Читать книгу Cengiz Aytmatov Günlükleri (Abdildacan Akmataliev) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Cengiz Aytmatov Günlükleri
Cengiz Aytmatov Günlükleri
Оценить:
Cengiz Aytmatov Günlükleri

1

Полная версия:

Cengiz Aytmatov Günlükleri

“Şimdi Melis, sen arşive aldık. Her zaman izleyebiliriz.” dedi Hoca gülümseyerek.

Hoca Güney Almanya ile İngiltere’de gördüklerini anlatıyordu. Bu seferki gezisi onu çok etkilemişti. İyi dinlenmişler. Toplantılarda, oturumlarda Kırgızca da konuşmuş; çünkü oralarda Kırgız, Özbek, Kazaklar da varmış. Dilci Bakinova’nın kitabının da İngiltere kütüphanesinin raflarında bulunduğunu görmüşler. Hoca, bunları büyük bir zevkle anlatıyordu.

“Bekle, gel Maken.” diyerek Hoca, ablayı da alıp yanımızdan ayrıldı. Gemisinin yanından ayrılamayan Eldar’ın yanına gittim. Hoca elinde bir el çantası ile geri geldi. Çantayı masanın üzerine koyup açarken: “Melis, senin saatin var mı?” dedi. Ben ne diyeceğimi şaşırmıştım. Saatim var desem şimdi yanımda değildi, bozuktu ve evdeydi; yok desem de uygun değildi. Ben cevap veremedim, sanki dilimi yutmuştum.

“Haydi, uzat elini.”

“Hocam, zahmet etmeseydiniz.”

“Kuş boon bek bolsun!” (Tuttuğun sağlam olsun!) dedi ve elimi sıkıştırıp bileğime Japon elektronik saatini taktı.

“Zahmet etmeseydiniz.” dedim tekrardan.

“Her zaman kolunda taşı.” diye abla da destekledi.

“Hocam, siz taksaydınız?”

“Bu gençler içindir. İngiltere’de gördüğümüzde sana yakıştırarak özellikle senin için almıştık. Önemli evraklarını bunda taşırsın.”

Ayrılırken Hoca ile ablaya dönerek: “Gelininizin elinden çay içmeye geliniz.” dedim.

“Zamanımız yok, yorulduk.” dediler.

“Sizleri misafir etmeyi düşünüyorduk.”

“Ne zaman?”

“Siz ne zaman isterseniz.”

“Öyle ise yine haberleşiriz.”

* * *

11 Aralık. Telefonum çaldı. Arayan Hoca’ydı.

“Yarın, ikiniz saat 19:00’da bize gelin. Diliya bizimkilerle tanışsın.” dedi.

“Tamam Hocam.” diye sevindim.

“Anneni de yanınıza alın. Başka kimse de olmaz.”

“Teşekkür ederim, tamam Hocam.”

Hocanın doğum gününün 12 Aralık olduğunu hatırladım. Doğum gününde insan yakınlarını davet etmez miydi? Bizi de yakınları gibi gördükleri için ailece memnun olduk, gururlandık.

* * *

12 Aralık. Hediye meselesinde ailece ortak bir karar veremedik. Nasıl bir hediye daha uygundur? Düşüne düşüne sonunda çiçek, kalpak ve kopuz almaya karar verdik. Aalı ile Tursuniyaz adlı arkadaşlarım ile birlikte “Ayçürök” mağazasından kopuz aldık ve üzerine şunu yazdırdık: “Cengiz Hocam, sizin sanatınız ile kopuz sesi dünya halkları arasında seslendirilsin! 12.12.1985”

Saat 19.00 olduğunda evlerine vardık. Kapıyı Şirin ile El-dar açtı. Hoca bizi karşıladı. Tebrik ettik. Ş. Usubaliev, hanımı Valentina İsabaeva ile birlikte geldi. Her yerden telefonla arayarak Hoca’yı tebrik ediyorlardı. Ünlü yönetmen Bolot Şamşiev: “Tebrik etmek için uğrayabilir miyiz?” demişti. Hoca da: “Gelin, buyrun iyi olur.” dedi.

Söze Cengiz Hoca kendisi başladı:

“Bugün benim doğum günümmüş. Belli, yuvarlak sayı olmadığı için, kendi yakınlarımla birlikte evimde sadece çay içmeye karar vermiştik. Ben toplantıdan geldiğimde, Mariya kendisi sofrayı hazırlamış. Ben tek başıma yiyip içmektense sizler ile sohbet etmek istedim. Bakın, Valentina İsabaeva’yı yatakta ağır hasta olduğu halde yerinden kaldırdım. Bolot ise bu evi görmemişti. 1-2 saat için uğrayalım dediler. Sormadan da gelebilirdiniz. Yakınlarım için kapım her zaman açıktır. Ayturgan ise geçende Manşuk’un, Kazak’ın kahraman kızı rolünü oynayıp geldi. Bolot, ikiniz büyük bir iş başardınız. Bunlar ise Melis ile Diliya oğlumuz ve kızımız, bu da anneleri. Gelin iyilik için!”

Hocanın sağlığı ve ailesi için dilekler dilendi. Dilekler iki üç defa tekrarlandı. “Şimdi de sen tamamla.” dedi Hoca bana bakarak. Benden önce Bolot, Şarşen Hocalar dileklerini bildirmişlerdi. Valentina abladan önce konuşmaktan çekindim.

“Abladan önce konuşmak uygun değildir.” dedim.

“Biz, sadece erkekler konuşmuşuz.” dedi Cengiz Hoca. “Değil mi Şake? Bizde hâlâ feodalizmin kırıntıları korunmuş kalmış galiba.” diyerek şakalaştı.

Hepimiz gülüştük.

* * *

27 Aralık. Çoktandır beklediğim bir gün. Konferans olacaktı. Konferans için özel fotoğraf ve kitap hazırlanmıştı. Saat 11.00’e yaklaşıyordu. Halkın aklında tek soru vardı: “Aytmatov konferansa gelip katılacak mıydı?” Ona sadece ben güveniyordum: Cengiz Hoca mutlaka gelecekti.

O sırada Cengiz Hoca’yı taşıyan araba geldi, durdu. İmza alacak insanlar çok fazlaydı, Cengiz Hoca’nın etrafını sardılar.

Hoca onlardan zor kurtuldu. Biz, okuyucular salona geçene kadar dördüncü kata çıktık. Müdürün odasında biraz sohbet edildi ve birlikte fotoğraf çektirdik.

Yazarı, halkımız ayakta alkışlarla karşıladı. Konferansı A. Sadıkov açtı, K. Asanaliev bildiri sundu. Bildiri hoş karşılandı. Ondan sonra Cengiz Hoca konuştu ve soruları cevapladı. Herkes Hoca’yı pür dikkatle dinledi.

Hocayı uğurlarken: “Gençler fotoğraf çektirsek.” diyorlar deyince Hoca: “Tamam.” diye karşılık verdi. Biz dışarı çıktık. Cengiz Hoca, Keneşbek Asanaliev ve ben beraber dışarı çıktık ve o şekilde fotoğraf çektirmeye başladık. Çünkü “Sen bu tarafa geç, ben bu tarafa geçeyim.” demek için zaman yoktu. Sadece Cengiz Hoca, Keneşbek Asanaliev için: “Siz bir basamak daha çıkmazsanız, görünmezsiniz.” dedi. Keneşbek Hoca aramızdan ayrılınca ben Cengiz Hoca’nın yanında yer almıştım.

* * *

31 Aralık. Saat 18:30. Eski yılın son saatleri. Böyle bir zamanda insanlar yakınlarını tebrik ederek, iyi dileklerini dilerler ya. Biz de Cengiz Hoca’nın ailesini tebrik etmek için gittik. “Hemen girer, çıkarız.” diye düşünmüştük. “Yemek yiyin, öyle gidersiniz.” diye bırakmadılar.

Şampanya açtık. Cengiz Hoca yeni yıl için hepimizi tebrik etti; hepimize sağlık, işlerimizde başarı ve mutluluk diledi. Film izledik. Saat 22.00’ye geldiğinde sofradan kalktık ve evimize dönmekte acele ettik. Çünkü yeni yılı, her ailenin kendi evinde geçirme kültürü vardı. Gece saat 12:00’de Hoca ailemizi kutlamak için telefonla aradı…

1986 Yılı

12 Ocak. Saat 12:00’de gitmeliydim. Duş alırken Hoca telefonla aramış. Annem açmış. “Kazakistan’dan bir yazar gelecek. Bugün bize erken gelebilir mi?” diye aramıştı. Ben de erken gittim. Girer girmez Cengiz Hoca: “Merke’den gelirken Nurpeisov uğrayacağını söyledi. Gidelim, karşılayalım.” dedi.

“Ben tanıyorum, iki defa evinde bulunmuştum.” dedim.

“O zaman iyi.”

Hocayla telefon almak için ‘Ayçürök’e gittik. Kalabalıktı. Tekrar çıktık.

Her şeyden ilginç olanı arabasının ön koltuğuna beni oturtmuştu. Giderken gümrükte bekleyen polisler bize saygı duruşunda bulunuyorlardı. Şoförü Ormon’la gülüştük. Hoca arka koltukta uykulu bir şekilde gidiyordu. Onlar arabada önemli bir şahsiyetin olduğunu arabanın şeklinden anlıyorlarmış.

Kazak edebiyatı hakkında biraz sohbet ettik. Orolhan Bokeev ile yakın zamanda Almatı’ya gittiğinde, Şerhan Murtazaev’in evinde tanıştıklarını söyledi. Ben; O. Bokeev, A. Keldibaev, S. Smataev, M. Magauidin, S. Muratbekov’un eserleri hakkında konuştum. Hoca ise Abiş Kekilbaev’in sanatı hakkında kendi görüşlerini bildirdi ve onun için: “Kazak’ın en iyi yazarlarındandır.” dedi.

“Kırgızistan’da genç yazarlar arasında öne çıkan var mıdır?” diye sordu.

Ben Kırgızistan Lenin Komsomolu Ödülü’nün adayları Cakşılıkov ve Rıskılov’un isimlerini söyledim.

“Uzun hikâye yazanlar var mıdır?”

“İyi yazan yok.”

“Evet, uzun hikâye yazmak kolay değildir. İki cümleyi zor bir araya getiriyoruz.” dedi.

Çok geçmeden önümüzden beyaz bir araba korna çalarak geçti. Biz durduk, Nurpeisovlar da indiler, selamlaştık. Yanında Merke ilçesinin ikinci sekreteri, Almatı’daki Oplitehnik Enstitüsü’nün Rektör yardımcısı da vardı. Hoca, onların arabasına bindi. Biz Ormon’la ikimiz de onları takip ettik. Yoldan çıktık ve tenha bir yerde durduk. Kazak kardeşlerimiz hemen oracıkta sofra kurdular. Bir saat kadar temiz havada dinlendik. Çeşitli konularda sohbet edildi. Eve döndük. Bolot Şamşiev de geldi. Salonda büyük bir masada dördümüz oturduk. Hoca, Nurpeisov, Bolot ve ben. Sofrada Şamşiev’in yeni çekmiş olduğu Manşuk filmi üzerine konuştuk. Çeşitli konularda sohbet edildi. Bolot Hoca erken ayrıldı. Üçümüz birlikte İngiltere hakkında bir film izledik.

18 Ocak 1986 tarihinde ‘Komsomolskaya Pravda’ adlı gazetede yayımlanan makaleyi Hoca’ya götürdüm. Makale kurtlar hakkındaydı. Onlar üzerinde üç dört senedir araştırma yapılmış, onların gündelik hayatı hakkında gözlemlerde bulunulmuş.

Makaleyi bana Aygül vermişti. Televizyondan bugün göstereceklerini söyledim. Hoca sessiz bir şekilde gazeteyi alarak odasına geçti. On dakika sonra tekrar çıkarak, programın ne zaman olacağını sordu: ‘Hayvanlar Dünyası’ adlı bir programda gösterileceğini ve başlamasına üç dört dakika olduğunu söyledim. Hoca, başta sadece uzaktan izliyordu; film ilerledikçe ilgisini çekmeye başladı. Çünkü kendisi de kurtlar -Akbara ile Taşçaynar- hakkında yeni roman yazmıştı. Özellikle bir dişi kurdun yavrulamak için başka bir kurdun yavrularının yuvasını ele geçirme kısmını izleyince heyecanlandı ve şaşırdı.

Biz Çon-Arık’a gittik. Hoca hükümet evinin havuzuna girmeye gitti. Biz abla ve çocuklarla birlikte temiz havada dolaştık. Hoca 18.37’de çıktı, birlikte eve doğru yürüdük. Yolda giderken Hoca’, Hindistan’a gittiğinde maymunların sokaklarda dolaştıklarını anlatarak hepimizi güldürüyordu. Maymunlar, halk arasında dolaşırken ceviz vb. şeyleri insanlara doğru fırlattıktan sonra kaçıyorlarmış. Pazar yerlerinde satıcıların eşyalarını çalarak zorluklar çıkarıyorlarmış.

* * *

Eldar ile Şirin’in dersleri için haftada iki defa Hoca’nın evine gidiyordum. Şirin kendi halinde düşünüyor ve çeşitli konularda kompozisyon yazabiliyordu. Eldar ise harfleri öğrendi, heceleyerek okumaya; temel matematik konularından toplama çıkarma işlemlerini de yapmaya başladı. Eldar, üç dört tane şiir bile ezberledi. Hoca, Eldar ile Şirin’in yazdıklarını kontrol ediyordu. Kendisi de soru soruyordu. Bir gün Eldar:

“Ay doğdu, baksanaAydan biz yaratıldıkAy nuru dökülenAltın gibi çocuklukGüneş doğdu, baksanaGüneşten biz yaratıldıkGüneş nuru dökülenGümüş gibi çocukluk”

şiirini takılmadan okuyunca Hoca sevinmişti.

“Talas’tan iki tane keklik getirmişler. Onları yakalayıp ne elde edecekler ki? Onları doğal ortamına bırakalım. Böylece eve kapanıp oturmak yerine dağ havasında biraz dinlenip gelmiş oluruz.”

Keklikleri kafesiyle birlikte aldı ve arabaya bindi. Mariya abla kamerasını da yanına almıştı. Hızlı bir şekilde Baytik’in tepesine tırmandık. Hoca’yla ikimiz ileri geri dolaşıyorduk, çocuklar da karla oynuyorlardı. Abla ise kış manzarasını çekiyordu. Bazen Hoca: “Onu çek, bunu çek.” diye ablayı yönlendiriyordu.

“Yakında İsviçre’ye gideceğiz. Çocuklara iyi bakın. Aman Toktogulov adlı İç İşleri Bakanlığında çalışan bir genç de sana yardımcı olacak. Çocukların dersleri zayıflamasın. Bakü’de Şahmar adlı bir genç var. ‘Gençler’ gazetesinde Eldar için bir şiir yazmış. Güzel bir şiire benziyor. Benim adıma mektup yazarak teşekkürlerimi bildir…” Ben Aman Hoca’yı tanıdığımı ve bir zamanlar ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde çalıştığını ve kaliteli bir tenkitçi olduğunu söyledim.

“O zaman iyi.” dedi.

Keklikleri salıvermeyi unutmuşuz. Hoca, çocukları çağırdı ve keklikleri kafesten çıkardı.

“Bakın çocuklarım. Bunlar için de hür hayat lazım. Ne zamandır evde kapalı yatıyorlardı.”

“Ya köpekler yerse?” dedi Şirin.

“Yemeklerini nereden bulacaklar?” dedi Eldar.

“Endişelenmeyin çocuklar, hayat dediğiniz şeyi kolay mı sandınız?”

Dışarısı soğumaya başlamıştı, güneş de yuvasına girmek üzereydi.

* * *

19 Ocak’ta Hocaları Frunze-Moskova treni ile gönderdik. Vedalaşmaya birçok kişi gelmişti: B. Şamşiev, Ş. Usubaliev, K. Akmatov, T. Suvanberdiev ve diğerleri. Birisinin fotoğraf makinesi varmış, üç dört defa fotoğraf bile çektirdik.

O günden sonra üç kez telefonla görüştük. Moskova’dan, İsveç’ten haberleşiyorduk. 16 Nisan’da Moskova’dan geldiler. Sabah erkenden karşıladık. Hoca’nın geleceğini nereden biliyorlarsa yine epey kalabalık olmuştuk. Tren durdu ve tanıdık yüzler görünmeye başladı. Selamlaştık, mutlu görünüyorlardı.

“Hepiniz ne yapıyorsunuz burada?” dedi

Kimse ses çıkarmadı. Onlar Hoca’ya gördüklerini sormaya başladı. Hoca bütün soruları kısa bir şekilde cevaplandırıyordu. Valizler indirildiğinde hepimiz bir şeyleri tutmaya çalışıyorduk. Hoca’nın elinde büyük bir el çantası vardı. Peronda bekleyen öğrenciler de vardı. Biz yürürken: “Bakın, Aytmatov!”, “Elinde çantayla gidiyor.”, “Bu trenle gelmiş galiba.” gibi sözler işitiliyordu.

Valizleri arabayla göndererek caddede yürümeye başladı. Hava temiz ve açıktı. Halkın yeni uyanmaya başladığı saatlerdi. Bir iki araba geçiyordu. Şehrimiz gözümüze çok sevimli görünüyordu.

“Ne de olsa doğduğun yerin toprağı altın, sözündeki gibi şehrimize alışmışız. Ülkeler gezip dünyayı dolaşsan da başkentimiz farklıdır. Böyle bir yer gerçekten de başka ülkede yok, övünülecek kadar vardır. Fakat, yıllar geçtikçe ağaçlar azalmaya başladı. Zaman geçmeden bunlara da iyi bakmalı ve doğru muamele etmeliyiz. Tabiatın kendi kanunları vardır. Zavallı ağaçlar, bunlar da yaşlanmışlar. Ömür bu şekilde geçip gider.” diye konuşuyordu.

Evde bana bir kitap gösterdi. Kapağı güzelce süslenmişti. Kitabın kapağında ‘İyi Haber’ yazıyordu. Yurt dışında Kırgızca olarak yayınlanmış. Ben şaşırdım, Hoca da benim şaşırdığımı hissetmişti ki:

“İsviçre’de verdiler. Buluşmadan sonra bir adam, hiçbir şey demeden elime uzattı. Biraz inceleyince Kırgızca yazıldığını anladım. O adama bunu ne olduğunu sorana kadar adam gitmişti.”

Ben kitabı sayfalarını çevirmeye başladım. Hıristiyanların kutsal kitabıymış. ‘Matfey İncilinden’ diye yazıyordu. Fakat o sırada Hoca’nın neden bana bu İncil’i verdiğini düşünememişim. Oysa, iş kitabın Kırgızca olarak yayınlanmasında değildi; yazarın, Hıristiyanlığa ilgi duyarak İsa ile Pilat’ın kişiliğini yansıtabilmek için bir arayış içinde olduğu zamandı.

“Kitabı istersen sonra alıp okuyabilirsin.” dedi.

“Tamam.” dedim.

Çantamdan yeni yayınlanan ‘Yenilik Tecrübeden Yaratılır’ adlı kitabımı hediye ettim.

“Kendin de büyük bir kitap hazırlamışsın. İyi olmuş. Yine nasıl haberlerin var?”

“Emgektin Artıkçılığı (Emeğin Karşılığı) adlı ödül ile ödüllendirildim.”

“Çok başarılısın. Ben de senin yaşındayken dediğin ödülle ödüllendirilmiştim. 1956 yılındaydı. Ailemiz için büyük bir bayram olmuştu. Çünkü bize ‘halk düşmanının oğlu’ diye sert biçimde muamele ederlerdi. O zamanların hepsi geride kaldı.”

Hoca yerinden kalktı, odasından bir albüm getirerek şöyle dedi:

“Bu resme bir bakar mısın? Geçmiş yıllarda çizilmiş.”

Ben resme bakıyordum.

“İnkılaptan öncesi galiba.” dedim.

“Evet, Avrupa’dan gelen biri çizmiş. Bu resim şu anda Geotheborg şehrinde büyütülmüş vaziyette asılı duruyor.”

“Yayıncılara haber versem nasıl olur?”

“Tamam olur, sen bilirsin.”

Ben albümü yanıma aldım ve eve doğru yola çıktım.

Sonradan ‘Kırgızstan Madaniyatı’ gazetesinde (8 Mayıs 1986) ‘Devrin Bir Görüntüsü’ adlı bir yazı yayımlandı.

27 Nisan’da Hoca’nın evine gittim. Hoca sofraya yeni oturmuştu. Günlük haberler üzerine kısaca sohbet ettik. Hoca gece boyunca eseri üzerinde çalıştığı için yorulduğunu söyledi.

Çoktandır izliyordum; akşam saat 10.00’da yazmaya başlıyor, sabah saat 02.00’den 05.00’e kadar biraz dinleniyor, 05.00’den 08.00’e kadar tekrar çalışıyordu. Gündüzleri de günlük işleri ile uğraşıyordu. Gazeteleri, dergileri, kitapları okuyor ve iki üç saatliğine uyuyup dinleniyordu. Son zamanlarda bu durum sürekli tekrarlanıyordu. Dünyayı titretecek “Kıyamet” romanının sayfaları yazılıyordu. Her gün iki sayfa kadar yazdığına şahit oluyordum. Karalıyor, çiziyor, düzeltiyor sonra en son halini yazıya geçiriyordu. Hoca’nın el yazısıyla yazdığı bazı sayfaları hâlâ saklıyorum.

Bugün Hindistan’dan gelen büyük bir zarfı gösterdi. İçinde üç dört tane fotoğraf, bir program ve bir de mektup vardı.

“Fuji-Yama’yı Hindistanlılar oynamışlar. Ayrıca yeni yazılmış neyiniz varsa bize gönderin, demişler. Benim elimde ise şu anda önemli hiçbir şey yok. Yeni eserimi bitiremiyorum. ‘Yüz Yüze’nin üzerinde tekrar çalışmak istiyorum; ama zamanım yok. Edigey’in dostu Abutalib’in sonraki hayatı hakkında yazmayı düşünüyordum, onu da bitiremeden başka bir işe başladım.”

Hoca, yeni eseri hakkında konuşmuyordu. Sormaya da cesaret edemezsin ki. Hindistan’dan gelen mektubu okudum.

* * *

1 Mayıs’ta eşimle birlikte Hoca’nın evine giderek bayramlarını kutladık. Mutlu görünüyorlardı. İçeri girer girmez Hoca:

“Bayram nasıl geçiyor?” dedi.

“İyi.”

“Sokaklar kalabalık mı?”

“Kalabalık.”

“Ne var ne yok?”

“Sovettik Kırgızstan’a, İzvestiya gazetesine vermiş olduğunuz röportajınız çevrilerek yayımlanmış.”

“Gördüm. Birçok ağız özellikleri bulunuyor. Yeni yazdığım eserin ismi ‘Plaha’ idi. ‘Batalga’ olarak çevirmişler. Çok anlamsız.”

“Batalga’ya baş koyup (odun kesmek için altına konacak büyük ağaç parçası) gibi bir söz var ya…”

“O farklı anlamdadır. Benimki ‘Plaha’. Ruslarda önceleri kafaları kesmek için bir ağaç parçası olurdu, ona ‘plaha’ derlerdi.

Ben de arada kaldım. Eserin içeriğini bilmediğim için yorum da yapamadım.

“En iyisi bunu halka sor. Herkes anlayabiliyor muymuş?”

“Tamam Hocam. Şahmar Akparzade’nin de sizinle olan konuşması ‘Leninçil Caş’ gazetesinin bugünkü sayısında yayımlanmış. İşte burada.”

“Hani, nereden aldın?”

“O göndermiş. Azerbaycan dilini bilen H. Mustafaev ve ben birlikte çevirdik. Onların dilini anlamak zor değilmiş.

“Evet, çok yakın. Ben gittiğimde onlara Kırgızca seslenirim, onlar da bana Azerice.”

Hoca gazeteyi dikkatli bir şekilde incelerken koltuğuna yaslandı.

“Başlığını doğru koymuşsunuz: Azerbaycan Asıl Yerim!.”

Malzeme Hoca’nın hoşuna gitti. Röportaj yapan Şahmar Akparzade’nin çalışkan, yakışıklı biri olduğundan bahsetti.

Biraz sonra hepimiz hazırlanarak dağa doğru gittik. Şehrin dışındaki bir kamp yerinde durduk. Hava açıktı. Otlar çoktan yeşermişti ve buram buram koku saçıyordu. Büyük bir kayısı ağacı çiçek açmış, baktıkça insanı rahatlatıyordu. Hepimiz bu ağaca bakıyorduk. Hoca ise keşke fotoğrafını çekseydik, diyordu. Ağacın dalını eğerek çiçeklerini kokladı ve “Ohh mis gibi!” dedi. O zaman Hoca’nın çoktandır eserinin kahramanlarıyla uğraştığı iç dünyasının biraz hafiflediğini hissettim. O, tabiatta çocuklara benzer bir ruh haliyle şımarmış gibiydi.

Eldar ile Şirin kelebek kovalayıp oynuyorlardı. Mariya abla ile Dili kendi aralarında sohbet ederek önümüzde yürüyorlardı. Hoca: “Ona bak, şuna bak!” diye bazen kendi halinde konuşuyordu. Demirden yapılmış bir salıncağa geldik.

“Gelin sizi salıncakta sallayayım.” diye çağırdı Hoca, abla ile Dili’yi.

“Biz çocuk muyuz?” dedi abla.

“Gel, ben yavaş bir şekilde sallarım. Gençliğimizi yad edelim. Çocukken salıncağı ağlatırdık.”

Abla da teklifi kabul edince Dili’yle ikisi salıncağa oturdular. Ben sallamak istedim; fakat Hoca kabul etmedi. Salıncak gittikçe hızlanmaya başlamıştı. Hoca ise:

“Kızların sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!

Gelinin sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!” diye bağırıyordu. O sırada dışarıdan olan biteni izleyen biri olarak bu durum bana çok ilginç göründü. Fotoğraf makinesi olsaydı ve bu anı bir kere çekseydik ne kadar güzel bir fotoğraf olurdu. Tabiatın güzelliği ile insanların iç dünyası her zaman birbiriyle bu şekilde bir araya gelemezdi. Hoca onları korkutmak için gittikçe hızlı sallıyordu. Neşeli bir şekilde kahkahayla gülüyorduk. Eldar ile Şirin de: “Daha hızlı!” diye etrafında dolanıyordu.

“İkinizde kozmonot olacak bir tip var.” diyordu Hoca.

Uzun zaman sallandılar. Hoca, biraz terlemesi dışında henüz yorulmamıştı. Biraz dinlenmek için oturduk. Çocuklar Hoca’nın etrafını sararak bir şeyler soruyorlardı.

Kamp yerini dolaşarak dağa tırmandık. Etraf sessizdi. Taa ileride dizilmiş olan villalar görünüyordu. Gökte beyaz gemi gibi bir iki bulut yüzüyordu.

“Böyle bir yere yurt kurup kımız yudumlayarak yatsan ne güzel olur değil mi?” dedi Hoca.

“Evet.” dedim sadece, başka bir şey söylemedim. Fazla konuşmayan biriyim zaten. Ne diyebilirdim ki. Bunun yanında Hoca’nın kafasında kurguladıklarını bozmamak için çaba göstermeye çalışıyordum. Akbara ile Taçaynar vb. benim bilmediğim kahramanların kaderinin ve hayatlarının hâlâ Hoca’yı düşündürdüğünü hissedebiliyordum. Bir hayli yürümüşüz, geri döndük.

“Sizlere ulaşmak zormuş. Havası güzelmiş. Ev yapacaksın böyle bir yere yapacaksın.” dedi abla.

“Ev kurmak kolay mı ki? Çok zahmetli iştir. Öncelikle zaman lazım; sonra kerpiç, çimento, ağaç. Bir sürü iş.”

Aşağı doğru indik ve akarsuyun yanında durduk.

“Su nasıl geri akmazsa geçen ömrümüz de geri gelmez. Günler durmadan geçiyor.”

“Hocam, geçenlerde Rus bir teyze ile tanıştım. Sizi iyi biliyor. Aziz Saliev Yazarlar Birliği’nde sekreterken orada daktilocu olarak çalışmış. O zamanlarda sizin “Labaratoriya ZET” adlı eserinizi o yazıya geçirmiş. O eserin el yazma nüshası sizde var mıdır?”

“Nereden olacak. Onun üzerinden otuz sene geçti.”

“Ne hakkında yazmıştınız?”

“Savaş silahlarını üreten bir fabrika hakkında yazmıştım. Gelen casusları yakalatma gibisinden. Edebi eser konusunda o günkü anlayışımız o şekilde olsa gerek. Eserler bazen zamana göre üretiliyor.

Eve döndüğümüzde hemen ‘batalga’ kelimesinin anlamı için K. Yudahin ile C. Mukambaev’in sözlüklerine baktım.

Sonraki gidişimde sözlüklerdeki kelimenin anlamını daktiloda yazarak gittim. Hoca kağıttaki yazıyı okudu ve sessiz bir şekilde masanın üzerine koydu. Salona geçtiğimde çocuklar Japon televizyonundan J. London’ın ‘Beyaz Diş’ adlı uzun hikâyesinden esinlenen çizgi filmi izliyorlardı. Biz de izledik. Beyaz Diş’in kurtlarla, köpeklerle olan kavgalarını izlerken Hoca: “Benim Akbara’m da Taşçaynar’ım da yeleli, güçlü ve dövüştüğünü sağ bırakmayan cinstendir.” dedi. Bu konuşmasından İngiliz yazar ile Hoca’nın yeni eserinin arasında birtakım benzerliklerin olduğunu hissettim.

* * *

6 Mayıs’ta Hoca’yı, Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanı olması nedeniyle tebrik etmeye gittik. Bayram ya da iyi bir haber duyunca her zaman ziyaret etmek alışkanlık haline gelmişti. Hoca çiçekleri severdi. Çiçekler odasına sığmıyordu. Tebrik edenler getirmişti galiba. Hoca, “Konuşalım.” dediğinde kalkmadan oturmak gibi bir alışkanlığım var. Hoca’yla karşılıklı koltuklara otururduk, bazen de o yanımdaki koltuğa otururdu. Konuşurken göz kırpmadan yüzüme bakardı. O anki bakışları, insanın iç dünyasına yerleşerek sanki röntgen çeker gibiydi. İnsanın alnından ter akar, söylemekte olduğu sözleri unutur, fikri dağılırdı. Düşünceleriyle sözlerinin birbiriyle bağlantılı olmadığını düşünür, onları birleştiremediği için konuştuğuna pişman olurdu.

“Yazarlar Birliğine gitmeniz iyi oldu diye düşünüyorum.”

“Öyle mi, yazarlarla çalışmak kolay mı diyorsun? Biraz bizimle çalışın, dedikleri için zorla kabul ettim. Herkes kendi eserini yazsa da toplantılarda akan sular gibi kimseyi dinlemezler, yiğitsen durdurmaya çalış. Sen de Yazarlar Birliğinin üyesi misin?

“Evet, bu sene üye oldum.”

“Gençlerle üyelikleri doldurmazsak olmaz. Üç dört kitabı olanlar da üye olamıyorlar. Gençlere geldiğimizde kitabı ne zaman yayınlanacak diye beklemememiz lazım. Onlara sıra gelene kadar yaşları kırkı geçiyor. Sonra da genç şair, genç yazar olarak dolaşıyorlar. Şiirleri, hikayeleri gazete ve dergilerde yayımlandı mı o yeterlidir. Yetenekli mi, yeteneksiz mi; edebiyat alanına faydası var mıdır, yok mudur oradan öğrense olur. Yetenekli olanları hiç çekinmeden üyeliğe almamız gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatın yükünü sonraki nesillerin taşımaları lazım. Göster gençlerden kimler var, dikkat çeken biri var mıdır?

“K. Belekov, N. Kaparov, B. Usubaliev, Ş. Düyşeev, C. Mederaliev, A. Matisakov, S. Tanaliev ve diğerleri.”

“Bak işte, siz aynı dönemde yetişen gençlersiniz. Geçenlerde birine, bizden sonra gençlerden kimler var dediğimde; O. Sultanov’u, C. Mamıtov’u, M. Bayciev’i gösterdi. Onlardan sonrası… Bu şekilde nesillerimizin merdiven gibi olması lazım.”

Sohbetimizi telefonun zili bozdu. Birisi tebrik etti galiba. Şakalaşarak konuştular, Hoca ona teşekkür etti. Dışarı çıktık. Mayıs ayıydı, ay açıktı. İnsan sokaklarda dolaşmak istiyordu. Akademinin Jeoloji Enstitüsü binasına doğru yürüdük.

“Burada 1952 yılında ‘Manas’ hakkında büyük bir panel düzenlenmişti. Ne konuşulacak diye gençlerle birlikte gitmiştik. O zaman Auezov’u ilk defa görmüştüm. Panel çok kalabalıktı. ‘Manas’ destanımızın kaderi konuşuluyordu. Auezov’un söz ustalığı, bilim insanlığı ve cesareti ‘Manas’ı korumuştu. Korkmadan açık ve net bir şekilde konuşuyordu, alkışlıyorduk. Samimi konuşması, neşesi ve iç dünyası benim hoşuma gitmişti. Derin bir şekilde saygı gösterdim. Kader dediğin çok ilginç bir şey, sonradan baba oğul gibi olduk.”

bannerbanner