banner banner banner
Tom Amca'nın Kulübesi
Tom Amca'nın Kulübesi
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Tom Amca'nın Kulübesi

скачать книгу бесплатно


Köleliğin belki de en ılımlı biçimi Kentucky’deydi. Daha Güney’deki iş mevsimlerinde görülen telaşla baskının yaşanmadığı Kentucky’de durmadan zenginleşen dingin doğa, zencileri daha sağlıklı ve akıllı kılıyordu. Bu arada hızlı kazanç umarsızla korumasızı karşı karşıya bırakmıyor, kırılgan insan doğasını hep ezip geçmiş olan katı yürekliliğe gerek bile kalmadan durmadan artan parası da efendiyi mutlu ediyordu.

Buradaki konakları ziyaret edenler, bazı hanımefendilerle beyefendilerin kölelerini iyi niyetle nasıl şımarttıklarını, onların da yürek sızlatan bağlılıklarını gördüklerinde ataerkil kurumun eski şiirsel efsanelerini düşleyebilirler ama bu sahnenin üstüne, tam tepesine uğursuz bir gölge tünemiştir.

Yasanın gölgesi. Yasa tüm bu çarpan yürekleri ve yaşayan duyguları efendinin malı, bir nesne gibi gördüğü sürece, iyi yürekli efendi iflas eder etmez (ya da ölür ölmez) korunan, yüz verilen bu yaşamların, umutsuz bir acıya ve ezaya dönüşmesi işten bile değildir. Yani, en iyi işleyen kölelik düzeninde bile bunu güzel ya da istenir kılmak olanaksızdır.

Mr. Shelby iyi huylu, orta kıratta bir adamdı. Çevresindekilere kendini pek yormayan bir hoşgörü gösterdiğinden konağındaki zencilerin rahatını bozacak bir aksaklık da olmamıştı. Ancak maddi durumu sıkışıp da gerekli önlemleri almayınca eli kolu bağlanmış, parasının büyük bölümünün geleceği Haley’in eline düşmüştü. Bu küçük bilgi önceki konuşmanın anahtarıdır.

Şimdi de Eliza’nın kapıya giderken duyabildiği kadarıyla bu köle tüccarı efendisine biri için teklifte bulunuyordu.

Kapıda durup dinlemesinin bir sakıncası yoktu ama tam o sırada hanımı çağırınca aceleyle uzaklaşması gerekmişti. Yine de o yabancı adamın oğlu için bir öneri yaptığını duyacak kadar zaman olmuştu, yanılmış olabilir miydi? Yüreği öyle hızlı atıyordu ki, şişmiş gibi geldi, elinde olmaksızın çocuğa öyle bir sarılış sarıldı ki, küçük oğulcuk başını kaldırıp ona şaşkınlıkla baktı.

Eliza su ibriğiyle sehpayı devirip hanımının istediği ipek giysi yerine uyurgezer gibi geceliği uzatınca Mrs. Shelby, “Eliza, kız neyin var bugün senin?” diye sordu.

“Ah hanımım, hanımım!” diye gözlerini kaldırarak bağırdı Eliza, ardından da gözyaşlarına boğulup bir iskemleye yığıldığı gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı.

“Ne oldu Eliza çocuğum? Neyin var?”

“Ah hanımım, hanımım! Salonda bir tüccar var, beyefendiyle konuşuyor, onu duydum!”

“Ee, ne olmuş yani şaşkın çocuk? Varsa var…”

“Ah hanımım, efendi, Harry’mi satar mı sizce?” Zavallı kadın kendini koltuğa atmış, hıçkırıklarla çırpınıyordu.

“Satmak mı? Yok canım, aptal kızcağızım benim! Bilirsin ki senin efendin, o Güneyli tüccarlara hiç itibar etmez, ayrıca da doğru dürüst davrandıkları sürece hizmetçilerinin hiçbirini de satmaz. O adamın Harry’yi almak istediğini de nereden çıkarıyorsun şaşkın çocuk? Başkalarının dünyası da seninki gibi onun üstüne mi kurulu sanıyorsun sersem tavuk? Hadi şimdi neşelen de şu kopçalarımı ilikle. Sonra da saçımı geçen gün öğrendiğin gibi tepeme toplayıp örgü topuz yap, artık kapıları dinlemeyi de bırak.”

“Zaten hanımcığım siz öyle bir şeye izin vermezsiniz, değil mi?”

“Saçmalama çocuğum, elbette ki vermem! Neden bunu konuşuyoruz ki? Kendi çocuğunu satmak gibi bir şey bu… Yalnız, sen bu çocukla öylesine böbürleniyorsun ki, biri kapıdan burnunu uzatsa, onu almaya geldi sanıyorsun.”

Hanımının kesin tavrından rahatlayan Eliza, kendi korkularına gülerek çabucak el yatkınlığıyla onun tuvaletini bitirdi.

Mrs. Shelby hem kültürlü hem de ahlaklı bir kadındı. Kentucky’li kadınların düşüncelerinde sıkça rastlanabilen bu doğal yüce gönüllülük ve soyluluğu ahlaki ve dinî ilkelerle pekiştirmiş, güçlü, yetenekli ve pratik biri olmuştu. Hiç de dindar olmayan kocasıysa, karısının bu tam kıvamında tutarlılığına saygı duyup baş tacı etmek yerine ona karşı korku huşu karışımı bir duygu taşıyordu. Karısına hizmetçilerin rahatını, gelişimini ve eğitimini sağlayacağı koşulları o vermişti hiç kuşkusuz ama karar mekanizmasında yer almamıştı. Aslında azizlerin olağanüstü aşırı derecede iyi edimlerinin bir işe yaradığına pek inanmasa da karısının ikisine de yetecek kadar dindar ve iyiliksever olmasından hazzetmiyor da değildi hani. Ne de olsa kendisinde pek olmayan niteliklerin karısındaki bolluğu cennete girme konusunda biraz puslu da olsa bir umuttu.

Tüccarla konuşmasından sonra düşüncelerini kaplayan en ağır yük, tasarlanmış olan anlaşmayı karısına aktarırken karşılaşmak zorunda kalacağı usandırıcı direniş ve engellerdi.

Kocasının içinde bulunduğu zor durumundan tümüyle habersiz olan ve yalnızca onun iyi yürekli yanını bilen Mrs. Shelby, Eliza’nın kuşkuları karşısındaki inanmazlığında son derece içtendi. Bu meseleyi ikinci kez düşünmemiş bile, kendini akşam gidecekleri davete hazırlanmaya vermişti; Eliza’nın söyledikleri de uçup gitmişti kafasından.

2

Ana

Eliza, genç kızlığından beri hanımınca şımartılarak sevgi dokunuşlarıyla yetiştirilmişti. Güney’deki “satıcıların” da sık sık değindikleri gibi o seçkin eda, sesiyle hareketlerinin yumuşaklığı, zenci beyaz melezi kadınlara özel bir armağandı. Tüm bu doğal incelikler güzelliğin en göz kamaştırıcısıyla birleşir, melez kadınlarda o albenili, hoş, tatlı görünüm ortaya çıkardı.

Sizlere anlattığımız Eliza, bir hayal ürünü olmayıp Kentucky’de yıllar önce gördüğümüz haliyle anılarımızdan aktarılmıştır.

Hanımının koruyucu dikkati altında, güven içinde, bir kölenin güzelliğinin öldürücü yazgısı olan sapkınlıklara maruz kalmadan erginliğe erişmişti. Yan konakta yaşayan George Harris adındaki genç, yetenekli melez köleyle de evlenmişti.

Bu genç adamı, efendisi bir çuval bezi fabrikasında çalışması için kiralamış, el becerisi ve açıkyürekliliğiyle kısa sürede fabrikanın en sevileni olmuştu. Üstelik kenevir liflerini temizlemek için de bir makine icat etmişti ki, mucidin eğitimi ve koşulları dikkate alınırsa bu keşfin de en az makine dâhisi Whitney’in çırçır makinesi kadar mekanik deha gerektirdiği anlaşılır.

Yakışıklı bir adam olduğu kadar hoşa giden tavırları da vardı, sonuç olarak da fabrikada herkesin gözbebeği olmuştu. Yine de yasanın gözünde bir insan değil de, bir “nesne” olması bir yana, bu üstün nitelikler kaba saba, dar kafalı ve gaddar bir efendinin denetimine bağlıydı. Aynı zat, George’un icadı kulağına çalınınca bu akıllı “taşınır malın” ne yaptığını görmek için fabrikaya kadar uzandı. İşverence büyük heyecanla karşılandı ve bunca değerli bir kölesi olduğu için kutlandı.

Yapacakları dört gözle beklenen, ağzından çıkan her söze kulak verilen, tüm makinelerin onayından geçtiği George, öyle yürekli bir tavırla ve akıcılıkla konuşuyor, dimdik duruşuyla öyle yakışıklı, erkeksi görünüyordu ki, efendisi hafiften bir aşağılık duygusuyla tedirgin olmaya başladı. Her yanda dört dönüp, makineler icat edip, başını beyefendiler arasında dik tutmak bir kölenin neyineydi? Hemen buna bir son vermeliydi. Onu geri götürecek, çapanın başına koyacak, “Hadi bakalım, marifetini burada göster,” diyecekti. Ansızın George’un yevmiyesini alıp onu eve götüreceğini söylediğinde fabrikanın müdürü ve işle ilgili öbür kişiler çok şaşırdı.

Müdür, “Ama Mr. Harris,” dedi, “bu biraz ani olmadı mı?”

“Olmuşsa ne olmuş? Adam benim değil mi?”

“Kira bedelini artırmaya hazırız efendim.”

“Hiç yorulmayın efendim. Ben razı olmadan adamlarımdan hiçbirini kiralayamazsınız.”

“Ama efendim, bu işe çok uyum sağlamıştı.”

“Bana kalırsa hiçbir şeye ona vereceğim iş kadar uyum sağlamayacak. Bundan hiç kuşkum yok.”

“Ama şu makineyi icat ettiğini bir düşünsenize,” diye umutsuzca işçilerden biri araya girdi.

“Ha, evet! İşi kolaylaştıracak bir makineydi, değil mi? Bulmuştur, buna hiç kuşkum yok, bir zenciyi kendi haline bıraktın mı, tamam. Onların her biri iş kolaylaştırıcı birer makine değil mi zaten? Hayır, gidecek!”

George, karşı konulması olanaksız bir gücün yazgısı için verdiği son kararı dinleyen bir adam gibi olduğu yere çakılıp kalmıştı. Kollarını kavuşturup dudaklarını sıkmıştı ama göğsünde acı duygularla yanan bir volkanın ateşi damarlarında çağlıyordu. Kesik kesik soluk alıyor, iri, koyu renk gözleri canlı kömürler gibi parlıyordu; müdür koluna dokunup alçak sesle konuşmasaydı tehlikeli bir taşkınlık yapabilirdi.

“Şimdi bunu kabul et George, onunla git. Biz sana yardım etmeye çalışacağız,” diyordu.

Zalim adam, müdürün davranışını gördü ve söyleneni tahmin etti; tam olarak duyamadıysa da kurbanı üstündeki baskıyı azaltmama kararını içinden daha bir pekiştirdi.

George eve götürülmüş, çiftlikteki en pis angaryalar verilmişti. İçinden gelen saygısız her sözü bastırmayı başarmıştı ama kor gibi yanan gözleriyle kederli, eziyet çeken yüzü doğal dilin bastırılamayan, kesin göstergesiydi; duyguları o kadar açıktı ki, elinden hiçbir şey gelmiyordu.

Fabrikadaki mutlu işi sırasında karısını tanımış, evlenmişti. Müdürün çok güvendiği, sevdiği biri olarak o süreçte ağzı sıkı olmak kaydıyla istediği zaman gelip gitme özgürlüğü vardı.

Mrs. Shelby’nin biraz da kadınca bir kendini beğenmişlikle arabuluculuk yaptığı evlilik onaylanmış, en beğendiği güzeller güzeli kölesiyle kendi sınıfından ona çok uygun görünen birinin ellerini birleştirmekten hoşnut olmuş, sonuçta da Eliza’nın hanımının büyük salonunda evlenmişlerdi. Hanımı gelinin güzel saçlarını kendi elleriyle portakal çiçekleri takarak süslemiş, üstüne de daha açık renk bir başta pek de hoş durmayacak duvağı atmıştı; beyaz eldivenler, pasta ve şarap bile unutulmamıştı, bu arada konuklar gelinin güzelliğini, hanımının hoşgörüsüyle özgür düşünceli olmasını bol bol övmekten de geri kalmamıştı.

İlk iki yıl Eliza kocasını sık sık gördü, bu süre içinde iki bebeğini yitirmesi dışında mutluluklarını bozacak bir şey olmadı. O kadar büyük bir tutkuyla bir bebeği olsun istiyordu ki, yitirdiğinde acısı hanımından tatlı bir sitem işitecek kadar yoğun olmuş, hanımı ona doğasının verdiği tutku dolu duygularını akla ve dine yönlendirmesini önermişti.

Küçük Harry’nin doğuşundan sonraysa, genç kadın giderek yatışmış, daha olgunlaşmış, kanayan her bağ ve zonklayan her sinir düğümü, o küçük yaşamı sarıp sarmalamış, anlam ve sağlık kazanmıştı. Kocası iyi yürekli patronundan koparılıp yasal efendisinin demir yönetimi altına getirilinceye kadar mutlu bir kadın olmuştu. Sözüne sadık kalan fabrika müdürü, ortalığın yatıştığını umarak, George’un götürülüşünden bir-iki hafta sonra Mr. Harris’i ziyaret etmiş, onu yumuşatarak ikna etmek için her yolu denemişti.

“Daha fazla konuşmanıza gerek yok,” demişti Mr. Harris, Nuh deyip peygamber demeyen bir tavırla. Sonra da eklemişti:

“Ben işimi bilirim efendim.”

“İşinize karışmak gibi bir niyetim yok efendim. Yalnızca, önerilen koşullarda adamınızı bize vermek için belki bir kez daha düşünürsünüz diye tahmin ettim.”

“Konuyu gayet iyi kavradım. Onu aldığım gün, göz kırpıp fısıldadığınızı gördüm ama beni öyle kolay kolay alt edemezsiniz. Burası özgür bir ülke, adam da benim, onunla ne istersem yaparım, o kadar!”

Böylece George’un son umudu da suya düştü, artık önünde ağır, zahmetli işler ve kapana kısılmış bir yaşam vardı. En küçük bir tatsızlıkta ancak zalim bir yaratıcılığın tasarlayabileceği türden bir aşağılama altında her gün daha da acı çeken biri haline dönüşüyordu.

Acıma duyguları çok gelişmiş bir hukuk uzmanı bir gün şöyle demişti:

“Bir adama yapılacak en kötü davranışın onu asmak olduğunu düşünürsünüz. Hayır, başka bir davranış biçimi vardır ki, adam buna mahkûm edilirse EN KÖTÜSÜ başına gelmiş olur!”

3

Koca ve baba

Mrs. Shelby arabasına binmiş uzaklaşırken Eliza da verandada durmuş mahzun gözlerle arkasından bakıyordu. Biri omzuna elini koydu. Eliza döndü, güzel gözlerini bir gülümseme aydınlattı.

“George, sen misin? Nasıl da korkuttun beni! Neyse, geldiğine çok sevindim! Hanımım öğleden sonrayı dışarıda geçirecek, hadi gel küçük odama geçelim de biz bize olalım.”

Bunu söyler söylemez kocasını, hanımı çağırırsa duyabilsin diye her zaman dikişi elinde oturduğu verandaya açılan küçük, temiz bir daireye aldı.

“Öyle sevindim ki! Neden gülmüyorsun, bak Harry nasıl büyüyor.” Küçük oğlan annesinin eteğine yapışmış, bukleleri arasından utangaç bakışlarla babasına bakıyordu.

Eliza, “Ne kadar güzel değil mi?” diyerek buklelerini düzeltip onu öptü.

George acı bir tonla, “Keşke hiç doğmasaydı,” dedi. “Ben de keşke hiç doğmasaydım!”

Şaşıran ve korkan Eliza oturup başını kocasının omzuna yasladı ve gözyaşlarına boğuldu.

Adam sevecenlikle, “Yapma Eliza, seni üzmek beni perişan eder, zavallı kızcağızım! Her şey öyle kötü ki!.. Beni hiç görmemiş olmanı nasıl isterdim, bilsen, belki öyle mutlu olabilirdin!” dedi.

“George! George! Bunu nasıl söylersin? Bunca korkunç ne oldu ya da olacak ki? Son zamanlara kadar seninle çok mutlu olduk.”

“Öyle cancağızım,” dedi George. Sonra da oğlunu dizlerine çekerek onun muhteşem kara gözlerine kararlı bir tavırla baktı. Elini buklelerinin arasından geçirerek, “Aynı sen, Eliza,” dedi. “Bugüne kadar gördüğüm ve görmek isteyebileceğim en güzel kadınsın ama ahh! Keşke ne sen beni görseydin ne de ben seni!”

“Aa, George nasıl söylersin bunu!”

“Öyle Eliza, hep acı, eziyet, ıstırap! Hayatım pelin otu gibi acı, yaşam özü içimde tükeniyor. Ben garip, sefil, umutsuz bir ağır ve pis işler amelesiyim, yalnızca seni aşağılara sürükleyebilirim, o kadar. Bir şey yapmaya, bir şey bilmeye, bir şey olmaya çalışmamızın anlamı ne? Yaşamanın ne yararı var? Keşke ölmüş olsaydım!”

“Aa ama George, böyle söylemek gerçekten çok kötü! Fabrikadaki işini kaybettiğin için neler hissettiğini biliyorum, sert de bir efendin var ama dua et, sabırlı ol, kim bilir belki…”

Adam onun sözünü keserek, “Sabırlı mı!” dedi. “Sabırlı olmadım mı ben? Herkesin bana iyi davrandığı bir noktaya yükselip de sudan bir nedenle adamın beni alıp götürmesine tek söz ettim mi? Kazancımın her sentini veriyordum ona, herkes de iyi çalıştığımı söylüyordu.”

“Eh, gerçekten korkunç bir şey bu,” dedi Eliza, “ama ne de olsa o senin efendindir, biliyorsun.”

“Efendim! Kim onu benim efendim yaptı? Benim düşündüğüm bu. Benim üstümde nasıl hak sahibi olabilir? Ben de onun kadar insanım. Ondan daha da iyi bir insanım. İşi ondan iyi biliyorum, ondan daha iyi bir yöneticiyim, ondan daha iyi okurum, elyazım onunkinden güzel ve bunların hepsini kendi kendime öğrendim, bu konuda ona teşekkür borcum yok, ona karşın öğrendim, peki şimdi nasıl oluyor da onun beni yük beygiri yapma hakkı doğuyor? Beni yaptığından daha iyi yaptığım bir işten alıp da herhangi bir beygirin yapabileceği bir işe koşma hakkını kim veriyor? Yapmaya çalıştığı bu, beni çökerteceğini, burnumu sürteceğini söylüyor, tutup özellikle en zor, en kötü, en pis işe mahkûm ediyor!”

“Ah, George! George! Beni korkutuyorsun! Hiç böyle konuştuğunu duymamıştım; kötü bir şey yapacağından korkuyorum. Senin duygularından asla kuşku duymam ama ne olur dikkatli ol, benim hatırım için, Harry’ nin hatırı için çok dikkatli ol!”

“Dikkatli de oldum, sabırlı da ama her şey gitgide daha kötüye gidiyor, artık bu etle can taşıyamıyor bunu, bana hakaret ve işkence etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. İşimi iyi yapıp dilimi tutayım, iş saatleri dışında da okuyup bir şeyler daha öğreneyim demiştim ama bunu gördükçe daha çok yükleniyor. Ağzımı bile açmamama karşın, içimdeki şeytanı gördüğünü söylüyor, onu dışarı çıkarmayı kafasına koymuşmuş, bugünlerde hiç hoşuna gitmeyecek bir şekilde dışarı çıkmazsa ben de bir şey bilmiyorum.”

Eliza kederli bir sesle, “Aman Tanrı’m, ne yapacağız?” dedi.

“Daha dün arabaya taş yüklerken atın hemen yanında duran Efendi Tom kamçısını öyle bir şaklattı ki, hayvancağız ürktü. En hoş tavrımı takınıp ona yapmamasını söyledim ama o devam etti. Yine yalvarınca dönüp beni kırbaçlamaya başladı. Elini tuttum, o da bağırıp tekme attı, sonra da babasına koşup onunla dövüşmeye kalktığımı söyledi. O da öfkeyle geldi, bana kimin efendi olduğunu öğreteceğini söyledi; sonra beni bir ağaca bağladı ve ağaçtan dallar kesip genç efendiyi çağırdı, beni yoruluncaya kadar kırbaçlayabileceğini söyledi, o da bunu ikiletmedi! Bir gün ona bunu anımsatmazsam, ne olayım!”

Genç adamın alnının rengi koyulaştı, gözleri genç karısını titreten bir ifadeyle kor gibi parlamaya başladı.

“Bu adamı benim efendim yapan kim? Bilmek istediğim bu!”

Eliza acı dolu bir sesle, “Eh,” dedi, “ben hep efendimle hanımıma boyun eğmezsem iyi bir Hıristiyan olamayacağımı düşünmüşümdür.”

“Bunda gene biraz mantık var; seni evlat edinir gibi almışlar, yedirip içirip giydirmiş, hoşgörü göstermişler, iyi bir eğitimin olmuş, bazı şeyler istemekte haklılar ama ben, tekmelenmiş, tokatlanmış, sövülmüşüm, en iyi durumda bir başıma bırakılmışım, öyleyse borcum ne? Ben borcumun yüz katını ödedim. Katlanmayacağım! Hayır, katlanmayacağım işte!” Kaşlarını çatmış, yumruğunu sıkmıştı.

Eliza titreyerek suskun kalakaldı. Kocasını daha önce hiç böylesine ateşli ve öfkeli görmemişti. Ilımlı ahlaki değerleri böylesi bir sivri duygu seli karşısında kamışlar gibi eğilip bükülüyordu.

“Bana verdiğin şu zavallı Carlo var ya,” diye konuşmasını sürdürdü George, “benim kadar rahatı yerindeydi. Geceleri benimle uyuyor, gündüzleri peşimden ayrılmıyor, ne hissettiğimi anlıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Derken, geçenlerde mutfak kapısının oradan topladığım kırıntılarla karnını doyururken efendi geldi, onun parasıyla beslediğimi, bir zenci parçasının bir de köpeğine para yetiştiremeyeceğini söyledi, boynuna bir taş bağlayıp göle atmamı emretti.”

“Ayy, George, yapmadın ya?”

“Ben mi? Hayır ama o yaptı. Efendi ile Tom boğulan hayvanı taşa tuttular. Zavallıcık. Bana öyle acı dolu gözlerle baktı ki, neden kurtarmadığımı sorar gibiydi. Köpeği boğan ben olmadığım için üstüne bir de dayak yedim. Vız gelir. Efendi bir gün benim, kamçıyla yola gelenlerden olmadığımı anlayacak. Kendini kollamazsa benim de sıram gelecek.”

“Ne yapacaksın? Ah George, Tanrı’ya inancın varsa, kötü bir şey yapma sakın, iyi davranmaya çalış, O seni korur.”

“Ben senin gibi bir Hıristiyan değilim Eliza, benim yüreğim acı dolu, Tanrı’ya güvenemiyorum. Neden bunlara izin veriyor?”

“Ah, George inancımız olmalı. Hanımım diyor ki, her şeyin en kötü gittiği zamanlarda bile Tanrı’nın en iyisini yaptığına inanmalıymışız.”

“Kanepelerine kurulan, arabalarında gezen insanlar için bunu söylemek kolay, onlar benim yerime geçsin de görelim, nasıl zor gelir, görürüz o zaman. İyi biri olabilmeyi ben de istiyorum ama yüreğim yanıyor, hiç uzlaşacak gibi de değilim. Sen de benim yerimde olsan uzlaşamazdın, her şeyi anlatacak olsam, şimdi bile yapamazsın bunu. Daha her şeyi bilmiyorsun!”

“Daha ne olabilir ki?”

“Efendi evlenip gitmeme izin verdiği için aptalca davrandığını, gururlu oldukları, başlarını efendinin önünde bile eğmedikleri için Mr. Shelby’yle ailesinden nefret ettiğini, benim de sizlerden gururlu olmayı öğrendiğimi, artık buraya gelmeme izin vermeyeceğini, bana bir karı bulup beni onun evinde oturtacağını söyleyip duruyor. Önceleri beni azarlarken de bu tür bir şeyler geveleyip duruyordu ama dün Nina’yı alıp bir kulübede oturmamı, yoksa beni nehrin aşağısında bir yerlere satacağını söyledi.”

“Ama bizim seninle resmî nikâhımız var, aynı beyazmışsın gibi!” dedi Eliza sadelikle.

“Bir kölenin evlenemeyeceğini bilmiyor musun sen? Ülkede böyle bir yasa yok, bizi ayırmaya karar verirse seni karım olarak elimde tutamam ki! O yüzden keşke görmeseydim, keşke doğmasaydım, dedim, ikimiz için de daha iyi olurdu, zavallı çocuk için de hiç doğmaması daha iyiydi. Tüm bunlar ona da olabilir!”

“Ama benim efendim çok iyi yürekli!”

“Tamam da, belli mi olur? Mr. Shelby ölebilir ya da çocuk kimsenin tanımadığı birine satılabilir. Yakışıklı, akıllı, yetenekli olmasının ne yararı var? Bak, sana bir şey söyleyeyim mi Eliza, çocuğunun sahip olduğu her iyi ve hoş şey için bir kılıç ruhunu delecek çünkü bunlar onu senin alıkoyamayacağın kadar değerli kılacak!”

Sözcükler Eliza’nın yüreğine olanca ağırlığıyla tokat gibi indi; tüccar gözünün önüne geldi, biri ölümcül bir darbe indirmiş gibi beti benzi attı ve soluğu tıkandı. Endişeli bakışlarla bu ağır konuşmadan sıkılıp verandaya çıkmış, Mr. Shelby’nin bastonunu at yapmış, zafer kazanmışçasına bir aşağı bir yukarı koşan çocuğa baktı. Kocasına kaygılarını anlatmalıydı ama sonra kendini tuttu.

“Yoo, zavallıcığın zaten derdi başından aşkın,” diye düşündü. “Hayır söylemeyeceğim ona, hem doğru olmaz ki! Hanımım bizi aldatmaz.”

“Eh Eliza, kızcağızım,” dedi kocası acı dolu bir sesle, “şimdi dayanman ve vedalaşman gerekiyor, ben gidiyorum.”

“George George! Nereye gidiyorsun?”

“Kanada’ya.” Kendini toparlamaya çalışıyordu. “Oraya vardığımda seni satın alacağım, bize kalan tek umut bu. Senin iyi yürekli bir efendin var, satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı satın alacağım, Tanrı’nın yardımıyla yapacağım bunu!”

“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”

“Yakalanmayacağım Eliza. Yakalanmaktansa ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”

“Kendini öldürmeyeceksin değil mi?”

“Ona gerek yok. Nasılsa beni hemen öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler.”

“Ah, George, hatırım için, n’olur dikkatli ol! Kötü bir şey yapma, ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok… kafaya takmışsın ama yapma… yani gitmen gerekiyorsa git ama dikkatli ol, akıllı davran ve Tanrı’ya sana yardım etmesi için dua et.”