Читать книгу Akile Hanım Sokağı (Adıvar Edib Halide) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Akile Hanım Sokağı
Akile Hanım Sokağı
Оценить:
Akile Hanım Sokağı

3

Полная версия:

Akile Hanım Sokağı

– Peki ama senin onunla münasebetin ne oluyor?

Güzide’nin garip bir hususiyeti vardır. Umumiyetle çenesi makine gibi işlemeye bahane arar. Fakat cevap vermek istemediği bir sual sorulursa taş kesilir. Ne bir ses, ne bir akis duyarsınız.

İşte bu suale böyle mukabele etti. Kahve tepsisini tek lâf etmeden aldı, gitti.

Ben, mutfakta epeyce onun dönmesini bekledim. Nihayet yavaş yavaş odama çıktım. Yatağımı yapıyordu. Şilteyi öyle bir dövüyordu ki, bir can düşmanından hınç alıyormuş hali vardı. Pat pat sesleri ta sofadan duyuluyordu.

Ben odaya girince bir şey söylemedi. Ben de dolabı açtım, mantomu aldım, giydim.

– Ben kırmızı konağa gidiyorum. Acaba daha evvel haber vermek lâzım mı?

– Kapıyı çalar, girersin.

Fazla konuşmama meydan vermemek için odadan çıktı.




22

Belli.


23

Belirsiz.


24

Emekli.






6

AHBAPLIK BAŞLIYOR

Sokağı geçerken Gülbeyaz, Âkile Hanım kadar merak ettiğim bir insan oluvermişti. Bahçeye girer girmez, Jülyet’in kameriyesi diye düşündüğüm sahanlıkta bir güzel kızın, bizim eve baktığını, şimdilik bir ihtiyar Romeo mevkiindeki eniştemi gözleriyle aradığını göreceğim sandım. Mamafih, Âkile Hanım denilen sual işareti, hiç olmazsa orada geçirdiğim saatte Gülbeyaz muammasını bana unutturdu.

Kapıyı Âkile Hanım açtı. Bir elinde ucu karşıki duvardaki bir musluğa geçirilmiş lâstik, ağzında sigarası, bahçede âdeta morfin alan bir insanın her şeyi unutan şevkiyle çalışıyordu.

– Safa geldiniz. Bizim bahçenin en güzel vakti.

İçerden bana uzun bir bahçe sandalyesi getirdi. Beni nar ağacının altına oturttu.

Kendisi lâstiği tekrar eline aldı, bir taraftan bahçenin duvarlarına, ortasındaki bir çiçek sergisi gibi duran çiçeklerle dolu kümbete, hatta bazan havaya bile su sıkıyordu. O kadar sakin, fakat renkli ve güzellik modeli bir köşe ki…

– Hava sıcak bugün… Paltonuzu çıkarmaz mısınız?

Şimdi kendisi de yanıma bir iskemle getirmiş, ağzında sigarası, kırk senelik ahbapmış gibi bir alışkanlıkla konuşuyor. Lâkırdı icadına uğraşmıyor. Bazan susuyor, gözleri sevgili bir simayı seyreder gibi ortadaki çiçeklere tebessüm ediyor, bana isimlerini söylüyordu. Bu, benim için bir botanik dersi gibi… O kadar az çiçek adı bilirim ki…

Âkile Hanım’ın ne uzun, ne kadına, ne de erkeğe benzeyen bir vücudu vardı. Fakat en fazla dikkati çeken yüzü idi. Gözlerim takıldı kaldı. Yüzü de uzun, ipince, şakakları basık fakat sadece kemik ve deriden olan bu baş size zayıf tesiri yapmıyordu. Ağzı ufacık, kendisine mahsus bir tebessümü daima muhafaza ediyor. İnce dudaklarının etrafındaki ve küçük gözlerinin uçlarındaki buruşukların ihtiyarlıkla münasebeti olamayan bir ifadesi vardı. Adeta hayata hem gülerek, hem de biraz şaşarak bakan, bu hayat sahnelerini bir beyaz perde üstünde uçuşan hayaller gibi seyreden bir hali vardı.

Benim onda en çok hoşuma giden şey tabiî bir şekilde susabilen tarafı idi. Siz bir şey sormazsanız, onun da söyleyecek bir şeyi yoksa susmasını bilen nadir bir insandı. Onda beni şaşırtan şey de ilk defa görmüş olduğu halde, tecessüse benzer bir his göstermemesi idi. Lâf benim suallerimle açıldı, uzun uzun konuştu. Hayatının bir safhasını açarken karakterinin de bir tarafının perdesini tutup kaldırıyordu. Fakat bir ucunu görebildiğiniz bu hayat sahnesinin hem geniş, hem de bütün perde kalksa dahi fark edemeyeceğiniz iç tarafları olduğunu seziyordunuz.

– Kimbilir, kaç yıldan beri bu konaktasınız?

Gözleri parladı. Önüne seriliveren bir ziyafet sofrası karşısında, masaya serilmiş olan nefis yemeklerin hangisini seçebileceğini düşünen, âdeta içten içe ağzını şapırdatan bir mâna yüzünü sardı. Biraz düşündükten sonra, galiba en göze çarpanını seçti ve söze başladı:

– Sayısını unutacak kadar uzun yıllar… Rahmetli Beyefendi, Hanım’ı kaybettikten sonra beni hiç bırakmadı.

Eliyle ikinci katta, salon olması lâzım gelen bir odayı işaret etti:

– Zamanın başta gelen ekâbiri sık sık, akşamları burada toplanırlardı. Ben de onlar dağılıncaya kadar, işte şuradaki taş sofada oturur beklerdim. Kahve, çay, limonata sık sık hazırlanır, gider, Cafer Ağa, arkasında bir efendi kostümü ile mütemadiyen merdivenlerden iner çıkardı. Bazan nısfılleylden25 üç saat sonraya kadar o kibar sohbetleri devam ederdi. Onlar gittikten sonra, Beyefendi yatıncaya kadar ben hizmetine bakar, sonra aşağı inerdim. Fakat Beyefendi kaçta yatarsa yatsın saat sekizde ayakta idi. Bazan bu gecelerde bütün mahalleye akseden saz ve şarkı sesleri de duyulurdu. Nurda yatsın! Hey gidi günler hey…

– Kimbilir kimler gelirdi?

Abdülhamid devrinin, benim adını bile işitmediğim bazı eski sadrazamlarını, İttihat ve Terakki’nin tarihe geçmiş birkaç simasını saydıktan sonra, bütün zaman için tarihimizde yaşayacak büyük şair ve muharrirlerden de birkaç isim zikretti.26 Gözleri tamamen maziye çevrilmişti. İşin garip tarafı, tıpkı o rahmetliler gibi en temiz bir Tanzimat Türkçesi konuşuyordu. Okumak, yazmak bilmediği söylenen bu kadının, bu üslûbu bu kadar benimsemiş olması mucize gibi bir şeydi.

– Sizin Rumelili olduğunuzu söylemişlerdi. Şivenizden hiç hissedilmiyor…

– Evet, Varnalıyım, fakat çocukken İstanbul’a geldik. Babam burada memurdu, bütün ömrüm burada geçti.

– Hiç gitmediniz mi bir daha?

Birdenbire, Âkile Hanım’ın hayat sahnesinin perdesinin başka bir ucu kalktı. Bu defa, mazisinin en yüksek sosyetesinin nâzımı ile değil, dairelerde, en karışık işleri gören bambaşka bir karakterle karşı karşıya idiniz.

– Bir defa gittim. Bir arazi meselesi vardı. Babamla amcam arasında yıllarca süren ve babamın hakkını yiyen bir mesele. İşte onu halletmek için gittim. Babam Bulgaristan’da geniş araziye sahipti. Amcam ile damadı tapuları kendi üzerlerine çevirmişler, üstüne oturmuşlardı.

– Bu işi nasıl hallettiniz?

Bu defa sarih bir zafer tebessümü ile yüzüme baktı. Bu karışık arazi meselelerini değme maliye memurunun kavrayamayacağı bir vuzuhla anlattı. Sonra, sadece ailesi arasında değil, Bulgar hükümeti memurları ve dairelerini de ezberden bilen bir hali vardı. Bütün teferruatıyla bir sürü karışık davayı apaçık izah ederken bütün resmî tabirleri kolaylıkla kullanıp duruyordu.

– Siz Bulgarca da biliyorsunuz demek?

– O zaman bilmek lâzım değildi. İmparatorluğumuzun asırlar boyunca bir parçası olan Bulgaristan’ın o zamanki memurları hâlâ birer Türk gibi dilimizi konuşurlardı. (İçini çekti.) Şimdi bizimkiler bile artık zorlukla Türkçe konuşuyor, ikide birde Bulgarca tabirler kullanıyorlar.

– Siz bu davayı hallettikten sonra bari aile arasında münasebet düzeldi mi?

– Ben bu işi hiç münasebeti bozmadan başardım. Ama babam çok üzülmüştü. O aralık amcama yazdığı bir mektuptaki şiiri size okuyayım:

Bundan evvel akrabaydık,

Akrep olduk biz bize.

Ayıbımız meydana çıktı,

Bakmaz olduk yüz yüze.

Hiç kimseden görmedim ben,

Akrabadan gördüğüm,

Akrep etmez akrabaya

Akrabanın ettiğin…

Her halde Âkile Hanım’ın babası da hayatı bir şaka gibi alan müstesna ruhlu bir insan olacaktı. Kızı Âkile Hanım’ın onu da geçtiğine şüphe yok. Âkile Hanım’a ne kadın, ne de erkek demek mümkündü. Erkeklerin halledemeyeceği en dolambaçlı işleri su gibi beceren, bir taraftan da kendisinden yardım istendiği zaman hiçbir zahmeti esirgemeyen bir insan… O, insanların akrep taraflarını tabiî buluyor, fakat onları bütün cepheleriyle yani iyi taraflarıyla da görüyordu. Güzide’nin dediği gibi bunları mekteplerde değil, hatta acı tecrübelerden sonra da değil, sırf bin bir taraflı bir kabiliyetle doğmuş olanlar kendi kendilerine öğrenebilirler.

Kapı çalındı. Bakkal çırağı kılıklı bir genç çocukla biraz konuştu. Çocuk ellerini sallayarak telâşlı telâşlı muhtar, ilâm gibi lâflar etti.

– Yarın öğleye kadar işini yaparım. Öğleden sonra uğra… diye savdı.

– Sahiden bu mahallenin muhtarı mısın, Âkile Hanım?

– Ne münasebet! Ama bunlar hep çoluk çocuk. Saçlı sakallılar bile bazan resmî muameleleri kıvıramıyorlar. Ne de olsa komşu… Bu gibi karışık işleri onlar günlerce yapamaz, halbuki muamele bilen, adamına göre konuşan bunları yarım saatte çıkarır. Bilseniz resmî dairelere ne kadar halk zaman verir. Bunu Doktor Bey de anladı da, onun bütün resmî işlerini ben takip ediyorum.

Gene kapı çalındı. Mavi kostümlü, güler yüzlü, temiz pak, oldukça genç bir adam içeriye girdi.

– Oğlum Hüseyin, diye bana takdim etti. İstanbul’da evli olan ve bir dairede çalışan oğlu ile de biraz konuştuk.

Kalktım. Öğle vakti geçiyordu:

– Ben yarın gene geleyim mi?

– Buyurun efendim.

– Vaktinizi almıyor muyum?

– Asla. Ben hem çalışır, hem konuşurum. Gene sulama vakti gelin. Serinlemiş olursunuz.

Yüzüne baktım. Eski günleri ihya etmek27 biraz hoşuna gitmişti galiba. Ancak kapıdan çıkarken Gülbeyaz hakkında malûmat istemeyi unutmuş olduğumun farkına vardım.

Eniştemle teyzem sofraya oturmuşlardı. Teyzem on iki buçukta mutlak öğle yemeği isterdi. Güzide’nin aksiliği pek geçmemişti. Âdeta çemkirir28 gibi konuşuyordu. Fakat teyzemle eniştemin vaziyeti sabahki gerginliğini kaybetmiş gibiydi. Birbirleriyle şaka bile ediyorlardı. O akşam baş başa oturduk, radyo dinledik.

“Yanıyor mu yeşil köşkün lâmbası” diye söylenen bir türkü esnasında teyzem, “‘Yanıyor mu kızıl köşkün lâmbası’ demek vezni bozar mı?” diye eniştemle alay etti.

Eniştem de aynı alaylı sesle, “Bilâkis, daha güzel olur. Işık ve ateş kızıl sahalara yaraşır…” diye güldü.

Ertesi sabah Tarık’tan mektup almayı ümit ediyordum. Alamayınca biraz sinirlenmiştim.

Bilmem eniştem farkına vardı mı nedir, bizi aldı sokağa götürdü. Son yıllarda sokağa çıkmak onun için bir hadise olmuştu, evden ayrılmıyordu. Güzide’ye göre, bu, otomobile alışmış bir adamın yürümekten çekinmesinden ileri geliyordu.

Teyzem de, “Kırmızı konağın gözden ırak olduğuna tahammülü yok,” diye alay etmişti.

Her halde, ben çok memnun oldum. Bir elinde baston, bir tarafında teyzem, bir tarafında ben, Atatürk Bulvarı’nı ağır ezgi, fıstıkî makam yürüyerek çıktık. Tam bulvarın orta yerinde, karşımızda bir genç kız belirdi. Acele acele yokuşu iniyordu. Eniştem şapkasını çıkardı, selâmladı. Teyzem bana bir şeyler anlattığı için onu görmedi galiba. Âdeta rüzgâr gibi geldi, geçti. Ben de kim olduğunu sormadım.

Öğle yemeğini o gün Şark Kahvesi’nde yedik. Eniştem Saraçhanebaşı’nda bizi bir arabaya koydu, götürdü. Çok keyifli görünüyordu. Tabiî o gün Âkile Hanım’a gidemedim. Fakat Şark Kahvesi’nin sol tarafında, o rahat sedirlerden Adalar’ı seyrederken zihnim hep onunla meşguldü. Masmavi bir gök, sükûn ve saadet içinde bir dünya! Her köşede, yuva yapmaya hazırlanan çift kuşlar gibi, yan yana, omuz omuza, oturan gençler… Burası bir aşk ve yuva kurumu proloğu…29 Radyodan veya plâklardan çalınan caz havaları ortalığı biraz bozuyor. Eniştem garsonun eline bahşiş sıkıştırarak bu kulağı tırmalayan sesleri susturmak istedi. Meğer bu sakin, bu Şark’ın hakikî yavruları olan çiftler bunu isterlermiş. Çok geçmeden, başka bir garson, bu hava ve sükûn içinde falso yapan gümbürtüyü tekrar dile getirdi. Eniştem omuzlarını silkti, bana baktı, teyzem, “O, Ankara’dan geliyor, hem de eski Washington günlerini unutmamıştır, onu sıkmaz,” diye güldü

O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.




25

Gece yarısından.


26

Saydı.


27

Canlandırmak.


28

Karşı gelir, sert cevap verir.


29

Başlangıcı.






7

HUSUSÎ HAYATI

Kırmızı konağın kapısı aralıktı. İttim, bahçeye daldım. Sahanlığın merdiveninin ilk basamağında beş altı yaşlarında, sarı saçlı, güzel yüzlü bir oğlan çocuk duruyordu. Beni görünce merdivenlerden çıkmaya başladı. Ben de arkasından çıktım, çünkü “Âkile Hanım yok mu?” sualime cevap vermeden acele acele gidiyordu. Demek Âkile Hanım içerideydi, çocuk da ona haber vermeye gidiyordu. Tam sahanlıkta, taş sofanın birleştiği eşikte, belki üç yaşında, tombalak, Tatar yüzlü, siyah saçları tepesinde horoz ibiği gibi bir kurdele ile bağlanmış bir kız çocuk oturmuş, elleri dizlerinde sağa, sola sallanıyordu. Yaşı biraz daha büyük olsa bir yeri ağrıyor, diyebilirdim. Kardeşi içeriye dalınca başını okşadım:

– Adın ne? Kimsin? Âkile Hanım senin nen?

Cevap vermedi, yüzünü yüzüme kaldırdıktan sonra tekrar başını eğdi; ağrı çeker gibi gene sallanmaya başladı.

– Dilin yok mu, küçük?

Kıpkırmızı ve sipsivri bir dil küçük ağzından çıkabildiği kadar çıktı.

– Şimdi sen kimsin, söyle?

Sol taraftaki odadan Âkile Hanım’ın sesi geldi. Her halde, küçük oğlan benim geldiğimi haber vermişti:

– Buyurun! Oooo, buyurun.

Biraz evvelki oğlan, oda kapısının önünde durmuş, beni bekliyordu. Ben konağın iç taşlığına dalınca küçük de benimle beraber geldi. Oğlanın elini tutmuştum. İki çocuk da beni merakla süzüyorlardı.

Odaya girdik. Orta yerde bir hamur tahtası, Âkile Hanım’ın elinde oklava ile hamur açıyor, fakat başı kapıya çevrilmiş, eski bir dost tavrıyla konuşuyordu:

– Buyurun, buyurun… Kusura bakmayın! Burası benim hem misafir salonum, hem odam, hem mutfak, hem çamaşırlığım…

Enteresan bir oda… Kapının karşısında bir sedir, üstünde oturan oğlu da ayağa kalkmış, bana yer gösteriyordu. Su küpü, çamaşır yığını, gazocağı. Hulâsa bir kadının günlük ihtiyaçlarına cevap verecek her şey var.

Küçükler odaya girer girmez, sağa sola saldırıyorlar, o da ikide bir elindeki oklavayı kaldırıyor, çocuklar hamur tahtasına yaklaştıkları zaman sinek kovar gibi sallıyor:

– Oturun yoksa gösteririm ha!..

Ben karşısındaki sedire oturmuştum. Hoş beş başladı. Oğlu Hüseyin, küçükleri ellerinden yakalamış, ayakta…

– Sen bunları al, biraz gezdir, Hüseyin…

Adamcağız çocukları aldı, çıktı. Bu bir pazar günüydü. Âkile Hanım’ın oğlu dairede olmadığı zamanlar kullandığı, belki dairede iken başka bir şoföre kullandırdığı bir taksinin kapının biraz ötesinde durduğunu, kırmızı konağa gelirken görmüştüm.

Onlar çıkınca hemen cebinden sigarasını çıkarttı, yaktı. Ağzında sigara, elinde oklava işine başladı.

– Bu küçükler kim?

– Torunlarım.

– Sana misafir mi geldiler?

– Hayır, her zaman bende artık.

– Anaları yok mu?

– Var, var ama Allah bilir nerede…

Birdenbire kalktı:

– Durun bir kahve pişireyim. Karşılıklı içerken size bizim bu son macerayı anlatırım.

Biraz ötede, birkaç mangal yanında kahve tepsisi. Kahveyi pişirinceye kadar hiç konuşmadı. Bana köpüklü ve nefis bir kahve sunduktan sonra, kendi de, bir elinde kahve fincanı, konuşmaya başladı. Mangalın karşısına çömelmiş, gözleri havada, maziden bir kitap açmış, okumaya başlamış gibiydi. Yüzünde hiçbir hareket olmadığı halde bir taraftan kafasının içindeki hayat sahnesini seyrediyor, onun acı tatlı şakalarını gene o kusursuz üslûbuyla anlatıyordu:

– Bizim gelin, size geçen gün anlattığım akrep akrabalardan birinin kızıdır. Yedi senedir oğlumla evli, fakat arada bir aklına esince evini bırakır, kaçar. Bazan oğlum gider, annesinin evinden alır, getirir, bazan kendisi dönüp, dolaşıp gelir, oğlanın gönlünü eder. Bu, ta nikâh dairesinden çıktıkları gün başladı. Ne yapalım, çöpçatan birbirlerine gevşek çatmış.

– Ne garip!

– Garipten de fazla…

– Ne diye bu kızı oğluna aldın?

– Bu bir roman… Anlatayım mı?

– Aman anlat.

– Güzeldir haspa. Hem de dediğim gibi babası uzaktan uzağa akrabadır da. Pek münasebetimiz yoktu. Babası, anası bizim oğlana kızlarını vermek istiyorlardı. Bundan tam yedi yıl evvel, o zaman evleri Üsküdar’daydı. Oğlum, ben, iki de yakın akraba, resmen görücü gittik. Öyle karışık bir ev ki… Bizi bir odaya aldılar… Hepimize oturacak yer yoktu. Bir kısmı, yan yana duran iki sandıktan birinin üstüne oturdu. Hoş, beş, biraz sonra kız geldi, odada oturacak sandalye yok, ne yapsın, o da öteki sandığa oturdu. Meğer sandığın kapağı kırıkmış. Kız oturur oturmaz, kapak çöktü, kız içine düştü, bacakları havaya kalktı. Oğlum medenî bir erkektir. Hemen koştu, kollarından yakaladı, kaldırdı, kendi sandalyesine oturttu. Ayaklarında çorap da yoktu. İki çıplak bacağın nasıl havaya kalktığı hiç gözümün önünden gitmez.

Ben burada kendi kendime bu iki çıplak genç bacağın bu izdivaçta mühim bir rol oynadıklarını düşündüm.

– Mahcup olmuştur, zavallı kız…

– Mahcup mu? Asla… Bir kahkaha salıverdi. Her neyse. Biz hal hatır sormaya başlamadan, sanki nişan takmaya gelmişiz gibi, anası, babası pazarlığa giriştiler. Takılacak nişan, yüzgörümlüğü, ayrı ev, ev eşyası filân hep konuşulmaya başladı. Baktım oğlum razı… Ne ise, iki gün sonra nişan yüzükleri takıldı. Cerrahpaşa civarında bir apartman katı tuttuk, oğlum elindekini, avucundakini evi döşemeye sarfetti. İki ay geçmeden nikâhları kıyıldı, o akşam güvey girecekti. Fakat kavga nikâh dairesinde başladı. Gelin Hanım:

– Haydi, ne takacaksan tak, yoksa sana eteğimin ucunu göstermem, diyordu. Yüzgörümlüğünün gece takılması lâzım geldiğini anlatmaya çalıştık. Dinlemeden savuştu, gitti. İki gün sonra pişman oldu ama, bu başını alıp savuşmak devam etti, durdu. Tam yedi yıldır evlidirler. Oğlum ne kazanırsa ona getirir… Fakat bu kazanç ona kâfi gelmiyordu galiba! Gördünüz ya, iki tane de nur topu gibi evlât. Lâkin o ikide birde çocuklarını da yüzüstü bırakır, gider. Döner, dolaşır, sonra gelir, bizim oğlanın gönlünü alır.

– Bereket versin sen varsın, Âkile Hanım… Bu yavrular ne yaparlardı?

– Bütün komşular, bilhassa ev sahibi, çocuklarla meşgul olurlar. Bu defa, kaçış uzun sürdü. İstanbul’da annesinin evi dahil, hiçbir bildik nereye gittiğini bilmiyordu. Oğlum da çocukları aldı, bana getirdi. Ele avuca sığmıyorlar. Bilhassa büyük, aksırmış annesinin burnundan düşmüş.

– Bir kazaya uğramış olmasın?

– Ne münasebet! Bu sabah Sinop’tan bir telgraf aldık. Oradaki bir akrabaya gitmiş. Oğlumu yanına çağırıyor.

– Demek, istediği zaman seyahate çıkabilecek hazırlığı ve parası var?

– Her halde Karadeniz vapurunda daha evvelden yer tutmuş olacak. Ayrıca, giderken oğlumun ceketinin cebine sakladığı birkaç yüz lirayı almış…

– Oğlunuz gidecek mi?

– Asla… Artık bu yıkık yuvadan hayır yok. Şimdi şahit topluyoruz. Talâk30 davası açacağız. Oğlumun peşinde şimdiden iyi aileler kızlarını vermek için dolaşıyorlar.

Âkile Hanım, tıpkı bir davavekili31 gibi, mahkemeye sunulacak resmî müracaatı ezberden okumaya başladı. Ben orta halli ailelerde, ta Ankara’dan beri sayısı artan ayrılmalar, eş değiştirmeler vak’alarını zihnimden geçiriyordum. Ailenin kutsî bir müessese olduğunu unutmuş görünen bir cemiyet içinde yaşıyorduk. Eskiden devamlı tüttüğü söylenen ocaklar şimdi birer birer, bir kibrit gibi püf demekle sönüyordu. Üç ay evvel bilmem hangi sinemada veya baloda tanışıp, sevişen nice evliler görüyordum ki, kızlar biraz daha zengin bir adam –hele otomobili olursa– kendisine yılışınca yuvasını bırakıp kaçıyorlar. Sonra gene, kendisine samimiyetle bağlı yirmi, otuz yıllık karısını bir genç daktiloya âşık olup bırakmış nice aklı başında görünen baylar vardı. Bunları düşünürken Âkile Hanım’ın dediklerini işitmiyordum. Çünkü içimdeki “acaba” büyük harflerle karşıma dikilmişti. Acaba Tarık’ın kâtibi Sevim, Roma’ya gitti mi? Acaba otuz yıldan beri ideal bir çift gibi yaşayan eniştemle teyzemin arasına o Gülbeyaz denilen genç tıbbiye talebesi girecek mi?

– Daldınız, Nermin Hanım?

– Yılda bir eş değiştiren o kadar çoğaldı ki…

– Yılda değil, ayda bir esvap değiştirir gibi eş değiştirenler var.

Âkile Hanım’ın da gözleri bulutlanmıştı.

– Sizin eşiniz sağ mı?

– Evet…

– Nerede?

– İzmir’de, bir mensucat fabrikasında çalışır.

– Yoksa siz de mi ayrıldınız?

– Hayır, ben evlenmeyi bütün ömre süren bir bağ gibi telâkki ederim, Nermin Hanım.

– Öyleyse neden beraber, aynı yerde yaşamıyorsunuz?

– O da ayrı bir roman…

Sustu. Gözleri, uzun bir dramın sahnelerine saplanmış gibi pencereye dalmıştı. Belki kendi hayatından bahsetmeyi istemez diye başka bir mevzua geçtim:

– Buradaki evsahibi Doktor’un güzel bir asistanı varmış, bütün mahallenin hastalarına bakıyormuş…

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «ЛитРес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на ЛитРес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги
bannerbanner