıp, diğer arkadaşlarıyla beraber manastıra gitti.

Hepsi sofraya oturunca Bahira, onları birer birer gözden geçirdi. Hiçbirinin yüzünde aradığı işaretleri bulamadı, o bulutun da hâlâ ağaç üzerinde durduğunu gördü ve hemen, “Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı?” diye Ebu Talib’e sordu. O da “Yalnız küçük bir çocuk kaldı.” diye cevap verdi. Bahira, “Onun da şeref vermesini rica ederim.” deyince Ebu Talib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp sofraya getirdi.

Bahira, yemek sırasında dikkat edip görür ki Son Peygamber hakkında geçmiş peygamber ve âlimlerden rivayet edilen işaretler, tamamen onda vardır. Hemen yemekten sonra onu yanına aldı ve “Sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle.” dedi. Hz. Muhammed de (s.a.v.) “Lât ve Uzza’ya yemin verme, çünkü benim dünyada en çok nefret ettiğim şey puttur.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Bahira, yüce Allah’a (c.c.) yemin verdi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumunu layıkıyla anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar da kendisinin fikrini doğruladı, inancını kuvvetlendirdi. Hemen bir vesileyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek sırtını açıp peygamberlik mührünü gördü, büyük bir edep ve hürmetle öptü.

Beri tarafta Kureyş’in ileri gelenleri, “Bahira’nın yanında Muhammed’in (s.a.v.) ne büyük kıymeti var.” diye şaşarak konuşurlarken, Bahira, Ebu Talib’e, “Adın nedir ve bu şeref ve saadet fidanı kimdir?diye sordu. O da “Bana Ebu Talib derler. Bu da oğlumdur.” diye cevap verdi. Bahira, “Yok, O’nun şekli ve hâline bakılırsa bir yetim olması gerektir.” dedi.

Ebu Talib, “Evet, benden inmiş olan bir oğul değildir fakat kardeşimin oğludur. Baba ve anası öldüğünden yetimdir. Ancak benim terbiyem altında olmasından ötürü oğlum yerindedir.” dedi. Bahira düşüncesinde isabet ettiği için memnun oldu. Artık kendisine tam bir kanaat geldi. Dedi ki: “Ey Ebu Talib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri içinde onun vasıflarını bilen ve işaretlerini tanıyan kâhinler vardır. Bakarsın hıyanet etmeye kalkışırlar. İyisi mi sen onu Şam’a götürme. Buradan geri çevir.” diye öğütledi. Ebu Talib de Bahira’nın sözünü tuttu. Malını Busra şehrinde sattı, hemen geri döndü.

Âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) çocukluk devrini geçirdi, gençlik yaşlarına erişti. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, hitap ve cevabı güzel; doğruluk ve bir işi her yönüyle düşünüp taşınmada eşsizdi. Sözünde sadık, yumuşak huylu ve insanlıkça başkalarından üstündü. Bundan dolayı Kureyşliler içinde seçkin oldu, “Muhammedül-Emin” diye şöhret buldu.

On yedi yaşındayken amcası Abdül-Muttalib oğlu Zübeyir’le birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu yolculuğunda da kendisinde olağanüstü hâller görüldü. Mekke’ye dönüşlerinde arkadaşları bu hâlleri nakil ve hikâye etmekle Kureyş içinde, “Bunun sanı pek büyük olacak.” diye söylenir oldular.

Yirmi yaşına eriştiğinde gözüne bazen melekler görünmeye başladı. Şöyle ki: Ona işaret edip, “İşte bütün âlemleri hidayete eriştirecek budur fakat şimdilik çağırma zamanı gelmedi.” derlerdi.

“Fahr-i Âlem” yani âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu acayip hâlleri Ebu Talib’e açtı. O da bir çeşit hastalık eseri olmasından şüphelenerek O’nu Arap kâhinlerinden birine gösterdi, ilaç ve devasını sordu. Kâhin, O’nu dikkatle muayene etti. “Ey Ebu Ta-lib! Endişe etme. Bu kutsal vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne görünen şeylerse meleklerle düşüp kalkmasına başlıyor olsa gerektir. Umulur ki Ahir Zaman Peygamberi O’dur.” dedi.

O zamanlarda Kureyş’in ileri gelenlerinden, genç iken dul kalmış Hatice adında çok zengin bir hatun vardı. Bazı kişilere ortaklıkla sermaye verirdi. “Muhammedül Emin’e biraz sermaye versen hayli hayır ve menfaat görürdün.” diye bazıları tarafından kendisine hatırlatılınca Hatice, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) epeyce sermaye verdi. Kölesi Meysere’yi de yoldaş ederek Şam’a gönderdi.

Fahr-i Âlem Hazretleri ile Şam kafilesi giderken Bahira’nın manastırının önüne indiler ve Meysere ile birlikte bir ağaç altına kondular.

Bahira ise daha önceden vefat ettiğinden, yerine geçen Nastûra adlı rahip oraya geldi. Meysere ile eskiden tanışıklığı olduğundan onunla görüştü ve söze girişti. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şehadet etti. “Ya Meysere! Hazreti İsa’nın haber verdiği Hâtemü’l-Enbiyâ, işte budur. Şam’a gitmeyiniz. Yahudi hainleri görüp tanırlar ve ihanet girişiminde bulunurlar.” dedi. Binaenaleyh Fahr-i Âlem de Şam’a gitmeyip Busra’da alışveriş ederek oradan geri döndü.

Pek sıcak bir günde Mekke’ye ulaştılar. Hatice, birkaç kadınla beraber bir mahalde durup Şam kafilesinin gelişini izliyordu. Gördüler ki yolculardan birinin başı üzerinde iki kuş kanat gerip geliyor ve çadır gibi gölge ediyor. “Bu kim ola?” derken Meysere çıkageldi. Muhammedül-Emin olduğunu bildirdi ve sıcak vakitlerde iki meleğin, O’nun başı üzere kanat gerip gölgelendirmek gibi nice harikulade hâller gördüğünü ve Nastûra’nın sözlerini haber verdi.

Muhasebe görüldü, diğer yıllara nispetle yüklü kâr ve menfaat göründü. Fakat Hatice’nin gözüne Şam ticaretinin kâr ve menfaati görünmezdi. Zira daha önce Hatice bir rüya görüp amcasının oğlu olan Varaka İbni Nevfel’e anlattığında, “Sen, Ahir Zaman Peygamberi’nin eşi olacaksın.” diye tabir etmişti.

Varaka İbni Nevfel ise Hristiyan dininden olup İncil ve Tevrat okuyan, gelecek şeylerden haber veren gayet ihtiyar, meşhur bir kâhin idi. Bundan dolayı Hatice’nin fikri buna sarmış ve diğer şeyleri zihninden çıkarmış idi. İşte bu sırada taraflardan aracılar ortaya çıktı. Hatice’nin, Fahr-i Âlem Hazretleri’ne nikâhlanması hususuna karar verildi. Hemen Hatice’nin evinde nikâh kıyılmak üzere Kureyş’in büyükleri toplandı. Fahr-i Âlem Hazretleri de amcası Hamza ile birlikte orada bulundu. Evvela Ebu Talib, güzel bir hitabede bulundu ki özet şekliyle tercümesi buradadır:

“Şükür Allah’a ki bizleri İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’ın aslından, Mudar’ın unsurundan yarattı ve bizi Beyt-i Mükerrem’inin bekçisi ve Harem-i Şerif’inin hizmetçisi ve bu şekilde insanların hâkim ve başkanı yaptı. Bundan sonra sadede gelelim. Kardeşimin oğlu Muhammed İbni Abdullah, Kureyş’ten hangi genç ile mukayese edilirse, ona soy ve sop bakımından, akıl ve faziletçe daha üstün olur ve gerçi malı az ise de ona bakılmaz. Zira mal, bir kaybolan gölge ve engel iştir, alınır verilir, geçici bir şeydir. Vallahi bundan sonra onun hâl ve şanı pek büyük olacaktır. Hâlbuki sizin bu şekilde şeref ve şan sahibesi olan kızınız Hatice’ye rağbet buyurdu. Şu kadar muaccele ve müeccele mehir verdi.”

Ebu Talib’in bu konuşması üzerine Nevfeloğlu Varaka da bir konuşmada bulundu: “Allah’a şükür ki bizleri belirttiğin gibi yarattı. Saydığın üstünlük ve şeref ile seçkin kıldı. Şimdi biz, Arap’ın uluları, reisleriyiz. Siz de öylesiniz. Aşiret, sizin üstünlüğünüzü inkâr etmez. Hiçbir kimse sizin hayır ve şerefinizi reddetmez. Biz de sizinle akraba olmak istiyoruz. Ey topluluk! Şahit olunuz. Ben, Abdullahoğlu Muhammed’e (s.a.v.) Huveylid’in kızı Hatice’yi nikâhladım.” dedi. Kureyş uluları şahit oldu.

Fahr-i Âlem, o zaman yirmi beş yaşında olup, Hatice ise ona göre epeyce yaşlıydı. İşte Haticetül-Kübra denilen Seyyidetü’n-Nisa (Kadınların Efendisi) budur. Onun ölümüne kadar Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan hoşnut ve razı kaldı. Onun sağlığında başka bir kadınla evlenmedi.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hz. Hatice’den önce Kasım adında bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı Arap örf ve âdeti gereğince Fahr-i Âlem’e, “Ebu’l-Kasım” yani Kasım’ın babası denildi. Fakat Kasım küçükken öldü.

Hz. Muhammed (s.a.v.) otuz yaşındayken Zeyneb; otuz üç yaşındayken Rukuyye, sonra Ümmü Gülsüm adındaki kızları dünyaya geldi. Kendisine peygamberlik geldiği zamanda Fâtımatü’z-Zehra adındaki muhterem kızı doğmuştur ki Fahr-i Âlem, onu bütün çocuklarından çok severdi. Onun hakkında Seyyidetü’n-Nisa diye buyurdu. Yine Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinden sonra Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Fakat o da küçükken ölmüştür.

bannerbanner