
Полная версия:
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt
O esnada Asur Devleti, şark tarafına hareket etti. Fakat zafere ulaşamadı. Ondan sonra batıya yönelerek Kudüs-i Şerif üzerine hücum etti. Fakat bir yahudi kızı, ordu başkomutanını çadırın içinde öldürdü. Bu şekilde Asur askeri bozuldu ve Yahuda Devleti kurtuldu.
Ama Asur Devleti, bu bozgunun uğursuzluğundan kurtulamadı. Zira o bozgun üzerine Asurlulara bağlı olan birçok kavim isyan etti. Ninova’nın hiçbir tarafta hükmü geçmez oldu ve Babil valisi kuvvetlenmekle bağımsız bir hükümdar mertebesine geldi.
Ondan sonra Medliler hükûmeti ile Babil valisi, Ninova aleyhine ittifak ettiler. Babil valisinin oğlu ve başkomutan olan Buhtunnasır bir büyük ordu ile gitti ve Medlerin asakiriyle birlikte Ninova’yı muhasara etti. Sonunda galip geldiler. Ninova şehrini yaktılar, yıktılar ve yok ettiler. O esnada Buhtunnasır’ın babası vefat etmiş olduğundan Babil’e döndüğünde saltanat tahtına oturmuştu. Bu suretle Asur Devleti, tamamen yıkıldı ve onun yerine iki devlet kuruldu. Biri Med Devleti’dir ki şimdi İran dediğimiz yerler onda kaldı. Diğeri Keldani Devleti’dir ki Asur Devleti’nin batı tarafı onun hissesine düştü ve Babil şehri ona başkent oldu.
Babil şehri, bu şekilde tekrar başkent olduktan sonra Buhtunnasır onu büyüttü. Birçok yüksek bina ve büyük tahkimat ile süsledi, imar etti.
Hazreti Musa’nın vefatından Buhtunnasır’ın hükümdar oluşuna kadar kaç yıl geçmiş olduğu ihtilaflı bir meseledir fakat tarihçiler arasında meşhur ve muteber olan rivayete göre dokuz yüz yetmiş-dokuz senedir.
Buhtunnasır, tahta geçişinden birkaç sene sonra Beni İsrail üzerine hücum etti. Beni İsrail hükümdarı gördü ki karşı durmak kabil değildir. Çaresiz ona baş eğdi. Onun tarafından atanmış bir vali gibi Kudüs’te kaldı ve üç sene bu şekilde ona itaat etti.
Ondan sonra Beni İsrail hükümdarı, başkaldırarak Buhtunnasır’a karşı durdu. O da asker gönderdi ve onu Kudüs’ten çıkardı, yerine oğlunu geçirdi. Fakat çok geçmeden onu da tahttan indirdi, ulema ve Beni İsrail eşrafı ile beraber Babil’e götürdü, hepsini hapsetti.
Hazreti Danyal Aleyhisselam ile Hazreti Uzeyr de bu esirler arasındaydı, sonradan Buhtunnasır, Hazreti Danyal’ın kadrini anlamış ve ona hayli hürmet ve riayet etmiştir.
Buhtunnasır, o şekilde Beni İsrail hükümdarını Babil’de celbettikten sonra yerine amcasının oğlu Sıdkıya adlı zatı kendi tarafından bir kaymakam hükmünde olmak üzere Beni İsrail üzerine hükümdar tayin edip Kudüs’e gönderdi. O da bir müddet Buhtunnasır’a tabi olarak Kudüs’te hükûmet etti. O sırada Hazreti Ermiya Aleyhisselam, Kudüs-i Şerif’te olup Buhtunnasır ile Sıdkıya’yı korkutuyordu ve Beni İsrail’e de günahlarından tövbe etmeleri için nasihat ediyordu.
Beni İsrail ise Allah’a asi olduğu gibi, günahları sebebiyle Allah tarafından üzerlerine musallat olan Buhtunnasır’a da isyan etmek istiyordu. Hazreti Ermiya Aleyhisselam gördü ki Beni İsrail’e söz geçmez, vaaz ve nasihat tesir etmez. Hemen içlerinden çıkıp bir tarafa savuştu. Sıdkıya da Buhtunnasır’a karşı harekete kalkıştı. Onun üzerine Buhtunnasır, çok sayıda asker ile beraber vezirini gönderdi. Bu vezir varıp bir müddet Kudüs-i Şerif’i muhasara ettikten sonra zorla içeri girdi. Kudüs’ü yaktı ve Beytü’l-Makdis’i yıktı. Beni İsrail’in kimisini öldürdü kimisini Sıdkıya ile beraber esir edip Babil’e gönderdi. Beni İsrail’den bazıları Mısır’a ve bazıları Mekke-i Mükerreme’ye kaçıp kurtuldu. Kudüs-i Şerif’te yalnız âcizler ve fukara güruhu kaldı.
Buhtunnasır, Babil’den ve diğer taraflardan birçok halk gönderip, Kudüs-i Şerif tarafında Beni İsrail’in geri kalanı ile karışık olarak iskân ettirdi ve üzerlerine kendi kaymakamını atadı. Bu olay Buhtunnasır’ın tahta geçişinin on dokuzuncu senesinde meydana geldi. Bu suretle Yahuda ve Bünyamin torunları da perişan oldu. Yahuda Devleti tamamen battı ve hükûmet Beni İsrail’in elinden gitti.
Sıdkıya, Beni İsrail hükümdarlarının sonuncusuydu. Ondan sonra içlerinden hükümdar çıkmadı. Gerçi sonraları, bir ara Beni İsrail’e içlerinden reisler atandıysa da onlar, beldenin büyüğü makamında olup, hükümleri Kudüs-i Şerif’in dışarısına taşmamıştır. Buhtunnasır, bu şekilde Kudüs-i Şerif’i harap ettikten sonra bütün Şam bölgesini zapt etti, emir ve fermanını Mısır’a kadar yürüttü. Civarda bulunan kavimleri ve kabileleri korkuttu. Sonra kendisinin halefleri de bir müddet onun izinden gitti.
Bu şekilde Keldani Devleti, altmış sekiz sene kadar Babil’de hüküm sürdü. Sonra İran’da ortaya çıkan Keyaniyan Devleti gelip Babil’i ele geçirerek Keldani Devleti’ni mahvetti. O zaman Beni İsrail de esaretten kurtulup vatanına döndü. Kudüs-i Şerif’te toplanıp yetmiş seneden beri harap duran Mescid-i Aksa’yı yeniden bina ettiler. Bu defa Babil’den dönüşlerinde iki binden fazla ulema mensubu beraber bulunuyordu, hatta birisi de Hazreti Uzeyr idi.
Fakat önceden Kudüs şehri yanıp Beytü’l-Makdis de yıkıldığı zaman Tevrat-ı Şerif de kaybolmuş ve o vakitten beri Beni İsrail içinde ahkâm-ı şeriyye unutulmuş idi. Bunun üzerine Hazreti Uzeyr ulema ve Beni İsrail şeyhi ile bir yere geldi ve Tevrat-ı Şerif’i ezberden okudu. Diğerleri dinleyip yazdılar ve Musevi şeriatının ahkâmını yeniden meydana koydular. Bu şekilde Beni İsrail, Keldanilerin elinden kurtuldu. Lakin hükûmeti kendi ellerine geçiremeyip İranilere tabi oldular. Ondan sonra, Buhtunnasır’ın üzerinden dört yüz otuz beş sene geçmişken meşhur Büyük İskender İran Devleti’ne galip geldi. Babil’i fethettiği sıralarda Kudüs’ü de ele geçirdi; Beni İsrail, Yunanlıların hükmü altına girdi.
Sonra Romalılar çıkıp Yunan memleketlerini zapt ettiklerinde Kudüs’ü de ele geçirdiler ve Beni İsrail, Romalıların hükmü altında kaldı.
İşte o zamanlar Beni İsrail üzerine, içlerinden biri başkan olarak atandı. Fakat bu reisler kaymakam ve şehrin büyüğü makamında bulunurdu.
Hz. Zekeriyya (a.s.), Hz.Yahya (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)’ın Kıssaları
Hazreti Zekeriyya, Süleyman Aleyhisselam’ın neslindendir. Beytü’l-Makdis’te Tevrat yazan ve kurban kesen başkan idi. Cenabıhak ona nübüvvet verdi. Hanımı İşa, çocuk doğurmadı. İşa’nın kız kardeşi Hanne ki Beni İsrail’in büyüklerinden İmran adlı zatın zevcesi idi. Onun da evladı olmadı. Hanne, “Cenabıhak bana bir çocuk verirse Beytü’l-Makdis hizmetine vakfedeceğim.” diye adak adamıştı.
O zamanda erkek çocuklarını Beytü’l-Makdis hizmetine tayin etmek âdet idi. Hanne’nin de istediği erkek çocuk olduğundan, o şekilde nezretmişti. Hamile iken kocası İmran vefat etti. Kendisi de arzusunun aksine kız doğurdu. Ona Meryem adını koydu. “Ya Rabbi ne yapayım. Kız doğurdum, sen onu kabul et.” diye Cenabıhakk’a yalvardı ve onu alıp Beytü’l-Makdis’e götürdü, “Alınız bunu, Mescit’e nezirdir.” deyip Beytü’l-Makdis hademesine verdi. Bir büyük zatın kızı olduğundan hepsi onu büyütüp terbiye etmeye rağbet gösterdi ve Hazreti Zekeriyya Aleyhisselam, onu alıp, hanımının yanına götürdü. Bu suretle Hazreti Meryem, teyzesi İşa’nın yanında büyüdü. Sonra Hazreti Zekeriyya, ona Beytü’l-Makdis’te hususi bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem, odasına çekildi. Ve ibadet ile meşgul oldu. Yanına Hazreti Zekeriyya’dan başka kimse giremezdi.
Hazreti Zekeriyya Aleyhisselam, kendisinden sonra yerini tutacak evladı olmadığından üzüntülü idi. Hanımı zaten çocuk doğurmamış, kendisinin de yaşlanmış olması nedeniyle artık çocuğunun olma ihtimali kalmamıştı.
Cenabıhakk’ın lütfu çoktur. İhsan ve inayetinin sonu yoktur. Bir gün Cebrail Aleyhisselam, Allah tarafından, Hazreti Zekeriyya’ya gönderildi. İşa’dan Yahya adında bir çocuk olacağını haber verdi ve Hazreti İsa’nın da dünyaya geleceğini bildirdi.
Ondan sonra Cebrail Aleyhisselam, Hazreti Meryem’in yanına vardı ve yakasından üfürdü. Hazreti Meryem hemen gebe kaldı. Önce İşa gebe kalıp Yahya’yı doğurdu. Altı ay sonra da Meryem’den İsa doğdu. Hazreti Meryem onu sardı, beşiğe koydu ve alıp kavminin yanına götürdü.
“Meryem! Sen ne yaptın? Baban fena adam değildi. Anan da fahişe değildi. Sen bir fena iş yapmışsın.” deyip hemen onu taşlamak üzere ellerine taş aldılar. Hazreti Meryem, “Ona sorunuz.” diye eliyle İsa’ya işaret etti. “Biz beşikteki çocukla nasıl söyleşelim?” dediler.
Hemen Hazreti İsa söze başladı: “Ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi, beni peygamber yaptı ve nerede olsam beni mübarek kıldı. Doğduğum gün, öldüğüm gün ve sonra dirildiğim gün bana selamet verecek.” dedi. Yahudiler, bunu işittikleri gibi hayrette kaldılar ve Hazreti Meryem’den el çektiler.
Fakat “Babasız çocuk olur mu?” diye Yahudiler aralarında dedikodu yaptılar. Hazreti Zekeriyya hakkında suizanda bulundular ve sonunda onu şehit ettiler. O zaman Zekeriyya Aleyhisselam yüz yaşında idi.
Ne garip şeydir ki Yahudiler, Hazreti Âdem’in anasız ve babasız olarak yaratıldığına inanırlarken, Hazreti İsa’nın yalnız babasız olarak yaratıldığına inanamadılar.
Meryem Aleyhisselam, İsa’yı aldı ve amcasının oğlu Yusuf Neccâr ile beraber Mısır’a gitti. On iki sene orada kaldılar. Ondan sonra Hazreti Meryem ile oğlu İsa, döndüler. Kudüs’e geldiler ve Nasıra köyüne indiler. Hazreti İsa, otuz yaşına girinceye dek orada kaldılar.
Hazreti Yahya, küçük çocuk iken Tevrat-ı Şerif’i eline aldı, Beni İsrail’e vaaz ve nasihat etmeye başladı ve babası gibi Hazreti Musa’nın şeriatıyla amel etmek üzere Beni İsrail’e peygamber oldu.
Ondan sonra Hazreti İsa Aleyhisselam otuz yaşına geldiğinde, yeni bir şeriat ile gönderildi ve ona İncil-i Şerif nazil oldu. Onun şeriatı gelince Musa’nın şeriatı hükümsüz bırakıldı. Hazreti Yahya Aleyhisselam da onun şeriatına tabi oldu. Hatta o esnada Beni İsrail üzerine başkan olan kişi, kardeşinin kızını almak istedi ve Musa şeriatı üzere nikâh akdini Hazreti Yahya’ya teklif etti. O zaman ise Hz. İsa şeriatında kardeş kızını almak haram kılınmıştı. Onun için Hazreti Yahya da nikâh akdinden kaçındı. Kız ve anası gücenip Hazreti Yahya’nın öldürülmesi için ısrar ettiler. Kudüs reisi bulunan kişi de Hazreti Yahya’yı getirip onların huzurunda boğazlattı.
Hazreti İsa Aleyhisselam, bir ölüyü diriltti ve anadan doğma körlerin gözlerini açtı. Su üzerinde yürüdü ve daha bu yolda çok mucizeler gösterdi. Kendisine yalnız on iki kişi iman etti ki onlara havariyyun denilir. Onların birincisi Şem’ûnü’s-Safa’dır ki Nasara arasında ona Butrus (Petros) denilir ve birisi de Şem’ûn adında biridir ki ona da Yuda denilir.
Diğer Yahudiler, imana gelmek şöyle dursun, Hazreti Yahya gibi Hazreti İsa’yı da öldürmeye karar verdiler. Hazreti İsa Aleyhisselam, son defa olarak havariyyun ile bir gece birleşip, gizlice sohbet ediyordu. Yahudiler ise onu öldürmek için sıkı sıkıya arıyordu.
Hz. İsa, havariyyuna dedi ki: “Horoz ötmeden, yani sabah olmadan biriniz beni inkâr edecek, pek az paraya satacaktır.” Gerçekten havariyyundan Yuda Şem’ûn, sabah olmadan vardı, Yahudilerden bir miktar rüşvet alıp, Hz. İsa’nın yerini bildirdi.
Yahudiler hemen Hz. İsa’yı tutup da öldürmek için koştular, oraya gittiler. Hırs ve telaşla yanılıp o hain Yuda’yı tuttular. Onu astılar. Gerçekten İsa’yı astıklarını sandılar. Yüce Allah, Hz. İsa (a.s.)’ı İdris (a.s.) gibi göğe kaldırdı. Onu dünya sıkıntısından kurtardı.
Bundandır ki Yuda’nın adı Hristiyanlar arasında hakaretle anılır, fena ve hain kişilere Yuda derler.
Hz. İsa göğe çekildikten kırk sene sonra Romalılar, Kudüs’e saldırarak Yahudilerin kimini öldürdüler kimini esir aldılar. Kudüs’ü yağma ve harap ettiler. Yahudi kitaplarını tamamen yaktılar. Beyt-i Mukaddes’i yıktılar. Kudüs şehrini İsrailoğullarından temizlediler.
Böylece Yahudiler, darmadağınık oldular. Ondan sonra bir yerde toplanıp da bir topluluk kuramadılar. Her yerde hor görüldüler ve hakaretle karşılandılar. Fakir ve yoksul düşüp aşağılandılar. Hz. Musa’nın ölümünden Hz. İsa’nın doğumuna kadar bin yedi yüz on altı yıl geçmişti.
Hz. İsa (a.s.), otuz yaşına gelince kendisine peygamberlik geldi. Üç yıl kavmini Allah’ın birliğine çağırdı. Sonunda on iki kişi imana gelip, Hak yolda ona arkadaş oldular. Onların da birisi, sonunda kendisine hıyanet etti. Ondan sonra havariyyun, Hz. İsa (a.s.)’ın vasiyeti üzerine çevreye dağıldılar. Hristiyanlığı halka yaymaya çalıştılar.
Sonradan İncil diye meydana birçok kitap çıktı. Bir kısmı havariyyundan bazılarına, bir kısmı da onların talebelerine dayandırıldı.
Bunlar ise Hz. İsa’nın hayatı hakkında tarih yollu kaleme alınmış kitaplardı. Bunlarda İsa (a.s.)’ın bazı hâlleri, vasıfları belirtilmişti. Ara yerlerde İncil ayetleri yazılmıştı fakat bunlar birbirine uygun değildi.
Hristiyanların başkanları gördüler ki bunlar birbirine uymuyor. Hepsini gözden geçirdiler. İçlerinden dördünü ayırdılar. Onları diğerlerine göre doğruya daha yakın buldular. İşte İncil diye Hristiyanlar arasında dolaşan bu dört kitaptır. Onlar da tamamıyla birbirine uymaz. Asli İncil ele geçmemiştir.
Havariyyun dağılıp uzaklara giderek Hz. İsa’nın dinini halka öğretmişlerse de o zaman dünya, Allah’ı tanımayan ve O’na ortak koşanlarla doluydu. Hz. İsa’nın dini açıkça yerine getirilemeyip, üç yüz seneden fazla gizli tutuldu. Hristiyanlar yer altlarında, mağara ve mahzen gibi yerlerde gizlice ibadet ederlerdi. Duyulup tutulanlar eza ve cefa görür, bazen işkenceye uğratılırdı.
En sonunda Roma İmparatoru Konstantin, Hz. İsa’nın doğum tarihinden üç yüz on yıl sonra Hristiyanlığın açıkça yerine getirilmesine izin verdi.
Daha sonra Kostantiniye şehrini kurdu. Roma Devleti’nin eski başşehri Roma’yı terk ederek, bu Kostantiniye şehrini başşehir yaptı. Kendisi de Hristiyan oldu. Ondan sonra Hz. İsa (a.s.)’a iman edenler çoğaldı. Hz. İsa’nın dini pek çok yere yayıldı. Hz. İsa’nın dinine girenlere “Nasara” denildi.
Fakat vaktiyle Hristiyanlığın esasları, güzelce kaydedilmediğinden, iş piskoposların ellerine kaldı. Birtakım maksatlarla anlaşmazlık çoğaldı. Roma Devleti ikiye bölündü. Biri Doğu Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri İstanbul’du. Diğeri Batı Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri Roma’ydı.
Bu iki ve eski başşehir, birbirini kıskandı. Bu yüzden Roma Devleti ikiye ayrıldığı gibi, mezhepçe de Hristiyanlar ikiye bölündü.
Bir kısmı “rimpapa”ya, yani Roma piskoposuna bağlandılar. Bunlara “Katolik” denildi. Bir kısmı İstanbul patriğine bağlandılar. Bunlara da “Ortodoks” denildi. Sonraları birbirine aykırı birçok mezhep ortaya çıktı. Hristiyanlık tamamen aslından uzaklaştırıldı.
Hâlbuki diyanetteki asıl gaye, şirkten yani Allah’a ortak koşmaktan sakınmak olduğundan, Hristiyanlar şirk koşanlara mahsus olan putlardan son derece kaçınırlarken, sonradan Hristiyan ibadethanelerine resimler asıldı. Kiliseler bayağı şirk koşanların tapınaklarına benzetildi.
Öteki milletler ise Allah’ı tanımazlar, O’na ortak koşarlardı. Hayli zaman peygamber de gelmedi. Uzun bir süre peygambersiz geçti. Bütün dünya sapıklıkta kaldı.
Romalılar bütün Avrupa kıtasını ele geçirdikten başka, Anadolu, Mısır, Şam ve Irak’ı dahi aldılar. O çağlarda Romalılar diğer milletlere göre daha medenilerse de ahlaksızlığa düşkün, sefahat ve işrete dalmış olduklarından, vardıkları yerlerde medeniyetle beraber pek fena âdetler bıraktılar. Bu yüzden birçok millet ve kavmin ahlakı bozuldu. Bereket versin ki Romalılar, Arap Yarımadası’nı ele geçiremediler. Kendilerinin çirkin huyları ve fena âdetlerini Araplara bulaştıramadılar.
Fakat Arap kabileleri de çöllerde, tamamen göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Kendilerini cahillik kaplamıştı. Kimi Hristiyanlığa, kimi Yahudiliğe meyletmişti. Birtakımı da tırnak kesmek, boy abdesti almak ve sünnet olmak gibi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.)’ın dinlerinden kalma hükümlerle amel etmekteydiler. Yine bir kısmı da puta tapar olmuşlardı. Her sene hac mevsiminde Arap kabilelerinden pek çok kimse Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret ederken, bir taraftan da Kâbe’deki putlara taparlardı.
Kısacası o çağlarda dünya pek karanlık ve karışık bir duruma gelmiş ve düzelmesi için de bir peygamberin gönderilmesi gereği hasıl olmuştu.
İKİNCİ BÖLÜM
HAZRETI MUHAMMED (S.A.V.)
Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri’nin Doğumundan Önce Meydana Gelen Harikulade Olaylar
Ahir zamanda, Arap bölgesinde İsmail (a.s.)’ın soyundan “son peygamber”in geleceği, daha önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda da yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da onun özelliklerini belirtmiş ve tarif etmişlerdi.
“Hâtemü’I-Enbiya” yani “son peygamber” âlemlerin övüncü ve insanoğlunun en üstünüdür. O zamanın hükmünce onun Arap kavminden çıkması, Allah’ın bir hikmeti, o çağın bir gereğiydi. Çünkü Araplar o zaman dünya çapına yayılmış olan fenalıklara bulaşmamış ve Romalıların çirkin âdetlerine alışmamışlardı. Arap Yarımadası’nda çöl göçebeliği sayesinde asıl yaradılışları üzere kalmışlardı. Her ne kadar Araplar, ilim ve sanattan yoksun iseler de içlerinde fesahat ve belagat, yani güzel, edebî ve dokunaklı yazma merakı artmış olduğundan pek çok şair; gayet fasih ve beliğ yazarlar ve çok güzel konuşan hatipler yetişmişti.
Okuryazar olmadıkları hâlde gayet güzel şiir söylerler, daima düzgün ve güzel söz söylemekle övünürlerdi. Hatta Mekke yakınında “Sûk-u Ukâz” denen yerde her yıl, Arapça ayların on birincisi olan zilkade ayında büyük bir panayır kurulurdu. Her taraftan şairler, yazarlar toplanırdı. Güzel şiirler, seçkin hutbeler okunur, söz alanında yarışlar olurdu. Birinci seçilenler “aferin” alır, şiiri Kâbe duvarına asılırdı.
Böylece Kâbe duvarına asılmış yedi kaside (bir çeşit şiir) vardı ki onlara “Muallekât-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilir. Birincisi İmrü’l-Kays’ın kasidesi olup, en yukarı asılmış ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine kadar öylece kalmıştı.
Kısacası şairler, hatipler; güzel şiirler, dokunaklı hitabelerle büyük halk kitlesine öğütler verirler, halk ahlakının güzelleşmesine çok gayret ederlerdi. Cahiliye zamanında Arapların edebiyatta bu derece ilerlemeleri dikkat çekecek, ibret alınacak bir özelliktir. Belki de Arap dilinin o derece yükselmesi, Allah tarafından bu dille bir kitap indirileceğine işaretti.
Peygamberlerin babası Hz. İbrahim (a.s.)’ın, oğlu Hz. İsmail (a.s.) için dua ettiği, yüce Allah’ın da duasını kabul ederek Hz. İsmail soyundan büyük bir millet çıkaracağını müjdelediği Tevrat’ta yazılıdır.
Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak (a.s.)’ın soyundan pek çok peygamber gelip geçmişti. Onların devri bitip, artık Hz. İsmail evladına sıra gelmişti. Hz. İshak soyundan gelen bunca peygambere karşılık, Hz. İsmail soyundan en son peygamber gelecekti.
Araplar nesep ilmine çok kıymet verir, her kabile kendi soyunu ezberlerdi. Kabilelerin birbirine göre üstünlüğü olduğundan, her biri kız alıp verme konusunda akranını arar ve dengini gözetirdi.
Hz. İsmail’in evladı ve torunları çoğaldı. Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onların içinde Mudaroğulları, onların arasında Kureyş Kabilesi, ötekilerden seçkin birer topluluktu. Kureyşliler içinde Haşim kolu ise hepsinden çok daha fazla şeref ve fazilet sahibi idi.
Haşim’in babası Abdi Menaf, onun babası Kusayy, onun babası Hakim, onun babası Mürre, onun babası Ka’b, onun babası Lüvey, onun babası Fihr, onun babası Malik, onun babası Nadir, onun babası Kenane, onun babası Huzeyme, onun babası Müdrike, onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası Nizar, onun babası Maad ve onun babası Adnan’dır. Adnan da Kayzar İbni İsmail Aleyhisselam neslindendir.
İşte Hâtemü’l-Enbiya Aleyhisselam’ın büyük ecdadı bu zatlardır ki her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok topluluğun reisi, nice kabile ve aşiretlerin dedesi ve babası olmuştur.
Fakat her ne vakit birinin iki oğlu olsa yahut bir kabile iki kol olsa Hâtemü’l-Enbiya’nın soyu en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her çağda onun en yüksek atası kim ise yeryüzündeki ülkelerinden bilinirdi.
Çünkü Hz. İsmail’in alnında bir nur vardı. Ülker yıldızı gibi parlardı. Bu parlaklık ona babasından kalmış, sonra evlattan evlada geçerek Adnan’a, ondan da Maad ve Nizar’a gelmişti.
“Nizar”, Arapça “az bir şey” manasındaki “nezir”den gelir. Bu adın konmasına sebep şudur: Nizar, dünyaya gelince babası Maad, onun alnındaki parıltıyı görür görmez pek çok sevinmiş, kavmine büyük bir ziyafet verip, “Böyle oğul için bu kadar ziyafet azdır.” deyince oğlunun adı “Nizar” kalmıştır.
Bu parıltı ise Hz. Muhammed’in nuru olup, Hz. Âdem’den beri evlattan evlada geçmiş; sonunda asıl sahibi, Son Peygamber Hz. Muhammed’de durmuştu.
Böylece Adnanoğulları içinde, Hz. Muhammed’e ait parıltıyı taşıyan ve yansıtan bir seçkin soy çıkmıştı. Her çağda bu soydan olan şahıs kim ise yüzünün hemen anlaşılacak kadar güzel, nurlu olmasından dolayı ötekilerden ayırt edilir, hangi kabilede ise o kabile diğerlerinden üstün olurdu.
Bundan dolayı Nizar’ın evladı ve torunları içinde Mudaroğulları öbürlerinden daha çok şan ve şöhret buldu, Mudaroğulları çoğaldı, çevreye yayıldı. Birçok kabileye ayrıldılar, içlerinden Kureyş Kabilesi seçkinleşti. Kureyş Kabilesi Fihr İbni Malik’in evlat ve torunlarıydı, onun oğulları içinde Lüvey ve onun oğulları içinde de Ka’b, diğerlerinden seçkin ve muhterem oldu.
Ka’b İbni Lüvey, cuma günleri kavmini toplayarak hutbe okurdu. Kendi soyundan son peygamber geleceğini söyler, onun zamanına kim yetişirse ona iman etmesini öğütlerdi.
Ka’b’ın torunlarından Kusay da Kureyş Kabilesi içinde pek büyük bir kişidir. Şurada burada dağınık Kureyşlileri toplayıp kuvvet buldu. Mekke’de başa geçti.
Kâbe hizmeti, aslında Hz. İsmail’in evlat ve torunlarındayken, sonra bu şerefli hizmet Cürhüm Kabilesi’ne geçmiş, sonra göç eden ve Mekke yakınında yaşayan Huzaa Kabilesi, bir aralık Kâbe hizmetini ve Mekke başkanlığını ele geçirmişti. Kusay, bir fırsatla Kâbe’nin anahtarlarını Huzaa’dan aldı. Ondan sonra Kâbe hizmeti de Kureyş Kabilesi’nde kaldı.
Kusay’ın Zühre diye bir kardeşi vardı, onun da evlat ve torunları çoğaldı. Kureyş Kabilesi içinde şeref ve itibar buldu, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) annesi Âmine Hatun onun soyundandır.
Kusay ölünce Abdi Menaf, Abdud-Dar ve Abdul-Uzza adındaki oğulları kaldı. Abdi Menaf, diğerlerinden fazla şan ve şeref buldu. Başkanlık ve efendilik, onun soyunda yerleşti. Abdud-Dar’ın soyundan da Kâbe hizmetindeki Şeybeoğulları geldi.
Abdi Menaf’ın Haşim, Abdi Şems, Muttalib ve Nevfel adlarında dört oğlu oldu. Her birinin soyundan gelenler çoğaldı. Hatta Beni Ümeyye denilen Emeviler, Abdi Şems’in soyundan gelmişti. Fakat hepsinin en şereflisi, en faziletlisi Haşim’dir. Nitekim Abdi Menaf’tan sonra Kureyş kavminin büyüğü oydu. Bu temiz soydan gelenlere Beni Haşim ve Haşimi denilir. Son peygamber de onlardandır.
Kureyş kavmi ticaretle uğraşan bir topluluktu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a giderler; her yıl iki tarafla da çokça alışveriş ederlerdi.
Bundan dolayı Haşim de Şam kafilesiyle Mekke’den çıkıp giderken Medine’ye uğradı. Orada Beni Neccâr Kabilesi’nden Selma adlı kızla evlendi. Oradan Şam ülkesine gitti ve Gazze’de öldü.
Selma ise ondan gebe kalıp son derece güzel ve yüzü nurlu bir erkek çocuk doğurdu ve bu çocuk Şeybe diye adlandırıldı.
Şeybe büyüdü. Dayı çocuklarıyla beraber çıkıp gezmeye başladı. Fakat hiç birine benzemiyordu. Yüzünde ülkeri vardı, alnı ay gibi parlar, güzel yüzünü görenler hayran kalırdı, başka soydan olduğu yüzünden belli oluyordu.
Allah’ın resulünü öven ensardan Medineli ünlü Şair Hassan’ın babası Sabit o sırada Medine’den Mekke’ye gidip Haşim’den sonra Kureyş’in ulusu olan kardeşi Muttalib’le görüştü. “Ah, eğer kardeşinin oğlu Şeybe’yi görsen şaşardın. Babana ne kadar benzer ve nasıl şeref ve güzellik sahibidir, tarif olunmaz.” diye Şeybe’yi anlatınca, Muttalib’in kalbine Şeybe’yi görme arzusu düştü.
Kureyş kavmi içinde babadan oğula geçen peygamberlik nuru, Haşim’e gelmiş ve yüzünde görülmüştü. Hâlbuki Haşim’in Şeybe’den başka Esed adlı bir oğlu olmuşsa da ondan yalnız Fatıma adlı bir kız kalmıştı ki Hz. Ali’nin anasıdır. Demek ki Haşim’e Şeybe’nin hayırlı bir vekil olması tabii bir durumdu. Sabit’in ifadesi de bunu doğruladı. Bundan dolayı Muttalib, Şeybe’yi görmek zorunda kaldığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti.
Muttalib Medine’ye varınca bir yerde Beni Neccâr’ın çocukları arasında Şeybe’yi gördü. Bir kere tavır ve hareketine, yüzündeki güzellik ve parıltıya baktı, kimse söylemeden yeğeni olduğunu bildi ve gözlerinden yaş aktı.
Nitekim Muttalib, Şeybe’yi tavır ve hareketinden bildiğini, gözlerinden yaş geldiğini bazı şiirlerinde pek yanık açıklayıp hikâye etmiştir. Muttalib hemen orada Şeybe’ye bir kat elbise giydirdi ve onu anasına gönderdi. Sonra anasını razı ederek Şeybe’yi Mekke’ye götürdü.
Mekke’ye girerken Şeybe’yi görenler, “Acaba bu çocuk Muttalib’in kölesi midir?” demişler. O yüzden Şeybe’nin adı Abdül-Muttalib kalmış ve Muttalib ölünce yerine geçip, Kureyş kavminin efendisi, başkanı olmuştur.
Abdül-Muttalib’in alnında Hz. Muhammed’in nuru parıldardı. Kureyş kavmi, bundan dolayı onu çok uğurlu sayardı. Öyle ki Mekke taraflarında kıtlık, pahalılık olsa, onun eline yapışıp Sebir Dağı’na çıkarlar, onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur isterlerdi. Allah da Hz. Muhammed’in nuru hürmetine onlara rahmet ve bereket gönderirdi.