
Полная версия:
İslamsız Müslümanlık
Asırlardır “İslam” olarak takdim edilen din, esas olarak bir mezhep, fırka, devlet veya milli ve coğrafi bir aidiyeti ifade eden, farklı kültürlerle inşa edilmiş İslamsız bir Müslümanlıktır. Yaşadığımız kaos ve karanlığın bir nedeni de işte bu dindir çünkü örgütlü din, yeryüzünün en tehlikeli yapılanmasıdır. Bugün de yeryüzünün en tehlikeli yapılanması hiç kuşkusuz örgütlü dini gruplardır.
Esas itibarıyla mezhep imamlarının hiçbiri, sınırları çizilmiş, kesinleştirilmiş ve net olarak belirlenmiş bir alanı tarif etmemiştir. Kendi anlayışlarına göre yorumlar yapmışlar, müzakere ve münazaralarda bulunmuşlar, kuvvetli deliller karşısında görüş değiştirmişler ve değişime hep açık olmuşlardır.
Daha önemlisi içtihatlarını, iktidarların belirlediği kriterlere göre değil, özgür iradeleriyle ortaya koymuşlardır. İktidar onayıyla ve iktidarla barışık ilmî faaliyetleri ve içtihat yapmayı reddeden İmam Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Ahmet b. Hanbel gibi müçtehitlere yönelik baskılar, şiddet ve işkenceler bilinmektedir.
Onları seçkin kılan bu davranış biçimleri olduğu kadar, kamusal alandan uzak durarak sivil-toplumsal alanda faaliyet göstermiş olmalarıdır. Ayrıca kamu görevlisi olmayı reddetmeleri ve topluma yönelik baskılara karşı duyarlılık göstermeleri onları farklılaştırmıştır.
Esas mezhep kurucuları bu seçkin imamların talebeleri olmuştur. İçtihat sınırlarını, taklit ettikleri imamların yorumlarıyla sınırlandırmaları ve yorumlarını tercih ettikleri imamı taklit etmeyi yeterli bularak içtihatı sadece bu yorumlar üzerinden belirlemeleri mezhep taasubuna yol açmıştır.
Zamanla bu taasub, mezhepleri din statüsüne çıkarmış ve Kur’an’dan uzaklaştırmıştır. Artık mezhep farklılıkları sadece fıkıhta/hukuk yorumlarında değil, dinde de farklılaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Kur’an ışığında çağın ruhuna ve toplumsal koşullara göre şekillenmesi gereken fıkıh/hukuk, mezheplerin dar kalıplarında sıkışarak gelişmelere karşı bağnazlığa, taklide sığınmıştır. Böyle bir anlayışın tabii sonucu olarak geleneksel fıkıh mezhepleri, tarihî aksiyoner, değişimci fonksiyonlarını yitirerek “kara kaplı” kitaplarla yetinmeye ve bilimsel araştırmalara karşı direnmeye çalışmışlardır.
6- Tasavvuf
Tasavvufun birbirinden farklı çok sayıda tanımı vardır. Lakin Ma’rûf-i Kerhî tasavvufu şu şekilde tanımlamaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, sırlar hakkında konuşmak ve halkın elindeki şeylere ümit bağlamamaktır.”
Kerhî’nin bu tanımından onun, tasavvufu dünyevi olana itibar etmemek ve varlığın özünü, ruhunu anlamayı amaçlayan bir din anlayışı olarak gördüğünü anlıyoruz.
Tasvvuf ne Hint mistisizmi ne de antik Yunan felsefesinin uzantısıdır; Kur’ân ve Sünnet’in insana, hayata, ahlaka, topyekün yaşamın her alanına dair felsefesini, kalbî derinlikle hissetmektir ve bunu muhabbet, mârifet, aşk, takva ve vecd içinde yaşamaktır.
Tasavvufu; herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” olarak tarif eden ve bu bağlamda Müslüman tasavvuf anlayışını da “İslam mistisizmi” olarak tanımlayanlar olsa da tasavvuf ve mistisizmin ayrı ve farklı şeyler olduğu ortadadır. Sufilerin tasavvuf düşüncesi dünyada “muhabbetullah” (Allah sevgisi) ve ahirette “cemalullah” (Allah’ı seyretmek) biçiminde özetlenebilir.
Tasavvuf ve tarikat aynı şeyler değildir. Tasavvuf; bireyseldir. Sufi, birey olarak her türlü kötü düşünceden, bunun için de dünyalıklardan soyutlanarak saf, temiz, arınmış olarak Allah’a ulaşmaya çalışır. Cennete gitmek veya cehennemden korunmak gibi bir beklentisi de yoktur. Sufiler bir mürşide ihtiyaç duyarlar ancak aşkları mürşide değil Allaha’dır. Bir sufinin tek amacı, cemalullahı bir kez de olsa seyretmektir. Sadece dünyayı değil, cenneti de cehennemi de umursamaz.
Tarikat ise şeyhin öncülüğüne ve şefaatine ihtiyaç duyar. Müritler cehennem korkusu yaşadığı için cennete gitmenin yollarını ararlar. Şeyhin bütün müritlerine Allah katında şefaat edeceğine ve hepsinin cennete gitmesini sağlayacağına inanırlar. Bunun karşılığında şeyhe sadakatle bağlanır ve iradelerini tamamıyla şeyhe teslim ederler.
Sorgulanması gereken, “Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?” (Bakara/2:255) ayetiyle Allah’ın izni olmadan peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat edemeyeceği çok açık ifade edildiği hâlde, henüz yaşarken şefaat etme garantisi nasıl verilebilir?
“Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.” (A’raf/7:6) ayetiyle peygamberlerin dahi sorguya çekilecekleri kesin olarak belirtilmektedir. Buna göre veli, mürşit, gavs, hazret, şeyh, halife ve imam gibi önderlerin hesap vermeden cennet garantileri yokken, henüz yaşarken sadık müritlerine nasıl olur da cennet garantisi verebiliyorlar?
Hesap gününün tartışmasız “tek maliki/hâkimi” (Fatiha/1:4) Allah olduğu hâlde müritlerini kibrit kutusunda veya bir himmet ve şefaatle hesap vermekten nasıl kurtarabileceklerini sorgulamak gerekmez mi?
Tarikatlar içinde çok sayıda şeyhin/âlimin toplumsal barışa büyük katkı verdiği, hakikat mücadelesi uğruna ağır bedeller ödediği, bazılarının hayatını feda ettiği bilinmektedir. Ancak özellikle tarikat mensuplarının, tarih içinde tarikatların nasıl bir sömürü düzenine evrildiğini, gerçeklerden koptuğunu, tasavvuftan saptığını ve dünyevileştiğini görmeleri gerekir.
Her durumda tarikatlar, cemaatler, gruplar, fırkalar, medreseler, dergâhlar, örgütler, partiler gibi beşerî oluşumlar Müslümanların kendi içinde sosyal, siyasal ve sivil örgütlenme biçimleridir. Bunların hiçbiri din değildir ve İslam’ı asla temsil etmezler!
Cüneyd-i Bağdâdî: “Tasavvuf yollarından yalnız Resulullah’ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer,” der.
Tasavvufa eleştiriler yöneltilebilir ancak tarikatlarla ortaya çıkan anlayış üzerinden tasavvufu eleştirmek doğru değildir. Tarihte temayüz etmiş şeyhlerin tamamını da aynı kategoride değerlendirmek yanlıştır.
Bu konuda bin yıl önce Şeyh Abdulkadir Geylani’nin okuduğu hutbe dikkat çekicidir:
“Yoksulun karnındaki bir lokma (bir yoksulu doyurmak),bin mescid inşa etmekten daha hayırlıdır,Kabe’ye örtü ve atlas giydirmekten de (daha hayırlıdır),Allah için kalkıp rükû (ibadet) etmekten daha hayırlıdır,Küfre karşı özveriyle ve keskin kılıçla cihad etmekten daha hayırlıdır,Sıcağın altında yıl boyu (bir ömür) oruç tutmaktan daha hayırlıdır,Yoksulun karnına inen un (lokma) artık güneş aydınlığı gibi parlaktır;Ey açları doyuranlar!(Sizlere) müjdeler olsun.”Bu hikayeden anlaşıldığı üzere tasavvuf, yalnız ibadet ve ritüellerden ibaret bir dini anlayış değil bunun ötesinde insana, doğaya ve canlı cansız bütün varlıklara karşı bir merhamet yaklaşımıdır.
7- Ahlak
Ahlak; Allah’ın bir mizan ile yarattığı ve insanı da içine alan kâinat nizamına uygun, uyumlu ve sorumlu yaşamaktır. Kâinat düzenini tahrip eden, bozan hiçbir davranış biçimi ahlakî kabul edilmez.
Ahlaklı insan, bir dine, bir millete ve bir coğrafyaya ait olan değil, kâinat düzenine uyan, bu düzeni koruyan ve zarar görmesini önlemeye çalışan insandır. İnsan gibi her canlının ve doğaya ait bitki, su, hava, toprak gibi her varlığın yaşamsal alanı, sınırları, ihtiyaçları vardır. İnsana, alanlarını tahrip ve yok etmeden onlardan yararlanma izni verilmiş, bunun karşılığında saygı duymak, merhametle yaklaşmak, gerektiğinde ihtiyaçlarını karşılamak, hakkını, hukukunu koruma sorumluluğu da insana verilmiştir.
Ahlak bir dinle veya dini aidiyetle sınırlandırılamaz. Dini ve manevi olarak da tanımlanamaz, dini veya dünyevi olarak ayrıştırılamaz. İnsanlar arasındaki ilişki biçiminden de ibaret değildir. Adalet ilkesi gibi insanlığın ortak paydası olarak, insan ve diğer varlıkların, insan ve evrenin ilişki biçimini de düzenleyen temel bir ilkedir.
Yazar Ali Bulaç, “vahiy, temiz fıtrat ve selim akıl” olmak üzere ahlakın üç temeli olduğunu belirtir. “Vahiy Allah’tan gelir; fıtrat Allah’ın eşyayı ve canlıyı, bu arada elbette insanı üzerinde yarattığı ahenk ve normlar düzeni; akıl da doğru ile yanlışın, iyi ile kötülüğün arasını ayırmaya matuf ilahi bağıştır. Şu hâlde vahiy gibi fıtrat ve akıl da ilahi menşe’lidir, yani Allah’tandırlar.”2
Din yokken ahlak ve ahlaklı insan vardı. Habil ile Kabil arasında yaşanan olayın esası da din ile değil ahlak ile ilgiliydi. Habil ahlaklı, Kabil ise ahlaksız insanı temsil eder. Dine ihtiyaç duyulmasının bir sebebi de insanın ahlaklı olmasına yardımcı olmasıdır. Bir dine mensup olmadığı hâlde ahlak sahibi nice insan olduğu gibi, bir dine mensup oldukları hâlde ahlak yoksunu nice insan vardır. Bir dini var diye insan ahlaklı sayılamayacağı gibi, dini yoktur diye ahlaksız da sayılamaz.
Buna göre her dindar vicdanlı ve ahlaklı olmak zorundadır ancak her ahlaklı insan dindar olmak zorunda değildir. Dini olmasa da ahlakı varsa iyi insandır.
Ahlak, insan olmanın, insan kalmanın zorunlu bir ilkesidir. Ahlakı önemsemeyen dindarlık anlayışının Müslümanları “ikiyüzlülüğe, çifte kişiliğe götürdüğünü ve bunun da dini tabirle riya ve samimiyetsizlik” olduğunu belirten Ali Bardakoğlu iyi (ahlaklı) Müslümanı şöyle tanımlamaktadır:
“Şayet iyi Müslümandan söz edeceksek, güvenilir ve dürüst olma, doğruluk, çalışkanlık ve üretkenlik, temizlik, nezaket, hiçbir insanın sizin elinizden, dilinizden ve davranışınızdan zarar görmemesi, kendiniz için istediğinizi başkası için de gönül ferahlığıyla isteyebilme, yanı başınızdaki insanın hak ve hukukuna saygı, kamu malını emanet bilme ve koruma, kimsesizi gözetme, istikamet sahibi olma gibi ne kadar erdemli davranış varsa onların hepsinden söz etmeliyiz.”3
Mümin kişi, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, çirkin ve güzeli, yarar ve zararı idrak ettiği andan itibaren ahlaklı davranmakla sorumludur. Akıl ve idrak devam ettikçe yaşamının sonuna kadar ahlaklı olmak, ahlaklı davranmak zorundadır. İnsan, akletme ve idrak etme melekeleri ile insanlığın bir sorumlu üyesi sayılmakta, bunların yok olması durumunda da sorumluluğu ortadan kalkmaktadır.
Hz. Peygamber’in “Ben ancak güzel (mekarim) ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesindeki güzel ahlaktan maksat; doğru, dürüst, güvenilir, saygın, onurlu, şerefli, evrensel ahlak ilkeleriyle uyumlu bir yaşamdır. Peygamber böyle bir yaşam tarzını göstermek ve düzenlemek için gönderildiğini söyler. Bu sözü teyit eden de Kur’an-ı Kerim’dir: “Sen kesinlikle güzel (azim) bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68:4)
Resul-ü Ekrem’in, vahiy ışığı ve güzel ahlakıyla rehberlik ettiği toplum; yeryüzünün örnek medeni toplumu olarak tarihin en parlak sayfasında yer almıştır. Bir toplum, sadece bir alanda örneklik göstererek ‘ahlaklı toplum’ tanımını hak etmez çünkü ahlak bir bütündür, kurumsallaşıp her alanda var olunca anlam kazanır. Ahlak, “birey ahlakı, aile ahlakı, meslek ahlakı, iş ahlakı, siyasal ahlak, çevre ahlakı, bilim ahlakı” olarak bir bütündür.
Müslüman siyasetçi ve yöneticinin yaşam tarzı ve davranış biçimi de bu ahlaka uygun olmak, temsil ettiği veya yönettiği topluma karşı düzgün, dürüst, adil ve açık olmak zorundadır. Yalan söyleyerek, yalan vaadlerde bulunarak, yanıltarak veya aldatarak bir toplumu temsil etmek veya yönetmek İslam anlayışında ahlaksızlıktır.
8- Ümmi
En büyük ilahi mucize Kur’an olduğu hâlde Peygamber’den başka bir mucize beklemek veya peygamberin özellikleri arasında mucize aramak, imanda bir şüpheye düşmek değil midir?
Kur’an’ın “oku” emrine muhatap olan bir peygamberin okuma bilmemesi nasıl düşünülebilir? Hem de nübüvveti boyunca okuma-yazma öğrenmemiş olması nasıl izah edilebilir? Peygamber’e böyle bir vasfı isnat etmek haksızlık olur.
Kur’an’ın ilk emrinin “oku!” ile başlaması; cahiliyeyi, cehaleti ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Hz. Peygamber de böyle yaptı. Önce kendisi okudu, anladı ve anlatmaya başladı. Hz. Peygamber’den sonra bilgi toplumu olmayı başaramayan Müslümanlar, Hz. Peygamberi kendilerine benzeterek kısır, dar, karanlık anlayışlarına göre onu tanımlamaya başladılar.
Cehaleti yenemedikleri ve cahiliyeden çıkamadıkları için cahiliyeye ve cehalete teslim oldular. Kur’an ortada dururken başka arayışlara girdiler ve bu yolda Hz. Peygamberi istismar etmeye başladılar.
Hz. Peygamber’in Kur’an ifadesiyle: “Ben yalnızca sizin gibi bir insanım. Bana ‘ilahınızın tek bir ilah olduğu’ vahyolunuyor. Artık O’na yönelin; O’ndan bağışlanma dileyin! Ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet/41:6) ayetine rağmen onu insanüstü ve ilahi vasıflarla öylesine kutsadılar ki “insan” olarak örnek alınmasına engel oldular.
“Şüphesiz, sizden Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Peygamber’inde güzel bir örnek vardır.” (Ahzap/33:21)
Menkıbelerle, ilahilerle, uydurulmuş hikayelerle kutsadıkları peygamberi okuma yazma bilmeyen bir ümmi olarak tanımlamaktan da geri durmadılar.
Allah’ın rahmetinin bir eseri olması, sadece insanlar için değil âlemlere gönderilmesi, bilinen bilinmeyen varlıklara hitap etmesi, hatemul enbiya olması, Ahmet, Mahmut, Mustafa, Muhammed, Resulullah, habibullah olmasını yeterli görmeyip başka özelliklerle yüceltilmesi Kur’an’dan bir sapmadır.
Allah’ın Kur’an’da belirttiği övgülerle yetinmeyip hatta onları unutturup uydurulmuş menkıbelerle övülmesi, Peygambere bir haksızlık, bir saygısızlık değil de nedir?
Kur’an’da Hz. Muhammed’in “ümmi” olarak tanımlanması “okuma yazma” bilmediği şeklinde yorumlanmıştır.
“Ümmî Kur’an’da altı yerde geçmektedir. Bunların ikisinde (el-A‘râf 7/157-158) tekil olarak ve Hz. Peygamber’in bir vasfı şeklinde kullanılırken diğer yerlerde çoğul haliyle “ümmiyyûn” şeklinde zikredilmiştir. Diğer dört yerden birinde (el-Bakara 2/78) Yahudilerden bir topluluk, üçünde de (Âl-i İmrân 3/20, 75; el-Cum‘a 62/2) Araplar kastedilmiştir. Üç ayetin birinde (Âl-i İmrân 3/75) Yahudilerin bu kelimeyi Ehl-i Kitap’tan olmayan Araplar için kullandıkları görülmektedir.”4
Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği hâlde peygamber olarak seçilmesinin bir mucize olduğu düşünülmektedir. Ayrıca “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut/29:48) ayeti de delil olarak sunulmaktadır.
Ayette “okuma yazma bilmemek“, Hz. Peygamber’in daha önce indirilen ilahi kitapları okumadığı şeklinde yorumlamak daha gerçekçi görülmektedir. Ayette kastedilen kitap Peygamber’in okuyup yazmayı bilmemesi olarak genel bir anlam ifade etmemektedir. Peygamber’in İbranice bilmemesi, İbranice yazılmış kutsal kitapları okumamış olması, onun başka kitaplar okumadığı veya yazmayı bilmediği anlamına gelmez.
A’raf Suresi 157. ve 158. ayetlerinde geçen “ümmi” kelimesine ilişkin yorumda Bayraktar Bayraklı şunları belirtmektedir:
“Buradaki ümmi kelimesi, “okuma, yazma bilmeyen” anlamına alınmıştır. Bize göre ümmi kelimesi, “okuma, yazmayı bilmeyen” anlamında değil de ahlaken “anadan doğmuş gibi günahsız” manasına alınmalıdır. Okuma, yazma bilmeyen bir peygamber, vahiy katiplerinin yazdıklarının doğru olup olmadığını nasıl takip edecektir?
Hz. Peygamber’den önce kitap verilen peygamberler de okuma yazma biliyorlardı. Hz. Musa, Tur Dağı’ndan alıp getirdiği levhalardaki yazıları okuyamıyor idiyse nasıl peygamberlik yapmıştı?”5
Hz. Muhammed’in ümmi olması, Arapça okuma-yazma bilmeyenler sınıfından olduğu anlamına gelmez. Özellikle tarihsel ve geleneksel anlayış “ümmi” olmayı; bilgiden yoksun olmak anlamında Hz. Peygamberi okuma yazma bilmeyen olarak tanımlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle hiç bir bilgin ile bir araya gelmediğini de ispatlamak için yoğun çaba gösterilmiştir.
Bu yaklaşım tarzını ve tutumu anlamak çok zordur. Okuma-yazma bilmesi, bilgin insanlarla görüşmesi durumunda peygamberliği için bir şüphe oluşturacağı düşünülmektedir. Bu gerekçe ile Hz. Muhammed’in ümmiliği, peygamberliğine bir delilmiş gibi gösteriliyor. Bu anlayışın sorunlu olduğu çok açıktır. Onun peygamberliğini doğrulayan ümmiliği veya sahip olduğu bilgi değil, Vahiydir, Kur’an’dır.
“Ey insanlar! Gerçekten ben, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka tanrı yoktur; O, diriltir ve öldürür. O hâlde Allah’a ve Peygamberi`ne iman ediniz. Allah’a ve O’nun sözlerine inanan o anasından doğduğu gibi (ümmi) ahlaklı olan peygambere iman edip uyunuz ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf/7:158)
M.S. 38 yılında Antakya Hristiyanlığın merkezi haline gelmiş; Hristiyanlık Urfa üzerinden yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde Antakya-Harran ve Nusaybin Akademileri felsefe-bilim çalışmalarıyla tanınmıştır. Ayrıca Hristiyanlığın yayılmaya başladığı bu dönemde dünyada bilinen iki güçlü devlet, Roma ve Pers İmparatorlukları hüküm sürüyordu.
Mekkeli Arapların, özellikle de tüccar ve entelektüellerin bu gelişmelerden habersiz olmaları mümkün değildir. Muhammed gibi genç bir tacirin de habersiz olduğu düşünülemez. Hz. Muhammed’in Şam’a giderken Harran ve Hatay gibi ilim ve din merkezlerini bilmemesi, peygamberliği için bir mucize olmadığı gibi bilmesi de peygamberliği için bir avantaj değildir.
Şam seferlerinde amcası Ebu Talip ve Rahip Bahira’yla görüştükleri de birçok kaynakta yer almıştır. Bazı kaynaklarda “Hz. Peygamber’in yirmi beş yaşlarında iken Hz. Hatice’nin ticaret kervanıyla Suriye’ye yaptığı ikinci seyahatte Bahîrâ’yı bir daha ziyaret ettiği, bu ziyarette Ebû Bekir ile Bilâl’in de bulunduğu” yer almaktadır. Ancak bu ikinci seyahatte karşılaştığı rahibin Bahîrâ değil onun halefi Nestûrâ olduğu” iddia edilmektedir.6 Bu olayı, Hristiyan din bilginlerinin “Hz. Muhammed’in dini bu rahiplerden öğrendiği” iddiaları, Müslüman din bilgilerinin de görüşmeyi reddetmeleri nedeniyle akıl, ilim ve gerçeklikle izah etmek mümkün değildir.
Görüşmelerin inkâr edilmesi peygamberliği güçlendirmediği gibi görüşmenin de peygamberlik için bir eksiklik ve kuşku oluşturmayacağı çok açıktır.
Hz. İbrahim’in Nemrud’un himayesinde ve yakınında büyümesi peygamberliğine bir halel getirmiş midir?
Hz. Musa’nın Firavun sarayında büyütülmesi, eğitilmesi peygamberlik için neden bir eksiklik olsun? On yıl Hz. Şuayp ile yaşadığı hâlde Tevrat öğretilerini ondan aldığını iddia etmenin, Hz. Musa’ya iftira etmekten başka inkarcılara ne yararı olabilir?
Hz. Yusuf’un sarayda kralın veziri olması bir noksanlık ve şüphe sebebi olabilir mi?
Hz. İsa’nın Hindistan’da kalması ve din bilginleriyle, kâhinlerle tartışması peygamberlik için bir kusur oluşturabilir mi?
Peki, Hz. Muhammed’in rahiplerle görüşmesi neden bir eksiklik olsun?
Hz. Peygamber’in Rahip Bahira ile görüşüp görüşmediği tarihçilerin, araştırmacıların ilgi alanına girer. Ancak Bahira ve Nestura ile görüşmesinin peygamberliğine bir halel getirebileceğini düşünmek anlaşılabilir bir şey değildir.
Hz. Muhammed’in bu görüşmeler sayesinde dinler ve olaylar hakkında bilgi sahibi olduğu açıktır. Ayrıca Mekke’de oluşturulan akil ve bilge insanların içinde yer aldığı Hilfü’l-Fudûl Cemiyeti üyesi olması da bu tezimizi doğrulamaktadır.
Hz. Muhammed’in Roma ve İran devletlerini tanıması, Yahudilik, Hristiyanlık ve Zerdüştlük gibi dinler hakkında bilgi sahibi olması doğal bir durumdur. Peygamber olarak buyurduğu “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” tavsiyesi Çin medeniyeti hakkında bilgi sahibi olduğuna bir işarettir.
Vahiy öncesi zaman zaman Hira Mağarası’na çekilerek düşünmesi, tefekkür etmesi Hz. İbrahim’in Allah arayışını hatırlatmaktadır.
Muhammed Mekke’liydi, Kureyş gibi seçkin bir kabiledendi, Beni Haşim gibi soylu bir ailedendi ancak Mekke toplumu, Kureyş kabilesi ve Haşimoğluları gibi putperest değildi.
9- Müslüman
İslam, Allah’a teslimiyet dinidir. Allah’a teslimiyeti esas alan bütün dinlerin ve insanlığın evrensel üst kimliğidir. “Müslümanım” demekle, ibadet etmekle, dini ritüellerle, söylem ve kılık kıyafetle iman ve İslam iddiası gerçekçi değildir. “Emredildiğin gibi dosdoğru ol” buyruğunun gereğini yapmakla Allah’a teslimiyet gerçekleşir.
“O hâlde (ey Peygamber,) seninle tartışanlara de ki: ‘Ben tüm benliğimi Allah’a teslim ettim ve bana tabi olan herkes (de öyle yaptı)!’ Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara sor: ‘Siz (de) kendinizi O’na teslim ettiniz mi?’ Ve eğer O’na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler; ama yüz çevirirlerse, unutma ki senin görevin sadece mesajı iletmektir: zira Allah, yarattıklarını (n kalplerindeki her şeyi) görür.” (Al-i İmran/3:20)
“Müslümanlık” olarak oluşan geleneğin İslam olmadığı ve Resülullah’ın da böyle bir din tebliğ etmediğini bilmek durumundayız. Yine bu gelenek üzerinden İslam eleştirisinde bulunmak da haksızlıktır. Müslümanların farklı kültür, adet ve gelenekleriyle oluşan din anlayışları Allah’ın dini olan İslam olarak tanımlanamaz.
Toplumların kültürleriyle, din bilginleri de dahil ilim insanlarının fikir ve yorumlarıyla, sanat, edebiyat, felsefe, astronomi, teknoloji, din, dil, siyaset gibi bilgi kaynaklarının gelişmesi ve genişlemesiyle medeniyetler, ülkeler, imparatorluklar oluşturulabilir ancak Allah adına bir din kurulamaz çünkü dinin tek sahibi Allah’tır.
Kur’an ilimsiz bir imanı reddederken ilimsiz bir toplumu da “cahiliye” olarak tanımlamaktadır. Bu durumda Kur’ansız bir din de söz konusu değildir. Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Din ne onun ne bunun ne de şunun dediğidir. Kur’an’dan konuştuğun kadar doğru, Kur’an’a uyduğun kadar Müslümansın.”
Müslüman; bir mezhebe, meşrebe, tarikata, fırkaya, grup veya cemaate aidiyeti ifade etmez, Allah’a gereği gibi teslimiyeti ifade eder. Kur’an’ın tanımladığı Müslüman gerçeği budur.
“Ve düşünme melekeleri dumura uğramış olanlar dışında kim, bu dünyada gerçekten yücelttiğimiz ve şüphesiz ahirette de dürüst ve erdemliler arasında yer alacak olan İbrahim’in inanç sistemini terk etmek ister?
Rabb’i, O’na: “Bana teslim ol!” dediğinde; “(Sana), bütün âlemlerin Rabb’ine teslim (Müslüman) oldum!” diye cevap verdi.
Ve İbrahim çocuklarına bunu aynen vasiyet etti; Yakup da (böyle yaptı): “Evlatlarım! Bakın, Allah size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse O’na teslim (Müslüman) olmadan ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.” (Bakara/2:130-134)
Müslüman kavramını doğru tanımlayarak kavramın, Allah’a, onun yüce kudretine teslim olmuş ve gereğini yapan evrensel, kuşatıcı anlamında anlaşılmasını sağlamak gerekir.
İslam, evren ve içindeki canlı-cansız bütün varlıkların ve halife (sorumlu) olarak insanın Allah’a zorunlu teslimiyetinin tanımıdır. Bu anlamda İslam bir sistemdir, evren düzenidir ve Allah’ın evrensel nizamıdır. İman ise bunun bilincinde ve bilgisinde gerçekleşir. Müslümanın teslimiyeti bu bilinçle ve özgür irade ile istenir.
İlhami Güler bu teslimiyeti şöyle belirtmektedir:
“İnsanların Allah’a teslim olması, boyun eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç odağına/yumağına kapaklanması değildir. Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri hâlde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağırmalarıdır. Allah’ın emirlerine boyun eğme ve itaat etme, bu emirlerin idrak edilmesinden doğan bir hayranlık ve huşunun sonucudur. Yoksa ne yapacağı belli olmayan karanlık/korkunç bir güç karşısında duyulan dehşetten dolayı değildir.”7
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Bayraktar Bayraklı, Kur’an Tefsiri, Cilt:7, s. 350.
2
Haksöz Dergisi, Temmuz – 2021, Sayı: 364.
3
Ali Bardakoğlu, https://www.dunya.com/gundem/prof-ali-bardakoglu-dinanahtar-teslim-bir-kurtulusu-garanti-etmez-haberi-628336 (Erişim: 13.09.21)
4
M. Suat Mertoğlu, TDV İslam Ansiklopedisi, 2012, Cilt 42, s. 309-310.
5
Bayraktar Bayraklı, Kur’an Tefsiri, Cilt:7, s.: 349.
6
Bu madde, TDV İslam Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde 486-487 numaralı sayfalarda yer almıştır.
7
İlhami Güler, https://www.perspektif.online/iki-tanri-tasavvuru-iki-dindarliktarzi/ (Erişim: 13.09.21)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов