Читать книгу Ahmak Wilson'ın Trajedisi (Марк Твен) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Ahmak Wilson'ın Trajedisi
Ahmak Wilson'ın Trajedisi
Оценить:
Ahmak Wilson'ın Trajedisi

5

Полная версия:

Ahmak Wilson'ın Trajedisi

Wilson, Roxy’yi sima olarak tanıyordu. Nüktedanlık düellosu başlayınca, biraz dinlemek için dışarı çıktı. Jasper, dinlenmek için ayırdığı süre içinde izlendiğini hissedince hızlıca işine döndü. Wilson, çocukları inceleyip sordu:

“Kaç yaşındalar Roxy?”

“İkisi aynı, efendim. Beş aylık. Şubat ayının ilk gününde doğdular.”

“Pek yakışıklı yumurcaklar. Biri, öteki kadar yakışıklı üstelik.”

Tatlı bir gülümsemeyle kızın beyaz dişleri göründü ve şöyle dedi:

“Sağ olasınız, Bay Wilson. Hah, ne güzel dediniz! Bir tanesi sadece zenci değil, ‘kaliteli küçük bir zenci.’ Hep böyle diyom, çünkü benim evladım.”

“Üstlerinde giysi yokken ikisini nasıl ayırt ediyorsun, Roxy?”

Roxy, cüssesine uygun bir kahkaha attı ve şöyle dedi:

“Ben ayırıyom da Bay Wilson, her iddiasına varım Sahip Percy ayıramaz bu bebeleri.”

Wilson, bir süre sohbet etti ve koleksiyonu için cam şeritler vasıtasıyla Roxy’nin parmak izlerini, -hem sağ hem de sol elinin parmak izlerini- aldı. Bunları etiketleyip tarihi de not etti. Sonra iki çocuğun da kayıtlarını alarak bunlara da aynı işlemi uyguladı.

İki ay sonra, Eylül ayının üçünde bu parmak izlerini tekrar eline aldı. Çocukluk dönemi süresince çeşitli aralıklarla bir “dizi”, iki veya üç “alım” gerçekleştirmek istiyordu. Birkaç senede bir bu işlem tekrarlanacaktı.

Ertesi gün, yani Eylül ayının dördünde, Roxana’yı derinden etkileyen bir şey oldu. Bay Driscoll yine küçük bir miktar para kaybetmişti, yani bu olay yeni bir şey değildi, daha önce de olmuştu. Esasen, öncesinde üç kez daha yaşanmıştı. Driscoll’un sabrı tükenmişti. Köleler ve diğer hayvanlarla kendi ırkının hatalarına karşı son derece insanca yaklaşan bir adamdı. Ancak hırsızlığa katlanamazdı ve belli ki evinde bir hırsız vardı. Muhakkak zencilerden biriydi bu hırsız. Sıkı önlemler alınmalıydı. Hizmetçilerini çağırdı. Roxy dışında üç hizmetçisi daha vardı: Bir adam, bir kadın ve on iki yaşında bir oğlan çocuğu. Akraba değillerdi. Bay Driscoll şöyle dedi:

“Hepiniz uyarılmıştınız. Ama uyarılar hiçbir işe yaramadı. Bu sefer size dersinizi vereceğim. Hırsızı satacağım. Bunu kim yaptı?”

Bu tehdit karşısında hepsi tir tir titredi, çünkü iyi bir evleri vardı ve yeni evlerinin daha kötü olması muhtemeldi. Hepsi suçu inkâr etti. Kimse bir şey, en azından para çalmamıştı. Biraz şeker, kek, bal ya da “Sahip Percy’nin önemsemeyeceği” bir şey belki, ama kimse tek bir kuruş para çalmamıştı. İtirazlarını etkili bir şekilde dile getiriyorlardı ancak Driscoll inanmıyordu. Hepsine müsamahasız bir tavırla “Hırsızın adını söyleyin!” diye karşılık veriyordu.

Aslında Roxana dışında herkes suçluydu. Kız, diğerlerinin suçlu olduğundan şüpheleniyordu; ancak emin olamıyordu. Kendisinin de suçlu olmaya ne kadar yakın olduğunu düşününce dehşete kapılmış, bundan tam da zamanında, siyahilerin Metodist kilisesinde, iki hafta önce “dinle tanıştığı gün” yaşadığı uyanış sayesinde kurtulmuştu. O güzel tecrübenin ertesi günü, tarzındaki değişim henüz yeniyken ve arınmış durumundan ötürü biraz da kibirliyken, sahibi masasının üzerinde birkaç dolar bırakmıştı. Roxy, toz alırken parayı gördü ve içinden şeytana uymak geçti. Artan bir kızgınlıkla paraya baktı ve birden bağırdı:

“Tanrı cezasını versin böyle uyanışın be! Yarına kadar beklese ölür müydü?”

Ardından, bir kitapla onu baştan çıkarmaya çalışan paranın üstünü kapadı ve parayı mutfak çalışanlarından bir başkası aldı. Bu fedakârlığı dini nedenlerle yapmıştı. Sadece şu an böyle davranması gerektiğini düşünüyordu, ama ilerde bu şekilde davranmayacaktı. Hayır, dindarlığı bir iki hafta sonra geçecek ve yine akılcı davranacaktı. Bir dahaki sefere açıkta bırakılmış iki dolarla teselli bulacaktı ve bu teselliyi kimin sağlayacağını biliyordu.

Kötü biri miydi? Kendi ırkından olanlara göre daha mı kötüydü? Hayır. Hayat muharebesinde adaletsiz bir muamele görüyorlardı ve düşmandan faydalanmayı günah saymıyorlardı. Bu, yalnızca küçük ölçekte bir faydalanmaydı. İmkân bulduklarında kilerden yiyecek, yüksük, biraz balmumu, zımpara, iğne, gümüş kaşık, bir dolar, küçük giysiler ya da çok değerli olmayan herhangi bir şey aşırırlardı. Bu tür misillemeleri günah saymaktan o kadar uzaklardı ki ceplerine doldurdukları ganimetlerle kiliseye gidip en yüksek ses ve en büyük samimiyetle dua ederlerdi. Bir çiftlikte etlerin fümelendiği yerin sımsıkı kilitlenmesi gerekirdi; yoksa siyahi diyakozun4 kendisi bile Yaratıcı’nın lütfuyla orada tek başına asılı duran ve kendisini sevecek birini arayan pastırmaya dayanamazdı. Fakat gözü önünde yüzlercesi asılı dururken diyakoz iki tanesini almazdı, yani aynı gecede almazdı. Kırağılı soğuk gecelerde sinsice dolaşan merhametli zenci, tahtanın bir ucunu ısıtıp ağaca tünemiş tavukların ayaklarının altına koyardı. Uykulu bir tavuk, rahat tahtaya basar, minnettarlığını hafif bir gıdaklamayla belirtirdi. Zenciyse tavuğu torbasına tıkar, sonra da midesine indirirdi. Bunu yaparken, her gün kendisinden paha biçilmez bir hazineyi -özgürlüğünü- çalmakta olan adamdan böyle önemsiz bir şeyi alarak mahşer gününde Tanrı’nın hatırlatacağı bir günah işlemediğinden tamamen emin olurdu.

“Hırsızın adını söyleyin!”

Bay Driscoll, aynı sert tonla dördüncü defa söyledi bunu. Peşinden de şu korkunç sözleri ekledi:

“Size bir dakika veriyorum,” diyerek saatini çıkardı. “Eğer bu süre sonunda itiraf etmezseniz, dördünüzü de satmakla kalmayacağım, SİZİ NEHRİN AŞAĞISINA göndereceğim!”

Onları cehenneme mahkûm etmekle eşdeğerdi bu! Hiçbir Missouri zencisinin bundan şüphesi yoktu. Roxy’nin başı dönmeye başladı, yüzü de bembeyaz kesildi. Diğerleri vurulmuş gibi diz çökmüştü. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, yalvaran ellerini yukarı kaldırmışlardı ve üç cevap aynı anda geldi.

“Ben yaptım!”

“Ben yaptım!”

“Ben yaptım! Merhamet edin sahip, biz zavallı zencilere merhamet edin!”

“Çok güzel,” dedi sahipleri, saatini yerine koyarak, “Sizi burada satacağım, gerçi hak etmiyorsunuz ya, neyse. Aslında nehrin aşağısında satılmanız lazım.”

Suçlular, minnettarlığın coşkusuyla yere kapanıp Driscoll’un ayaklarını öptüler. Bu iyiliğini hiç unutmayacaklarını ve yaşadıkları müddetçe ona duacı olacaklarını söylediler. Samimiydiler, sonuç olarak kudretli elini bir tanrı gibi uzatıp cehennem kapılarını kapatmıştı onlara. Asil ve güzel bir şey yaptığını kendisi de biliyordu ve gösterdiği yüce gönüllülük nedeniyle memnundu. O gece bu olayı günlüğüne geçirdi ki yıllar sonra oğlu okuyabilsin, böylelikle de babasının nezaket ve insanlık eylemlerinden etkilensin.

Roxy, Kurnazca Bir Oyun Oynar

Hayatı öğrenecek kadar uzun yaşayan kimse, insan neslinin ilk büyük hayırseveri olan Âdem’e ne büyük bir teşekkür borcumuz olduğunu bilir. Dünyaya ölümü o getirmiştir.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Percy Driscoll, evindeki köleleri nehrin aşağısına gitmekten kurtardığı gece rahat uyudu; ancak Roxy gözünü bile kırpmadı. Derin bir korku kaplamıştı her yerini. Çocuğu büyüdüğünde nehrin aşağısında satılabilirdi. Bu düşünce onu korkudan çılgına çevirdi. Biraz dalıp kendinden geçse, hemen ayağa kalkıp bebeğinin beşiğine bakardı orada mı diye. Sonra yavrusunu kalbine götürerek sarıp sarmalardı. Durmadan bebeğini öpüp ağlayarak sevgisini gösterir ve “Yapamazlar, yok yok, hayır! Anacığın öldürür seni ama onlara vermez!” derdi.

Bir defasında, bebeğini beşiğine geri koyarken mışıl mışıl uyuyan diğer çocuk dikkatini çekti. Gidip uzun süre bebeğe baktı ve kendi kendine şöyle dedi:

“Benim zavallı yavrum naaptı da senin gibi talihli olamadı, ha? Hiçbir şey yapmadı. Tanrı sana torpil yaptı. Ona neden yapmadı? Seni nehri aşağısında satamazlar. Nefret ediyom babandan! Vicdansız herif, hele de zencilere karşı. Ondan nefret ediyom. Yapabilsem öldürürüm onu!” Biraz durup düşündü, sonra yine hıçkırıklara boğuldu. Yüzünü çevirip “Ah, çocuğumu öldürcem, yapcak başka bi şey yok. Çocuğum ölürse, nehrin aşağısına gitmekten kurtulur. Ah, mecburum, zavallı annen kurtulman için seni öldürmek zorunda çocuğum.” Bebeğini göğsüne aldı ve sımsıkı sarıp okşamaya başladı. “Anacığın seni öldürmeye mecbur. Nassı yapcam? Yoook yok, annen seni bırakır mı be?O da seninle gitcek, kendini de öldürcek. Gel canım, haydi benimle gel. Nehre atlayalım da kurtulalım bu kahrolasıca dünyanın derdinden. Öteki taraftaki nehirde zencileri satmazlar ya.”

Kapıya baktı uzun uzun. Bebeğini bir ninniyle susturmaya çalışırken birden durdu. Pazar ayini için aldığı uzun elbiseye gözü takıldı. Patiskadan ucuz bir şeydi. Cırtlak renkli ve aşırı süslüydü. Efkâr ve arzu dolu gözlerle inceledi elbiseyi.

“Daha hiç giymedim,” dedi, “baksana, ne güzel.” Sonra aklına hoş bir şey geldi, başını salladı ve ekledi: “Hayır, üstümde bu eski püskü şeyle olmaz. Orda herkes bana bakcak.”

Çocuğu yerine koyup üstünü değiştirdi. Aynaya baktığında güzelliği karşısında şaşkına döndü. Ölüm elbisesini mükemmel bir hale getirmeye karar verdi. Başındaki mendili çıkardı ve parlak gür saçlarını “beyaz insanlar” gibi yaptı. Birkaç parlak kurdele taktı. Biraz da o berbat yapma çiçeklerden iliştirdi. Son olarak o zamanlar “bulut” denen kabarık bir şeyi sardı omuzlarına, onunki kırmızı renkliydi. İşte şimdi mezara girmek için hazırdı.

Bebeğini yeniden kucağına aldı ama bu sefer de gözleri, çocuğun o sefil haldeki kısa ve gri renkli keten gömleğine takıldı. Yavrusunun yoksul pejmürdeliğiyle kendisindeki cehennemlik görkemin adeta volkan gibi patlayışı arasındaki karşıtlığı fark etti. Anne yüreğine dokundu bu, utanç duydu.

“Hayır evladım. Anacın sana böyle yapmaz. Annen sana hayran, melekler de hayran olcak. Hatta böööyle tutulup kalcaklar, elleriyle gözlerini kapatıp Davut ve Golyat’a ve öbür peygamberlere diycekler ki ‘Şu çocuk buraya hiç uygun giyinmemiş.’ “

Çocuğun gömleğini çıkarmıştı. Bu küçük çıplak yumurcağa, Thomas à Becket’ın bembeyaz, uzun bebek tulumlarından birini giydirdi. Üzerinde açık mavi fiyonklar ve fırfırlı süsler vardı.

“İşte, şimdi oldu.” Çocuğu bir sandalyeye oturttu ve incelemeye koyuldu. Gözleri şaşkınlık ve hayranlıkla açıldı. Ellerini çırpıp bağırdı: “Hepsinden güzel benim oğlum! Ben bile çocuğumun bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Sahip Tommy senden sevimli diil, hem de hiç diil.”

Gidip diğer bebeğe baktı. Sonra kendisininkine bir bakış attı. Ardından yine evin varisine bir baktı. Gözlerinde tuhaf bir ışık belirdi ve bir an için kendi düşüncelerinde kayboldu. Adeta kendinden geçmişti. Kendine gelince mırıldandı: “Dün küvette onları yıkarken, kendi babası bile ‘Hangisi benimki?’diye sordu.”

Sanki rüyadaymış gibi dolanmaya başladı. Thomas à Becket’ın üstündeki her şeyi çıkardı. Mercan kolyesini kendi çocuğunun boynuna taktı. Sonra çocukları yan yana koyup ciddi bir incelemenin ardından kendi kendine alçak sesle:

“Sırf üstünüzü değiştirmekle böyle olacağı kimin aklına gelirdi, ha? Bırak babasını, ben bile ayırt ediyorsam kör olayım,” dedi.



Yavrusunu Tommy’nin zarif beşiğine koyup şöyle dedi:

“Sen Sahip Tom’sun artık. Sık sık tekrarlayıp yeni adını aklıma sokmam lazım çocuğum. Yoksa hata yaparım ve işleri tamamen batırırım. İşte, uslu uslu dur ve artık üzülme, Sahip Tom. Ah, şükürler olsun Tanrım! Kurtuldun, kurtuldun! Artık anacığının bi taneciğini kimse nehrin aşağısında satamaz!”

Evin varisini kendi bebeğinin boyasız beşiğine koydu ve uyuyan çocuğa bakarak:

“Üzgünüm, canım. Tanrı şahidim olsun ki çok üzüldüm ama başka naapıcaktım ki? Baban, onu nehrin aşağısında satcaktı. Buna nası dayanırım, ha, nası?”

Yatağına atlayıp düşüncelere daldı. Birden doğruldu, rahatlatıcı bir düşünce geçmişti kaygılı aklından.

“Günah değil ki bu. Beyazların işi! Günah falan değil, Tanrı’ya şükür günah falan değil! Onlar yaptılar. Evet, hem onlar da en kalitelisindendi, kraldılar!”

Düşünmeye başladı; bir zamanlar dinlediği bir hikâyeden aklında kalanları hatırlamaya çalışıyordu.

Sonunda dedi ki:

“Buldum işte, şimdi hatırladım. Illinois’den gelip zenci kilisesinde vaaz veren o yaşlı zenci vaiz anlatmıştı. Hiç kimse kendini kurtaramaz, demişti. İnanarak, çalışarak kimse bunu yapamaz. Hiç yolu yok. Lütuf bunun tek yoludur ve lütuf sadece Tanrı’dan gelir. Tanrı, dilediğine verir lütfunu, ister günahkâr ister aziz olun, fark etmez. Çünkü O yaratıcıdır. Ona uygun herhangi birini seçer, yerine bir diğerini koyar ve birincisini sonsuza dek mutlu kılar, diğerini ise şeytanla yakar. Bir zamanlar İngiltere’de yaptıkları gibi, demişti. Kraliçe bir gün bebeğini ortada bırakıp dışarı çıkmış. Çoğunlukla beyazların olduğu bu yerdeki zencilerden biri ortalıkta yatan bebeği görmüş, kendi bebeğinin giysilerini kraliçenin bebeğine giydirip sarıp sarmalamış. Sonra kendi çocuğunu orada bırakıp kraliçenin çocuğunu zenci semtindeki evine götürmüş ve hiç kimse farkı anlamamış. Zaman içinde kendi çocuğu kral olmuş ve mal varlığını düzenlemesi gerekince kraliçenin çocuğunu satmışlar. İşte, vaiz kendi söyledi. Beyazlar yapınca günah değil. ONLAR yaptı, evet, ONLAR yaptı. Hem sadece sıradan beyazlar da değil, yüksek tabakalardakiler de böyle! Ah, çok mutluyum bunu hatırladığım için!”

İçi rahatladı ve sevindi. Beşiklere gidip gecenin kalanını “pratik” yaparak geçirdi. Kendi çocuğunu hafifçe okşayıp tevazuyla, “Uslu durun, Sahip Tom,” diye seslenecekti. Sonra gerçek Tom’u okşayıp sert bir şekilde “Uslu dur bakayım, Chambers! Gene ne istiyon?” diyecekti.

Pratik yapmaya devam ederken genç efendisine karşı saygılı sözler söyleyip mütevazı bir tavırla yaklaşmasını sağlayan hürmeti, sahibinin oğlunun yerine geçirdiği kendi oğluna nasıl kolay aktardığını görünce çok şaşırdı. Aynı şekilde, anneliğe özgü sert konuşması ve buyurgan tavrını da kadim Driscoll hanesinin bahtsız varisine aktarması çok kolay olmuştu.

Pratik yapmaya ara verip şansını hesaplamaya koyuldu.

“Bugün bu zencileri para çaldılar diye satçaklar, sonra yeni birkaç köle alcaklar. Şimdi bunlar çocuk, o yüzden sorun yok. Biraz hava almak için bu çocukları dışarı çıkardığımda köşeyi döner dönmez ağızlarına reçel sürcem ki değiştiklerini kimse anlayamasın. Evet, bir yıl bile sürse her şey güvenli olana kadar hep böyle yapcam.”

“Korktuğum tek bir adam var, o da şu Ahmak Wilson. Ona ahmak diyorlar, aptal diyorlar. Yok, o adam benden bile akıllıdır! Bu şehirdeki en akıllı adam. Hâkim Driscoll ya da Pem Howard’dan da akıllı. Kahrolası adam! Hele o adi gözlükleri falan var ya. Bence cadı o adam. Aman neyse, bir daha onu gördüğümde yine çocukların parmak izini ister kesin. Eğer o da değiştiklerini fark etmezse, hiç kimse fark edemez ve işte o zaman güvende olurum. Ama cadı işinden korunmak için iyisi mi yanıma bir nal alayım.”

Yeni zenciler Roxy’ye sorun çıkarmadı, tabii ki. Sahibi de öyle. Nitekim yapacağı vurgunlardan biri tehlikedeydi ve zihni öyle meşguldü ki çocukları görmedi bile. Roxy’nin tek yapması gereken, Driscoll geldiğinde çocukları güldürmekti. O zaman suratları, dişetlerinden ibaret hale geliyordu ve bu heyecan nöbeti geçip de çocuklar tekrar insan görüntüsüne kavuşana kadar Driscoll gitmiş oluyordu.

Birkaç gün içinde yapacağı vurgunun kaderi öylesine belirsiz bir hal aldı ki; Bay Percy, ağabeyi yani Hâkim ile beraber neler yapılabileceğini görmek için gitti. Her zamanki gibi arsa vurgunu söz konusuydu ve işler, bir davayla birlikte karmaşık hale gelmişti. Adamlar yedi haftadır ortada yoktu. Onlar geri dönmeden önce Roxy, Wilson’ı ziyaret etmişti ve sonuçtan memnundu. Wilson, parmak izlerini aldı. Adları ve tarihi kaydetti, Ekim’in biriydi ve izleri dikkatle yerine koyup Roxy’yle sohbete devam etti. Roxy, çok endişeli görünüyordu. Nitekim bir ay önce parmak izleri alındığından beri bebeklerin sağlıkta ve güzellikte katettiği büyük ilerlemenin Wilson tarafından hayranlıkla takdir edilmesini bekliyor olmalıydı. Wilson, Roxy’yi memnun edecek şekilde çocukların gelişimini övdü. Çocuklarda reçel ya da başka bir leke gibi herhangi bir maske olmadığı için Roxy titriyordu ve her an anlayacak diye ödü kopuyordu.

Ama anlamadı. Hiçbir şeyi fark etmedi. Roxy, sevinç içinde eve gitti ve bu mesele konusundaki bütün kaygılarından tamamen kurtuldu.

Değiştirilmiş Bebeklerin Halleri

Adem ve Havva’nın birçok üstünlüğü vardı ama en önemlisi, diş çıkarmaktan kurtulmuş olmalarıydı.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Böyle özel takdiri ilahilerde bir sorun vardır. Hangi tarafın bu takdirden yararlanan olduğu şüphelidir. Elyesa Peygamberle çocuklar ve ayıların hikâyesinin sonunda gerçekten memnun kalan peygamber değil ayılardır, çünkü çocukları yemişlerdir.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Bu hikâye, Roxana’nın gerçekleştirdiği değişikliğe uyum sağlamalıdır. Yani evin gerçek varisinin adı artık “Chambers”, onun yerini gasp eden küçük köleninkiyse daha sonraları günlük dilde “Tom” olarak kısaltılacak olan “Thomas à Becket”tır.

“Tom” değişikliğin başından beri kötü bir bebek oldu. Durduk yere ağlıyordu. Durduk yere asabiyet nöbetlerine tutuluyor, durmadan çığlık atıyor, feryat figan bağırıyor ve nefesini tutarak yaramazlığın zirvesine ulaşıyordu. Nefes tutma, diş çıkaran bebeklerin korkutucu bir özelliğidir. Bebek, sancı içinde akciğerlerini tüketir. Sonra sessizce kıvranıp döner ve nefes almak için tekme atar. Bu sırada dudakları morarmıştır, ağzı açık ve hareketsizdir. Kırmızı diş etlerinin altında minicik dişleri gözükür. Çocuğun hareketsizliği öyle uzun sürer ki bir daha nefes alamayacak diye düşünür insan. İşte tam o esnada bir hemşire imdadına yetişir, çocuğun suratına su çarpar. Peşi sıra çocuğun akciğerleri havayla dolar. O an kulakları patlatacak şekilde bağırmaya, çığlık atmaya ya da inlemeye başlar ve sahibine öyle sözler söyletir ki tahammül sınırının aşıldığını anlarsınız. Tom bebek, tırnaklarının yakınında olan herkesi tırmalar ve çıngırağına yaklaşanı ezerdi. Su ister ve suyu getirilene kadar da çığlık atmayı bırakmazdı. Sonra bardağı yere atıp yine çığlığı basardı. Her ne kadar zahmetli ve insanı çileden çıkaran istekleri olsa da hepsi yerine getiriliyordu. İstediği her şeyi, bilhassa da karnını ağrıtacak şeyleri yemesine izin verilmişti.

Emekleme çağına gelip biraz konuşmaya ve ellerinin ne işe yaradığını anlamaya başladığında eskisinden de beter bir musibet haline geldi. O uyanıkken Roxy’ye dinlenmek haramdı. Ne görse “İstiyorum,” derdi ve bu bir emirdi. İstediği şey getirildiğinde ise çıldırmış gibi “İstemiyorum! İstemiyorum!” diyerek eliyle iterdi. Sonra hemen yine “İstiyorum! İstiyorum!” diye bağırmaya başlardı. Bir kez daha fikrini değiştirmeden istediği şeyi geri getirmek için Roxy’nin kanatlanıp uçması gerekirdi.

En çok tercih ettiği şey maşalardı. Çünkü pencere ve mobilyaları kırmasın diye “babası” onları yasaklamıştı. Roxy arkasını döndüğü an Tom maşalara doğru emekler, “Sevdim bunu!” der ve Roxy görüyor mu diye gözünün ucuyla bakardı. Sonra “İstiyorum!” deyip yine göz ucuyla bakardı. Sinsi bir bakışla “İşte!” der ve nihayet “Aldım!” diye sevinirdi. Ödül artık onundu. Hemen ardından, ağır alet yukarı kalkar ve bunu büyük bir gürültüyle bağrışma izlerdi. Kedi, bir işe yetişmek ister gibi üç ayağı üzerinde kaçardı. Roxy vardığındaysa lamba ya da pencere parçalanmış olurdu.

Tom, herkes tarafından sevilip okşanıyorken Chambers’la kimse ilgilenmiyordu. Tom bütün leziz yiyecekleri yerken, Chambers’ın nasibine lapa ve sütle şekersiz katık düşüyordu. Sonuç olarak Tom, zayıf bir çocuktu ama Chambers güçlüydü. Tom, “huysuz”du Roxy’nin dediği gibi ve buyurgandı. Chambers ise uysal ve yumuşak başlıydı.

Muhteşem sağduyusu ve becerisiyle Roxy, çocuğunun üzerine titreyen bir anneydi. Çocuğuna karşı böyleydi, hatta daha da fazlasıydı: Kendi yarattığı kurgu sonucunda çocuğu, efendisi olmuştu. Bu ilişkiyi görünürde bilmesi ve ifade etmesi için lazım gelen biçimde davranma gerekliliği, Roxy’yi öyle sıkı ve düzgün şekilde pratik yapmaya itti ki bu egzersiz kısa sürede alışkanlığa dönüştü. Otomatik olarak kendiliğinden gerçekleşir hale geldi. Doğal olarak bunların sonucunda, sadece başkaları için planlanmış olan aldatmacalar, yavaş yavaş kendisi için de aldatmaca oldu. Alaycı saygı, gerçek saygıya ve alaycı hürmet gerçek hürmete dönüştü. Taklit köle ve taklit efendi arasındaki sahte ayrım giderek büyüdü ve sonunda bir uçurum halini aldı. Hem de çok gerçek bir uçurum. Bir tarafta kendi aldatmacalarının kuklası olan Roxy, diğer taraftaysa artık bir gaspçı değil, kabullenip efendisi saydığı çocuğu duruyordu. Bu çocuk onun canı, efendisi ve ilahıydı. Roxy ona tapınırken kendisinin ve çocuğun bir zamanlar kim olduğunu unutuyordu.

Bebekliği boyunca Tom, Chambers’ı tokatladı, çimdikledi, tırmaladı ve bu yüzden hiç azar işitmedi. Chambers, bunlara uysallıkla dayanmakla içerlemek arasında bir karar vermesi gerektiğinde ilk düşündüğünün yararına olduğunu erkenden anladı. Yaşadığı eziyetler onu birkaç kez kontrolden çıkarıp karşı koymaya itince, ana karargâhta ödediği bedel çok ağır olmuştu. Cezasını Roxy’nin elinden çekmedi. Nitekim Roxy, “efendisinin kim olduğunu unuttuğu” için onu azarlayacak olsa, verdiği ceza kulağına bir şamar atmaktan öteye geçmezdi. Hayır, cezayı veren Percy Driscoll’du. Her ne şekilde tahrik edilirse edilsin, küçük efendisine el kaldırma imtiyazına sahip olmadığını söyledi. Chambers çizgiyi üç kez aştı ve babası olan ancak bunu bilmeyen adamdan üç kez daha öylesine ikna edici şekilde dayak yedi ki Tom’un zulümlerini artık uysallıkla karşıladı ve başka denemede bulunmadı.

Çocuklukları boyunca bu iki oğlan dışarıda hep birlikteydi. Chambers yaşıtlarına göre daha güçlüydü ve iyi bir dövüşçüydü. Güçlüydü, çünkü sade bir şekilde beslenmişti; iyi dövüşüyordu, çünkü Tom sayesinde -yani Tom’un nefret ettiği ve korktuğu beyaz çocuklar üzerinde- epey pratik yapmıştı. Chambers, okul yolunda Tom’un daimi korumasıydı. Teneffüslerde onu korumak için hazır bulunurdu. Öylesine hayranlık uyandırıcı bir şöhret edinmişti ki zamanla Tom’un giysilerini giymeye başladı ve Sir Kay, Lancelot’un zırhını giydiğinde olduğu gibi “huzur içinde yol aldılar.”

Chambers yetenek oyunlarında da iyiydi. Tom meşe oyununda onu ortaya sürer, sonra kazandıklarının hepsini elinden alırdı. Kış gelince Chambers, Tom’un eski giysilerini giyer, “kutsal” kırmızı eldivenler, “kutsal” ayakkabılar ve pantolonuyla sımsıkı giyinmiş Tom için kızak çekerdi, ama kendisi hiç binmezdi. Tom’un talimatlarına göre kardan adam ve kaleler yapardı. Kartopu oynamak istediğinde Tom’un sabırlı hedefi olurdu ve kartoplarına karşılık veremezdi. Chambers, Tom’un patenlerini nehre kadar taşır, ayaklarına bağlar ve dilediğinde hazır bulunmak üzere etrafında dolanırdı ama kendisi paten süremezdi.

Yazın Dawson’s Landing çocuklarının en sevdiği şey -kırbacıyla kafalarını yarması tehlikesine rağmen- çiftçinin meyve arabasından elma, şeftali ve karpuz çalmaktı. Tom, bu hırsızlıklarda pek hünerliydi, ama aslında çalan o değildi tabii. Çalma işini Chambers yapar ve bu işten payına şeftali ve elma çekirdekleriyle karpuz kabukları düşerdi.

Tom yüzmeye giderken Chambers’ı da daima yanına alır ve koruması olarak bekletirdi. Tom sıkılınca yüzmeyi bırakır, Chambers’ın gömleğine düğümler atıp suya batırır ve düğümlerin çözülmesini iyice zorlaştırırdı. Sonra da giyinip oturur, çıplak Chambers’ın inatçı düğümleri titreye titreye dişleriyle çekiştirmesini kahkahalarla izlerdi.

Tom, mütevazı yoldaşına bu kötülükleri kısmen doğasındaki fenalık nedeniyle, kısmen de Chambers kendisinden güç, cesaret ve akıl bakımından üstün olduğu için yapıyordu. Tom dalış yapamıyordu, çünkü daldığı zaman başı ağrıyordu. Chambers hiç sıkıntı çekmeden dalabiliyordu ve bundan zevk alıyordu. Bir gün bir kanonun kıçında taklalar atıyordu. Bunu gören beyaz çocuklar Chambers’a öyle hayran kaldı ki Tom’un şevki kırıldı ve Chambers havadayken kanoyu altına doğru ittirdi. Chambers’ın başı kanoya çarptı. Çocuk bilinçsizce yatarken Tom’un kadim düşmanları, uzun zamandan beri bekledikleri fırsatı buldu ve sahte varise öyle bir dayak attılar ki Tom, Chambers’ın yardımıyla bile eve zar zor gidebildi.

Çocuklar on beşine basmıştı. Bir gün Tom nehirde “gösteriş” yaparken kramp girdi ve imdat diye bağırdı. Kramp girmiş gibi yapıp imdat diye inlemek, özellikle de yakınlarda bir yabancı varsa, çocukların sıkça başvurduğu bir hileydi. Yabancı hiç beklemeden yardıma koşar, çocuk da o yaklaşana kadar çırpınıp inlemeye devam ederdi. Sonra inlemenin yerini alaycı bir gülümseme alırdı. Kasabadaki çocuklar ise ahmak kurtarıcıya alay ve kahkahalarla saldırırdı. Tom bu şakayı daha önce hiç denememişti ama şimdi denemeye çalışıyordu. Bu sebeple diğer çocuklar ihtiyatla geri duruyordu. Fakat Chambers efendisinin ciddi olduğuna inanmıştı. Hemen yüzmeye başladı ve tam zamanında Tom’a ulaşıp hayatını kurtardı.

Bu son damla oldu. Tom her şeye katlanmıştı ama herkesin önünde ve sürekli olarak bir zenciye, hem de bu zenciye karşı böyle bir yükümlülük altında kalmak, işte bu çok fazlaydı. Ciddi olarak ondan yardım istediğini sanmış “gibi” yaptığı için Chambers’a hakaretler yağdırdı. Ancak kalın kafalı bir zenci anlayamazdı şaka yaptığımı, diyerek onu yalnız bıraktı.

bannerbanner