
Полная версия:
Bozkurtun Patikası
Anne kurdu görür görmez elimde ayağımda dermanım kalmadı, dilim tutuldu, sesim çıkmaz oldu. O ise bazen dişlerini şak şaklatarak, bizim bulunduğumuz tarafa doğru bakarak, bizi tehdit ediyordu. Onun ensesinde kabarmış olan tüyleri, sert suratı, insan kanını donduran, hem nefret hem hiddetle dolu gözleri, orman canavarını bile sataşmış olduğuna pişman ettirmeye hazır dişleri, gerçeği söylemek gerekirse benim içimi karartmaya başlamıştı.
Hiçbir şeyden korkmayı, ürkmeyi bilmeyen cesur hem de öfke ve hiddetle beslenen tehdidi ile üzerimize saldırmış olsaydı, geldiği gibi bizi parçalayıp geçip gidecek gibi gözüküyordu.
Ben sanki sıtmaya yakalanmış gibi titreyip duruyordum, kendimi zor tutuyordum, avcının yüzüne baktım. O rahat idi. Onun davranışları oyuncak kurdun oynunu izliyormuş gibiydi. Av köpekleri de alışıklar, emir verilerini bekliyorlar, seslerini bile çıkarmıyorlar, yere uzanmış yatıyorlardı.
Avcının soğukkanlılığı beni de korku girdabından çıkardı, biraz olsa bile rahatlattı.
Her ne de olursa, henüz korku benim damarlarımda kanımı hızlı hızlı attırıp duruyordu. “Sanırsam, anne kurt tek başına değildi. Diğerleri arkadan dolaşıp gelebilirler” diye, korkuyla arkama baktığımda, eşekler kulakları ile gözlerini kapatmış, anne kurdun bulunduğu tarafa kıçlarını doğrultarak durmakta olduklarını gördüm. Bizin anne kurt ile arada saklanıp yatmamız eşeklerin yararınaydı. Ama, onların rezil rısva duruşları, anne kurdun umrunda bile değildi.
Anne kurt hala tehdit etmekteydi, bizim oralardan defolup gitmemizi, eniklerinin keskin çığlıklar atmasına neden olan olayın ortadan kaldırılması, onların o durumdan kurtarılmasını istiyordu. Ama, bizim amacımız onun isteklerinden daha üstündü.
Her ne kadar da uyanıklık etse bile, annelik duygusu anne kurdu tuzaga düşürdü. Avcı çok hızlı bir şekilde davranıp, tuzağı keskin dişleri ile kesmeye yetişmeden, anne kurdun üzerine ağı atmaya yetişti. Şimdi onun kurtulma imkanı kalmamıştı.
Avcı anne kurdu ağ ile beraber getirdikten sonra, eşeğine yükledi. Sonra enikler ile ilgilenmeye başladı.
Avcı anne kurdun ağzına da eşeğin semerinin ağacını enlemesine sıkıştırıp bıraktı. Kendisi ise eşeğini yürüterek, yaya geri döndü.
Yolda gelirken eşeğinin üzerindeki anne kurdun gözlerine takıldı gözlerim. Onun gözleri üzüntüyle doluydu. Anne kurt onun gözlerine bakmakta olduğumu anlamış olmalı. O kadar üzüntülüydü, o kadar acıklı baktı ki, bu sefer onun durumuna benim acıyıp, kalbim dayanamaz hal almıştı. Sonra bir daha ona bakmadım.
Çoban konaklama yerine geldikten sonra ise anne kurda arada sırada bir bakmamış olduğuma pişman oldum.
Avcı eşeğin yanına vardıktan sonra, derinden bir nefes aldı da: “Kurt gururlu, it yüzsüz” dedikleri doğruymuş – dedi.
– Belki de o nefes alamadan boğularak ölmüştür.
– Hayır. Ben onun gibi durumları göz önünde bulundurmuştum ya.
– A, sanırım, sizin elinizde korkuya kapılarak kalbi çatlamış, ölmüş gibi?
– Hayır. Kurt gibi cesur hayvan yoktur. Aslanın kalbı çatlayabilir. Ama, kurdun kalbi çatlamaz. Onlar korkmayı, ürkmeyi bilmezler.
– O zaman neden ölmüş olabilir!?
– Namustan. “Kurt yakalanıp ayakları bağlanınca, eşeğe yük vurar gibi götürür isen, namusundan ölür” diye, duymuştum. Rahmetlik dedem bu gün görmüş olduğum yöntemi kullanarak anne kurtları çok yakalardı. Ama onların somaklarını bağlayarak deveye yüklerdi. Böyle durumlarda kurtlar ölmezdi. Ben onu eşeğe yük vurur gibi taşımakla yanlış iş yapmış oldum – dedikten sonra, avcı dudaklarını ısırdı.
– Anne kurdu zaten öldürecektiniz değilmi.
– Öldürmezdim. Onun sütünü aldıktan sonra serbest bırakırdım – dedi, avcı anne kurdun derisini yüzmeye başladı.
– Onun sütünü ne yapacaksınız ki?
– Oho, anne kurdun sütü eşek sütünden on kat daha faydalıdır…
– Ne?
– En kötü hastalığa…
– Onu “kurt çekdi” ettiniz mi?
– Elbette.
– Ee, eniklerini ne yaptınız?
– Eniklerin üçüsünü “hayvanat bahçesine” diye, alıp gittiler. Ancak, ben onlardan önce onların içinden dördüsünü seçip aldım da, sakladım. Onların bir beyaz benekliydi, ikincisi siyah benliydi, üçüncüsünün kuruğu sihaimsi idi, dördüncüsü altı parmaklıydı.
– Bu köpeklerin hanğisi onların neslinden?
– Hayır. Onlar köpekler ile bir araya gelmediler. Aradan yaklaşık üç ay geçtikten sonra, benim köye dönmem gerekti. Geri döndüğümde biri bile kalmamış. Sarı dayı sevap olsun diye serbest bırakmış. Ancak o günden sonra kurtlar bizim çoban konaklama yerimize bir daha hiç saldırmadılar.
– Ben düşünüyorum da, biz amacımıza ulaşamayacak gibi geliyor bana.
– Her şeyin zamanı varmış.
– Var mıdır, bari?!
– Acele etmez isen, yakın yıllarda ben sana bu meselenin çözümünü bulmaya yardımcı olayım.
– Ciddi misin, Lapar dayı?!
– Gerçekten de ciddiyim, Tokar kardeşim.
Çobanın söyledikleri çoğluğun kalbini rahatlattı, könlünü ferahlattı. Gaflette kalmış gözleri açılmış gibi oldu. Kendisini cesur ve gururlu kurtların nesillerinden (köpeğin kancığı ile kurdun köpeğinin çiftleşmesinden) türeyen kanidlerin (ünnüşlerin)4 sahibiymiş gibi çok rahat hem de ilham dolu hissetti. Tam o sırada da dışarıdan Karakancığın “ben geldim” diyercesine havlayan sesi duyuldu.
Vaşak ile kapışma
Karakancık kızışma döneminde iken ona duyduğu özleminden kurtulan Uzkurt Börüsayda birkaç gün öylesine dolaştı. Onun buralarda temelli kalması da mümkün idi. Nedeni ise O, kadim mağarada bile yalnız kalmıştı. Üstelik de, mağara sıkıjıydı. Çöl ise engin bir alandı.
Özgür yaşamak için özgürlük lazım.
Çölün neresine bakarsan bak, ufukların ötesi gökyüzüne karışır. Doğusunda doğan Güneşi, Batısında, sanki kendi yerini gecenin karanlığına vermeye hazır olduğunu ima edercesine, kum tepelerinin ötesinde saklanır. Geceleri gökyüzünü süsleyen yıldızlar o kadar yakındaymış gibi gözüküyorlar ki, Uzkurt tepeye çıkarak, biraz yükseğe zıplasa, onlardan tam da üzerinde olanını ağzı ile kapabilecekmiş gibi gözüküyordu. Uzkurt yıldızları bu yöntem ile kapıp alabilse neyine yaratacak?! Parlayan, ışın saçan şeyler yenemez ki.
Kurtlar sadece canlı olan şeyleri, hele de kendilerinin yakalamış oldukları avlarını yerler. Çölün enginliklerinde zaten avdan bol ne var ki. Ne tarafa gidip de avlanmak istersen avlanabilirsin. Yolun açık.
Ama, bu denli geniş alanda bile Uzkurd’un rahatını bozan, dünyasını daraltan durumlar ortaya çıkabiliyor. O günlerin birinde, gece uzaklarda geyiklerin grup halinde yatmakta olduklarını gördü. Onlardan sadece birisi – boynuzları yarım metreye kadar olan yaşlı teke ayakta durmuş, etrafı kolaçan ediyordu.
Uzkurt, geyiklerin boğaz olduğunu anladı. Tekeyi avlamayı niyet edindi. Evet ya, zaten o eceli gelip onu bulduğu zaman ölecek. Ölmeden önce derisini doldurmuş eti ile bir canlının karnını doyurabilse, onun pişman olması için bir nedeni varmıdır! Aklında tasarlamış olduğu amaca uyarak, Uzkurt yaşlı tekeyi gözden kaçırmadan, yol katetmeye başladı. Avuna yaklaştığı zaman, uzaktan gelen keskin ışığın karanlığı delip gitmekte olduğunu gördü. Onlar gecenin karanlığına karışarak, çöldeki hayvanların canına kastetmek için çıkmış olan avcılar idi.
Enikken arabanın farlarının ışıklarından payını almış Uzkurt ilkabşta ne yapacağını bilmedi, şaşkınlık içinde kaldı. Ancak, o artık birzamanlar olduğu gibi enik değildi. Eninine boyuna irileşmiş, kendisini çölün sahibi saymakta olan bir kurttu artık. Onun artık, sadece kendisini değil, oysa çöllerin güzellik abidesi sayılan geyikleri de azıtmış ve açgöz, acımasız ve kurnaz insanlardan kurtarması gerekiyordu.
Uzkurt kendini toparlayarak, kendinden emin adımlarla harekete geçti.
O zamana kadar geyikler bir şey tarafından rahatsız edilmiş gibi, üzerlerine gelmekte olan tehlikeyi sezip, patırdaşıp kalktılar, bir süre pür dikkat bakıp durdular.
Uzkurt uzaktan ulaşmakta olan ışıklar yönünden geyiklere doğru fırladı. Onlar düz alana doğru kaçtılar. Eğer, araçtakiler geyiklerin düz alan ile kaçmakta olduklarını görmüş olsaydılar, onlardan kurtulabileceği çok az olurdu. Uzkurt kestirme yoldan koşup, geyiklerin önünü kesti, Börüsay’ın saksavulluk kısmına doğru yönlendirdi. Orada geyikleri bulabilseler ya da onlarla karşılaşsalar bile araç ile kovalayıp da yakalamak avcular için mümkün olamaz!
Avcılar düz alana inerek, ileriye doğru gittiler. Böylece önüne ışık saçıp yaklaşmakta olan karabasan gibi beladan kurtulmuş oldular.
Uzkurt yaşlı tekeyi sürekli gözetim altında tutuyordu. O tekrar “bekçilik” görevini yerine getirmek için topar-dan bir kenara çekilmiş olduğu yerde Uzkurt onu yakaladı. Geyikler anında patırtı ile saksavulların arasına dalıp gittiler. Yaşlı teke yılların sertliği sinmiş boynuzunu kullanmaya bile yetişmedi. Uzkurt tek bir zıplama ile onun sırtına atlayıp, keskin dişleriyle boyun omurgasını kırdı. Sonra boynundan ısırıp, bir şekilde de, atlayarak yere indi. O anda yaşlı tekenin gövdesi pat diğe yere serildi.
Uzkurt avunu iştahla, parçalayarak yedi. Karnını doyurduktan sonra, yanında yattı. Ikinci gününü de aynı yerde geçirdi. Üçüncü gün her yeri sim siyah bir canlının düz alanda koşarak gelmekte olduğunu gördü. O, gelir gelmez, burnunu buruşturarak, sert bakışları ile: “Defol buradan!” dedi.
Onun hükmedici tavrı Uzkurdun tepesini attırdı:
– Eğer hayatta kalma ümüdünü kaybetmemiş isen, hemen buralardan uzaklaş, senin ensen ne kadar kalın olduğuna bakmamı istemiyorsan!
Bu küçük ne kadar da cesurmuş! Sen beni tanımadın galiba.
– Tanıdım. Sen benim düşmanımsın.
– Tanımamışsın. Bana Vaşak derler. Hayvanlar kralı Aslan bile benden çekinir.
– Dem vurma bana.
– Yeter! Defol burdan. Yoksa… Sen de yere serilmiş leşe dönersin.
– Kurt başkasının avunu da yemez, kendi avunu da başkasına vermez.
– Dik kafalılığından dolayı sen kaybedeceksin.
– Herbir senin gibi açgöz hem de burnu havada olana avumu aldırmam, namusumu iki paraya değişmem.
– Öylemi diyorsun?!
– Öyle…
Her iki taraf dövüşmeye hazırlandı. Vaşak büzülmüş gibi oldu da, birdenbire Uzkurdun üzerine atıldı. Uzkurtda kendisini onun üzerine attı. Dövüş başladı. Kimin altta, kimin üstte olduğu belli olmayan kapışma uzun sürdü. Vaşağın cüssesi büyüktü. Uzkurdun cüssesi onunkuya nazaran küçük de olsa, güç bakımından ondan pek fazlada güçsüz değildi, üstelik de her bir ısırdığı yeri koparmaktaydı.
Vaşak çok çevikti. Vucudunun üç dört yerinde acı verici yaralar oluştuktan sonra, o kurdun ağzını da ihmal etmeden, kendisi de ısırmaya başladı. O da bir keresinde Uzkurdun ensesinden ısırdı. İşte, o andan itibaren de gümüş renkli tüyler ne işe yaramakta olduklarını gösterdiler.
Vaşak diline batmış keskin tüylerin verdiği acıya dayanamadı, hemen ağzını açtı.
Uzkurtsa fırsattan faydalanarak, Vaşağın altına girdi de, arka ayaklarına dayanarak yukarıya doğru kalktı. İşte o anda, onun ensesinde bulunan gümüş renkli tüyleri Vaşağın karnını sanki bıçak ile delinmiş gibi parçalayıp attı. Karnından işkembeleri dışarıya doğru çıkan Vaşak yine de dövüşmeyi bırakmadı.
Bu dövüşün en sancılı yeri, onların hiç birinin kendisini korumaya değil, rakibini param parça etmeye can atmalarıydı.
Onların her ikisinin de “Ya alacağım, ya öleceim” şeklinde net bir amaçları vardı.
Uzkurt git gide daha kuvvetlenmekteydi. Tersine, Vaşak ise zayıflamaktaydı.
Kendi avuna sahip çıkma gayesi ve kurt gururu Uz-kurdu daha da güçlü kılmaktaydı.
Vaşağın ise amacı tamamen başka olan kötü niyet bu dövüşü yapmaya mecbur bırakmaktaydı. O hayatı boyunca Aslanın peşinde gezmeye alışmıştı. Ama, Aslan ağır kanlıydı. O, yakalamış olduğu avundan karnını doyurduktan sonra, onun yanında yan gelip yatmaz, ilk aklına gelen yöne gider. Bu inatçı kurt ise Vaşağa yol vermek bile istemiyor.
Uzun süren dövüş Vaşağın canını çıkarmıştı. O, rastgele Uzkurdun vucudunu ısırmaktaydı, onun vucdunu tırmalayarak çizikler içinde bırakmıştı. İşte o anda da onun işkembeleri bir kütüğe takıldı. Sanki onun tüm işkembeleri dışarıya çıkmış gibiydi. Neyin onu tutmakta olduğunu anlayamadığı için, kısa bir süreliğine geriye baktığı anda, Uz-kurt, Vaşağın boynundan ısırdı. Silkeledi. Vaşak boynunu düşmanın ağzından kurtarabilmek için her ne kadar can atsa da amacına ulaşamadı.
Uzkurdun keskin dişleri kendi işini hakkıyla yapmıştı.
“Can boğazdan çıkar” diye boşuna dememişler.
Vaşağın kendisinkiden iki katına kadar daha iri cüssesinin leşe dönmüş yerde yatmakta olduğunu gören Uzkurt:
– Ben senin üzerine gitmedim, sen benim üzerime geldin. Dövüşü de ben başlatmadım, sen başlattın. Ben namusumu korudum. Sen ise, işte orada, kuma karışmış yerde yatan mideni doldurmak için dövüşüp, kendini bile savunamadın. Kabahatın günahından büyük – dedikten sonra, yola koyuldu. Sadece o zaman vücudunun her yerinde hissedilen ağrı ve sızıdan dolayı dayanamaz hal almaya başladığını sezmeye başladı. Dövüş sırasında vücudundaki yaraların ağrıdır sızılarını o arada hissetmemiş olmalı.
Aladağda bulunan kadim mağaraya geri döndüğünde, tan yeri atmaya başlamıştı. Mağaranın bir köşesinde bulunan iki taşın arasına geldikten sonra, başını arka ayaklarının arasına sokup, bükülerek yattı…
Eğer bu durumda kimdir birisi bu mağaraya baksaydı: “Burada üc adet taş varmış” der, geçip gidebilirdi.
…Mağaranın içi sanki Güneş gökyüzünden inmiş, bu yere gelmiş düşmüş gibi birdenbire aydınlanıp gitti. Uzkurt iki tarafında bulunan taşlardan yayılan göz kamaştırıcı ışınların mağaranın içini sanki gündüz gibi aydınlatdığını gördü, yavaşca başını kaldırdığında, tünelin girişinde duran koca kurdu gördü. Onun cüssesinin iriliği Aslanlarınkinden küçük değildi. Sadece başının etrafında yelesi yoktu, onun yerine ensesinde bir karış uzunluğunda kümüşsü tüylerinin olduğunun farkına vardı. Belki de bu kurt Akhal’ın söylediği Bozkurttur.
– Hoşgeldin, Bozkurt!
– Hoşbulduk, Uzkurt! Düş peşime!
Bozkurt geri döndü de tünelden geçip, patika ile ta yolların ayrıldığı yere kadar gitti. O, taşların hangisine yaklaşırsa, onlar kendi kendiliğinden ışınlanıp, etrafı sanki gündüz gibi aydınlattığını gördü. Orada durup: – Sağa saparsan, Yedikayaya çıkarsın, bu patika seni hayatta kalman için tanınan süre dolduğunda üçüncü kayanın üzerine çıkarır ve oradan da seni benim yanıma göderir. Sola saparsan, pınarlı dereye varırsın. Pınarın uzanabildiği her yer karışı karışına güzelliklerle doludur. Onun tam fışkırmakta olduğu yerden yedi adımlik bir mesafede çınar ağacı vardır. Çınarın oyuğundaki çukurda Gökbörünün sütü karıştırılmış su vardır. O sudan içer isen, için temizlenir. Dilin ile yalıyarak vücuduna sürersen, yaraların iyileşir.
Bozkurt bunları söyledikten sonra sağ tarafta bulunan patika ile Yedidağa doğru gitti…
Uzkurt gözünü açtıp mağaranın içinin karanlık olduğunu gördüğünde hayretler içinde kaldı. Bitkin düşmüş yara bereler içinde kalmış gövdesini zorlukla kaldırdıktan sonra, tünelden geçip Bozkurdun patikasını takip etmeye başladı.
Epey bir süre yürüdükten sonra, yol ayırdına yetti. Yedikayaya doğru gitmekte olan çukurlu patikaya baktı. Onun nedense o patika ile gidip, kendisine rüyasında tarif edilen kayaya çıkarak, Bozkurdun yanına gitmek istedi. Hatta ilk iki adımını attı bile. Ama, nasıldır bir güç onu sol tarafta bulunan patikaya yönlendirdi.
Turna gözü gibi berrak sulu pınar başından taa dağın yamacına kadar iki tarafı ağaçlarla dolu dere onu kendisine imrindirmekteydi. O pınarın kıyısını takip ederek, onun kaynağına doğru yol almaya başladı.
Çöl – o engin alanları ile, burası serinlik kaynağı bahçeleri ile güzeldi.
O, sonunda pınarın kaynağının olduğu yere yedi adım mesafede bulunan tepesi yükseklere uzanan çınara yaklaştı. Ancak onun yanına nasıl ulaşacağının hiç yolunu bulamadı. Çınar pınarın öbür tarafındaydı. Pınarın kaynağı ise dağın sarp kaya kısmından fışkırmakta ve dik eğim ile akaçtan aşağıya doğru akıp gitmekteydi. Uzkurdun pınarı atlayarak geçmeye güycü yetmeyecekti. Pınarın buz gibi soğuk suyuna girip karşı tarafa geçmeye de cesaret edemiyordu.
Uzkurt arkasına dönüp baktığında, biraz ileriye doğru aşağıya gidildiğinde kurumuş ağacın pınarın üzerinde köprü gibi durmakta olduğunu gördü. Gidip o ağacın üzerinden dikkatlice yürüryüp, pınarı geçti ve çınarın oyuğuna girdi. Oyuk içinde rahatlıkla 15–20 kurt barınabilecek büyüklükteydi.
Bu oyuk onbinlerce yıl evvel Gökbörü tarafından kendi eni olarak kullanmış. Onun bu oyukta enikleri dünyaya gelmiş, onları büyütmüş. Eniklerin yatmış olduğu yerde hali hazır bile Gökbörünün yatak olarak sermiş olduğu tüyler olduğu gibi duruyordu.
Uzkurt oyuk içindeki beyazımsı, tatlı sıvıdan taa susuzluğunu giderene kadar içti. Yaralarını yaladı. Sonra tüylerin üzerine uzandı.
Yavaş yavaştan uyku basmaya başladı. O ne kadar uyumuş olduğunu bilmiyor. Ama, uyandığında hiçbir yerinde ne acı ne de sızı sezmemekteydi. Uzkurt eski haline geldi.
Yeni tanışlık
Aladağın dağ eteğini takip ederek giden Uzkurdun bir ses kulağına geldi. O hayatında hiç de böyle bir ses duymamıştı. Sesin gelmekte olduğu yere ulaştığında, yavrucak bir benekli yaratığın iki taşın arasında sıkışıp kaldığını gördü. O, böyle bir yaratığı henüz hiç görmemişti.
– Sen nasıl bir yaratıksın?
– Ben Çitalar neslindenim. Sen beni yemezsin değil mi?! – diye, eziyet çekmekte olan yaratık onun yüzüne ümit dolu beklentili bir şekilde baktı. – Bana bu taşların ıstırabından kurtulmaya yardım et!
– Böyle davranılır mı, ben seni yiyebilir miyim hiç? – diye, Uzkurt taşların birisini ön ayağı ise sıkıştırıp, somağı ile itiverdi. Taş çok az da olursa yerinden oynadığında Çitacık onun altından sıyırılıp çıktı.
– İki taşın arasında ne işin var senin? –diye, Uzkurt ona çemkirdi.
– Taşlar beni Vaşaktan kurtardılar. Sen ise taşlardan kurtardın. Minnettarım – dedikten sonra, Çitacık arka ayaklarını zorluk ile kaldırıp, topallayarak kendi yoluna gitti.
Uzkurt: “Dur! – diye, onu durdurdu. – Nereye gidiyorsun?”
– Babam ile annemin yanına.
– Onlar neredeler?
– Vaşak ile dövüştükten sonra, orada gözüken ardıçlığa çekildiler.
– Oraya gitmene gerek kalmadı. Zaten sen onları oradan bulamazsın. Eğer onlar hayatta olsaydılar, çoktan gelip seni arayıp bularlar idi.
– Hayır. Hayır. Onlar diridirler. Ardıçlığa yetebilmişler ise, Vaşak bizimkilere bir şey yapamaz.
– Niçün?
– Çitalar da aynen kediler gibi ağaçlara tırmanmayı biliyorlar.
– O zaman ümit var – diye, Uzkurt ona arkadaşlık etti.
Yolda giderlerken, Çitacık, Vaşağın yavrucuklar yalnız kalacakları zamanı bekleyerek geldiğini, onları yiyişini, kendisinin ise karanlığa karışarak, iki taşın arasında saklanıp kalmış olduğunu, babasıdır annesinin gelip Vaşak ile ölüm kalımına dövüş ettiklerini, o anda da taşın üzerine basıp, gövdesini sıkıştırdığını, sonra ardıçlı alana doğru kovalaşarak gitmiş olduklarını anlattı. Sonrasında ise:
– Hadi gel, ikimiz arkadaş olalım – dedi.
Uzkurt onun iyi niyetli teklifini kabul edip, yan tarafta duran koca taşın üzerine atlayarak çıktı.
Çitacık ise taşın üzerine çıkmak için çok uğraştı.
– Taşın üzerine mutlaka çıkmam mı gerekiyor? – diye, Uzkurdun da aşağıya inmesini istedi.
– Mutlaka – dedikten sonra, Uzkurt kararlı bir şekilde konuştu. – Taşın üzeri yüksek yer. Arkadaşlık ise yüceliği simğelemektedir. Bizim arkadaşlığımız yükseklikte başlasın ve sonsuza kadar devam etsim!
– Evet, öyle olsun! O zaman bana ön ayaklarını uzat!
– Uzkurt aşağıya doğru bükülerek ön ayaklarını aşağıya doğru sarkıttı. Çitacık, taşa daynarak diklendi de, zıplayarak Uzkurdun ön ayaklarından sarıldı.
– Eyvah – diye, Uzkurt ayaklarını geri çekip aldığında, yeni dostu da fırlayıp taşın üzerine düştü. – Senin tırnakların ne biçim? Ayaklarıma saplanıp, diğer tarafından çıkmış olmalılar. Neyse, olmuş bir kere, tırnaklarından dolayı akmakta olan kanı yalayarak, kendi ayağından da kan akıt.
Çitajık Uzkurdun ayağından akan kanı yaladı. Sonra sağ ayağının tırnakları ile sol ayağını tırmalayarak kan akmasını sağladı. Uzkurt da o kanı yalıdı.
– İşte, bizim kanımız birbirimize geçti. Artık biz kan kardeşleri olduk – dedi.
Iki arkadaş ardıçlık alana ulaştıklarından sonra, çok dolaştılar. Ama hiçbir yerde çitaların ne ölüsüne ne de dirisine rastlayamadılar. Onlar, oralarda Vaşağı da göremediler. Nedeni, Börüsay’da, Uzkurdun öldürmüş olduğu Vaşak idi.
Çoban konaklama yerinde
Oduncuların aracı çoban konaklama yerine gelip durdu, Tokar tek başına kendi işleri ile uğraşmaktaydı. Lapar çobanların toplantısına katılmak için gitmişti.
– Köpeklerini uzaklaştırsana, konaklayıp geçmekçiydik, yoksa da yolumuza devam edeceğiz – dedikten sonra, sürücü aynayı biraz açarak seslendi.
Tokar köpeklerini aracın yanından uzaklaştırıp, bir kenarda her birine avuç içi kadar kor ateşte pişirilmiş gömme ekmek verdi.
Sürücü ile beraberindeki kişi peşlerinden atlı kovuyormuş gibi koşarak Kara çadıra girdi.
Tokar onların kanı çekilmiş soluk yüzlerini gördüğünde şaşırmış olsa da, onların hal hatırını sorduktan sonra:
– Hayırdır?! – dedi.
– İyilik olsaydı, hiç biz bu kadar yol yürüyüp, Börüsay’a vardıktan sonra, elimiz boş geri dönecek miyiz? – dedikten sonra, sürücü yanındakinin böğrüne yumruk attı. – Doğru değilmi, Aman?
– D-d-d-dog-yı – diye, Aman hem kekeleyerek, hem de “r” harfı yerine “y” harfini kullanıp, Tokarı gülümsemeye mecbur etti. Tokar gülümsemekte olduğunu çaktırmamak için onlara çay verdi.
Sürücü bir bardağı boşalttıktan sonra, bedeninde su koşmuş gibi kendisini biraz da olsa rahat hissetti, durumu anlatmaya başladı.
Daha önce geçilen yolda bulunan aracın izinin rüzgardır yağmurun etkisi ile kaybolmuş olmasına bakmaksızın, çölü iyi biliyormuşuz gibi gitmiş olduklarını, yolun bulunmamasından dolayı da yollarını kaybetmiş olduklarını, düz bir alana çıktıklarında, Börüsay’ın öteki tarafından gelmiş olduklarının, oralarda da Vaşağın leşine rastlamış olduklarını, Aslan vardır endişesiyle, korkup geri döndüklerini anlattığında, Tokar kendisini tutamadı:
– O Vaşağın leşi değildir ya? – dedi.
– Gerçekten de onun leşi – dedikten sonra, sürücü daha önce anlatmış olduklarını tekrarladı. – Ben zooloji kitabında onun resmini görmüştüm. Öğretmenimiz “Vaşağın olduğu yerde Aslan hem olmalıdır, aynen Aslanın olduğu yerde de Vaşak hem olur” diye, anlatmıştı dedi.
– Ne yani, çölde Aslan da vardır mı demek istiyorsun?
– Demek istemiyorum, madem Vaşağın leşi var mıdır? Demek ki, o var mış. Onun yanında Aslan hem olmalıdır! Her ne olsa da sağ salim kurtulduk. Buna da şükür.
– Ya-a, yok ya, Ben hiç de inanmıyorum. Doğrudur, çölde kurt var, sırtlan var, kaplandır çita var, çöl varanı var, kulan var. Başka da onlarca türe mensup olan hayvanlardır diğer yaratıklar var. Ama, “Aslan var” diye duymadım.
Tokarın inanmamazlık etmesi sürücüyü sakinleştirme yerine, tam tersine kızdırmıştı.
– Bakıyorum ki, sen Vaşağın ne olduğunu fazla bilmiyorsun galiba. O Aslandan başka kişinin başedebileceği bir yaratık değil. Sırtlan da, kaplan da onun üstesinden gelip bilmez. İhtiyatı elden verdiğini anladığında Aslanı da tongaya düşürebilen yaratık. Onun için de o Aslanın peşine takılp gezermiş. Belki de, Aslan onu zamanında bunun farkına varmış olduğu için öldürmüştür.
– Belki… kendi eceliyle böyle olmuştur.
– Bu zamana kadar konuşmaya katılmadan duran Aman kendini tutamadı:
– İ-i-işkembeleyi do-do-do-laşmış, ya-ya-yatıy, o-oonun.
– Çölde yırtıcıdan çok ne var ki – dedikten sonra bile, Tokar hiç de teslim olmadı. – Bazı yaratıklar karındır işkembeleri yemeden, çıkarıp atarlar.
Öyle olmasına bakmaksızın, Vaşağı öldürmüş olan yaratığın, Aslan olabileceği ya da olamayacağı konusunda uzun bir süredir tartıştılar. Tokar leşin Vaşağa ait olabileceğini inkar etmese de, onu Aslanın öldürmüş olduğunu kabul etmedi. Bunu ise O, çölde Aslanın olmaması ile delillendirdi. Sürücü ise Aslandan başka yaratığın Vaşağı öldüremeyeceğini tekrar tekrardan can sıkacak biçimde geveleyip, çölde daha önce görülmemiş, duyulmamış olsa bile, onun varlığı ile ilgili fikrini ileri sürdü. Böyle yapmakla o korkaklığın, manyaklık derecesine kadar düşüp, Börüsaydan odun toplayamadan, boş geri dönmeğinin sebebini hayvanların kralı sayılmakta olan Aslanın adı ile üzerini örtmek istiyordu.
Ama, o günden birkaç gün geçtikten sonra, komşu çoban konaklama yerinde: “Çöle Vaşak ile Aslan inmiş. Aslan Vaşağı öldürmüş. Onun leşi Börüsay’da yatıyor” diyen türden haberler ortaya çıktı. Ondan daha ileride olan üçüncü çoban konaklama yerinde: “Börüsay’da Aslan görmüşler” diye konuşulmaya başlanmış. Dördüncü çoban konaklama yerinde ise: “Baş çoban konaklama yerine Aslan saldırmış” dediler.
Her çoban konaklama yerinde biraz değiştirirlip, biraz da abartılıp Aslanlı konu çobanların arasında panik yaratmaya yetmiş.