скачать книгу бесплатно
Öğren öyleyse masum Doğulu arkadaş, çamurun dipsiz ve inanılmaz derinlikte olduğu Batı’nın ilgisiz kalmış yörelerinde, yollar yan yana dizilmiş, üstü de toprak, kesek, ele ne geçerse onunla kaplanmış yuvarlak, kaba yontulmuş kütüklerden yapılır, sonra da oralılar buna yol deyip dosdoğru üstünden geçerlerdi. Zamanla, yağmurlar keseği, otu yıkayıp atar, kütükleri hoş görüntüler oluşturacak biçimde oraya buraya, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, kara çamur oluşan derin yarıklardan içeri dolardı.
İşte böyle bir yolda senatörümüz sürçe tökezleye ilerliyor, beklenileceği gibi durumu aralıksız kınıyor, araba, çamura bata çıka sekiyor, senatör, kadın ve çocuk daha yerlerine tam yerleşmeden oturuş biçimleri öyle çabuk değişiyordu ki, kendilerini arabanın arka penceresine yapışmış buluyorlardı. Araba bir anda saplanıyor, dışarıda Cudjoe’nun atları toparlamak için didindiği duyuluyordu. Dizginleri çekiştirip duruyor ve tam senatör tüm sabrını yitirmek üzereyken araba ansızın bir zıplamayla dikiliyor, ön tekerlekler başka bir dipsiz çukura dalıyor ve senatör, kadın ve çocuk karmakarışık ön koltuğa yuvarlanıyorlar, senatörün şapkası teklifsizce gözleriyle burnuna düşüyor, o da kendini enikonu tükenmiş duyumsuyor, çocuk ağlıyor, dışarıda Cudjoe, kamçının yinelenen vuruşları altında çifte atan, çamurun içinde bata çıka debelenen ve çok zorlanan atları canlandıracak bir şeyler haykırıyordu. Araba bir kez daha sıçrıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın, çocuk bu kez arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının başlığına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın şiddetli sarsıntıdan uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra batak aşıldı ve atlar soluyarak durdu, senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltti, çocuğu pışpışladı ve kendilerini gelecek olana hazırlamak için soluklandılar.
Bir süre yalnızca başka seslere, yan tekerleklerin çamura batışının ve tüm arabanın sarsılışının sesine karışmış olarak, “Bomb bomb!” sesleri duyuldu yalnızca, içindekiler durumun o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda önce tümünü bir anda havaya fırlatıp ardından da yerlerine çarpan müthiş bir saplanmayla araba durdu, dışarıdaki kargaşanın ardından Cudjoe kapıda göründü.
“Lütfen efendim, burası berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Raylara çıksak, diye düşünüyorum.”
Senatör umutsuzca adımını dışarı attı, sakınarak tutunacak sağlam bir şey arandı, ayağını derinliği belirsiz çamura uzattı, onu geri çekmek isterken dengesini yitirerek çamurun içine yuvarlandı ve çok umut kırıcı bir durumdan Cudjoe tarafından çekip çıkarıldı.
Ama biz okuyucularımızın duygularına seslenerek onları kandırmaktan kaçınıyoruz.
Gece yarıları arabalarını çamur çukurlarından kaldıraçla çıkartmak için raydan yapılmış parmaklıkları sökmek gibi ilginç bir yöntem icat eden Batılı gezginler bizim bahtsız kahramanımızın durumunu çok iyi anlayacaklardır. Onlardan sessiz bir damla gözyaşı döküp geçmelerini rica ediyoruz.
Gece geç saatlerde araba her yanından sular damlayarak, çamur içinde koyaktan çıktı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.
İçeridekileri kaldırmak için bir süre uğraştılar, sonunda saygın mal sahibi görünüp kapıyı açtı. İriyarı, uzun boylu, her yanı kıllarla kaplı bir devdi. Çoraplarıyla rahatça bir seksenden uzundu, üstünde kırmızı faniladan bir avcı gömleği vardı. Arapsaçı gibi karmakarışık çok gür, kum rengi saçları özellikle öyle bırakılmış gibiydi, birkaç günlük sakalın bu değerli zata verdiği görünüş en hafif deyişle pek alımlı sayılmayacağıydı. Şamdanı yukarıda tutarak birkaç dakika durdu, gezginlerimize gözlerini kırpıştırarak insana gülünç gelen kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle baktı. Olayı tam olarak kavramasını sağlamak senatörümüzün epey çabasını gerektirdi, o bu konuda elinden geleni yaparken biz, okuyucularımıza dostumuzu biraz tanıtalım:
İhtiyar dürüst John Van Trompe, Kentucky eyaletinde hatırı sayılır bir toprak ve köle sahibiydi. Kürkünden başka şeyi olmayan ayı misali, devasa görünüşüne uyan yüce, dürüst, haktanır bir yürekle ödüllendirilmiş olan Trompe, yıllardır baskı altında tuttuğu bir tedirginlikle zulüm yapan için de yapılan için de eşit oranda kötü çalışan bir sistemi gözlemlemekteydi. Sonunda günün birinde John’un koca yüreği öylesine büyüdü, şişti ki, çalışma masasından çek defterini aldığı gibi Ohio’ya gitti, iyi, zengin toprağı olan bir ilçenin dörtte birini satın alıp kadın, erkek, çocuk, kölelerinin tümünü azat ettiğini gösteren kâğıtları hazırladı, sonra da onları vagonlara doldurdu, yerleşecekleri yerlere gönderdi, ardından da “dürüst John” yüzünü koyağa dönüp kendi halindeki çiftliğinde vicdanının emrettiğinin gereğini yerine getirmiş olarak rahat, sessiz sedasız, kendi halinde bir yaşam sürmeye başladı.
Senatör açık açık, “Zavallı bir kadıncağızla çocuğu köle avcılarından kurtaracak biri olduğunuz doğru mu?” diye sordu.
Dürüst John dikkat çekici bir vurguyla, “Öyle olduğumu düşünmeyi yeğlerim,” dedi.
“Tahmin etmiştim.”
İyi adam uzun kaslı kolunu kaldırarak, “Gelen olursa, onu karşılamaya hazırım, her biri bir seksen boyunda yedi de oğlum var, onlar da hazır. O adamlara selamımızı söyleyin, ne zaman isterlerse gelsinler, bizim için fark etmez,” dedi ve parmaklarını sazdan bir dam gibi başını örten o şaşırtıcı saçlarından geçirerek müthiş bir kahkahaya boğuldu. Yorgun, tükenmiş ve canı çekilmiş Eliza, kucağında derin derin uyuyan çocuğuyla kapıya kadar adeta süründü. Sert adam şamdanı yüzüne yaklaştırıp şefkatle bir şeyler homurdandı, sonra bulundukları büyük mutfağa bitişik küçük bir yatak odasının kapısını açarak kadına içeri girmesini işaret etti. Bir şamdan aldı, yakarak masanın üstüne koydu, sonra Eliza’ya, “Şimdi beni iyi dinle kızım, zerre kadar korkmana gerek yok, kim gelirse gelsin. Ben öyle şeylere alışkınım,” dedikten sonra şöminenin rafında duran iki-üç tane tüfeği gösterdi, “beni tanıyan pek çok insan, ben istemeden evimden birini çıkarmaya çalışmasının hiç de sağlıklı olmayacağını bilir. Onun için siz şimdi anneniz sizi sallıyormuşçasına rahat uyuyun,” dedi ve kapıyı kapattı.
Senatöre, “Vay vay, bu kız az rastlanır güzellikte,” dedi, “eh zaten, temiz bir kadında olması gereken duyguları varsa, en haklı kaçış nedenleri güzeller içindir. Bunları iyi bilirim.”
Senatör birkaç sözcükle Eliza’nın öyküsünü kısaca özetledi.
İyi yürekli adam acımayla, “Ah ah, duymak bile istemezdim! Vah vah! Doğa böyledir işte, zavallıcık geyik gibi avlanmış! Bir annenin elinden başka türlüsü gelmediği ve doğal duyguları olduğu için! Biliyor musunuz, böyle şeyler görünce sövesim geliyor, hem de her şeye,” dedi ve çilli kocaman sarı elinin tersiyle gözlerini sildi. “Bakın size ne söyleyeceğim yabancı, bizim oralarda papazlar çok önceleri İncil’den bir sürü şeyin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, onun için de ben İncil’e uzun yıllar önce boş vermiştim, Yunanca ve İbranice de bilmiyordum nasılsa, ben de İncil mincil hepten boş verdim. Yunanca İncil’i anlayan bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye adımımı atmadım. O papazın anlattıklarından sonra bu işe biraz asılmaya karar verip kiliseye gittim, olay bu işte.” Tüm bu konuşma süresince böyle önemli anda sunmak için çok süslü şişelenmiş bir elma şarabının mantarını açmakla uğraşmıştı.
Senatöre “Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur,” dedi içtenlikle, “şimdi emektarı çağırıp bir saniyede yatağınızı hazırlatırım.”
“Teşekkür ederim sevgili dostum,” dedi senatör, “gidip bu gece Colombus’ta görünmemde fayda var.”
“Eh, pekâlâ, gitmeniz gerekiyorsa ben de sizinle biraz gelirim, oraya varmak için geldiğiniz yoldan daha iyi bir dörtyol ağzı gösteririm. Öbürü pek berbattır.”
John giyindi, az sonra bir elinde fenerle senatörün arabasının önünde, evin arkasından yokuş aşağı inen yoldaydı. Ayrılacakları zaman senatör adamın avucuna on dolarlık bir banknot koydu. Kısaca, “Onun,” dedi.
John da aynı biçimde kısa ve öz, “Baş üstüne,” dedi.
El sıkışıp ayrıldılar.
10
Mal taşınıyor
Şubat sabahı, Tom Amca’nın kulübesinin penceresinden gri görünüyor, ince bir yağmur çiseliyor, kederli yüzlere, acılı yüreklere yansıyordu. Ateşin önünde ütü beziyle kaplı küçük bir masa duruyordu, kaba saba ama temiz bir-iki gömlek yeni ütülenmiş, ateşin başındaki iskemlenin arkasına asılmış, Chloe Teyze’yse önüne bir yenisini yaymıştı. Son derece titiz bir özen göstererek her kıvrımla her dikiş payını önce eliyle düzeltip sonra da dikkatle ütülüyor, arada bir yanaklarından yuvarlanan yaşları silmek için elini kaldırıyordu.
Tom, dizinde açık İncil’le yanı başında oturuyordu, başını eline dayamıştı, ikisi de konuşmuyordu. Henüz erkendi, çocuklar küçük tekerlekli yatakta hep birlikte uyuyorlardı.
Her dirhemi iyilikle dolu, şefkatli, evine düşkün bir yüreği olan Tom, bu mutsuz ırkın tipik bir örneği olarak kalktı, çocuklarına bakmak için sessizce yaklaştı.
“Son kez,” dedi.
Chloe Teyze hiç sesini çıkarmadı, elle düzelebilecek kadar düzelmiş olan kaba gömleği, sıvazladı da sıvazladı, sonunda da ütüsünü umutsuzlukla ansızın kumaşın kıvrımları arasına bastırıverdi ve masanın başına oturup yüksek sesle ağlamaya başladı.
“Diyelim ki boyun eğmemiz gerekiyor ama ah Tanrı’m, nasıl yapabilirim bunu! Nereye gittiğini ya da sana nasıl davranacaklarını bilsem neyse! Hanımım bir-iki yıl içinde seni geri almaya çalışacağını söylüyor ama Tanrı’m, oralara giden geri gelmez ki! Öldürüyorlar! Onları o ekim alanlarında nasıl çalıştırdıklarını duydum ben!”
“Orada da buradaki Tanrı var Chloe.”
“Eh, diyelim ki öyle ama Tanrı bazen korkunç şeylerin olmasına izin veriyor. Öyle düşünmek içimi hiç de rahatlatmıyor.”
Tom, “Tanrı’nın elindeyim,” dedi, “hiçbir şey onun izninden öteye geçemez, bir tek şey için O’na hep şükredeceğim. Satılan ve giden sen ya da çocuklar değil de ben olduğum için. Siz burada güvendesiniz, olan yalnızca bana olacak ve Tanrı, O bana yardım eder, edeceğini biliyorum.”
Ah gözüpek, yiğit yürek, sevdiklerini rahatlatmak için kendi acını nasıl da örtüyorsun! Tom kalın bir tonda, boğazında zehir gibi bir tıkanmayla konuşmuştu ama sesi yine de yürekli ve güçlüydü. Titreyerek, “Bize lütfedilenleri düşünelim,” diye ekledi. Onların üstünde çok iyi düşünmenin gerektiğinden en küçük bir kuşkusu yokmuş gibi konuşmuştu.
“Lütuf mu? Ben bunda lütuf görmüyorum, doğru değil, böyle olması doğru değil! Efendi onun borçlarını ödemen için alınmana asla izin vermemeliydi. Senin için verdiği parayı iki katıyla kazanarak geri ödedin. Sana özgürlüğünü borçlu, yıllar önce vermesi gerekirdi. Belki şu anda efendinin elinden başka bir şey gelmiyor ama bunun yanlış olduğunu hissediyorum. Bu duyguyu hiç kimse içimden çıkartamaz. Sen hep sadık davrandın, onun işlerini kendinden çok önemsedin, onu karınla çocuklarından daha çok düşündün! Kendi açmazlarından çıkmak için yürek sevgisiyle yürek kanı satıyorlar, Tanrı da bunun hesabını soracak!”
“Chloe! Beni seviyorsan, böyle konuşmayacaksın, son kez birlikte oluyor olabiliriz! Bak sana söyleyeyim Chloe, efendi aleyhine tek söz bile duymak zoruma gidiyor. O benim kollarıma bebekken verilmedi mi? Onun için iyi düşünmem doğal. Ayrıca zavallı Tom’u çok da fazla düşünmesi gerekmez. O kendisine böyle davranılmasına alışık, bana fazla kafa yorduğunu sanmam. Bu hiçbir biçimde beklenemez zaten. Onu öbür efendilerle kıyasla da söyle bakalım, kimde benim yaşamım oldu, kime benim gibi davranıldı? Önceden görebilseydi bunun başıma gelmesine asla izin vermezdi. Vermeyeceğini biliyorum.”
İnatçı bir doğruluk duygusunu başta gelen özelliklerinden biri olarak taşıyan Chloe Teyze, “Her neyse, yine de bir yerlerde bir yanlış var,” dedi, “tam olarak nerede olduğunu çıkaramıyorum ama bir yerde bir yanlış var, ondan hiç kuşkum yok.”
“Yukarıdaki Tanrı’ya bakmalısın, O her şeyin üstünde, O’ndan izinsiz tek serçe düşmez.”
“Bu beni pek rahatlatmıyor ama umarım öyledir,” dedi Chloe Teyze, “yine de bunu konuşmanın yararı yok, mısır ekmeğini ıslattım, sana da güzel bir kahvaltı için bir tane vereceğim, bir daha ne zaman kahvaltı edeceğini kimse bilemez.”
Güney’e satılan zencilerin çektikleri acıları kavrayabilmek için bu ırkın içgüdüsel duygularının özellikle güçlü olduğunu anımsamak gerekir. Bir yere duydukları bağlılık son derece güçlüdür. Yaradılış olarak cüretkâr ve açıkgöz değillerdir ama evcimen ve duyarlıdırlar. Buna bir de bilgisizlik ve bilinmeyenden duyulan korkuları eklerseniz, Güney’e satılmanın zencilerde çocukluktan beri cezalandırmanın son aşaması kabul edilmesini anlarsınız. Kırbaçlanmak ya da her tür işkence görmekten daha korkutucu bir gözdağı varsa, o da nehrin aşağısına gönderilmektir. Biz bu duyguyu onlar dile getirdiğinde duyduk ve dedikodu saatlerinde oturup “nehrin aşağısı” için korkunç öyküler anlattıklarında o içten korkuyu yüzlerinde gördük.
“O keşfedilmemiş ülke ki ırmaklarından
Dönmez giden hiçbir gezgin.”
Kanada’daki kaçaklar arasındaki çalışan bir misyonerin dediğine göre, kaçakların pek çoğu öbürlerine kıyasla daha iyi efendilerden kaçtıklarını ve kendilerinin, kocalarının, çocuklarının ya da karılarının tepelerinde asılı duran, “Kıyamet Günü” olarak niteledikleri Güney’e satılmanın umutsuz dehşetiyle kaçışın tehlikelerine göğüs germeyi kafaya koyduklarını itiraf etmişlerdir. Bu korku, yaradılış olarak sabırlı, çekingen, açıkgöz olmayan Afrikalıyı kahramanca bir yiğitlikle yüreklendiriyor ve onun açlığa, soğuğa, acıya, bilinmeyen toprakların tehlikelerine, yeniden ele geçirilmenin en korkunç yanı olan ceza paralarına katlanmasına neden oluyordu.
Mrs. Shelby, Chloe Teyze’nin büyük evdeki görevine izin verdiğinden, masanın üstünde basit bir sabah kahvaltısının dumanı tütüyordu. Zavallı kadıncağız kalan tüm gücünü bu veda şölenine harcamıştı, en iyi tavuğu kesip yolmuş, mısır ekmeğini olanca titizliğiyle tam kocasının damak zevkine göre pişirmiş, şöminenin rafından gizemli kavanozlar indirmiş, özel durumlar dışında ikram edilmeyen reçeller çıkarmıştı.
Mose zaferle, “Aziz Peter,” dedi, “ulan kahvaltının âlâsı yok mu bizde!” Bir yandan da bir parça tavuk kaptı.
Chloe Teyze onun kulağına bir tokat patlatarak, “Durun bakalım! Zavallı babacığınızın evde edeceği son kahvaltıya leş kargaları gibi üşüşmeyin!” dedi.
Tom yumuşak başlılıkla, “Aaa Chloe!” diye uyardı karısını.
Chloe Teyze, “Eh, elimde değil,” diyerek yüzünü önlüğüne gömdü. “Öyle altüst oldum ki, çirkin davranıyorum.”
Çocuklar kımıldamadan duruyordu, önce babalarına, sonra annelerine baktılar, bebek emredici, zorbaca bir ağlama tutturarak annesinin eteklerine tırmanmaya başladı.
“Gel!” dedi Chloe Teyze, gözlerini silerek bebeği aldı. “Tamam, şimdi iyiyim sanırım, hadi bir şeyler ye. Bu en iyi tavuk. Siz de çocuklar, siz de yiyeceksiniz, zavallıcıklar! Anneniz bir de kızdı size.”
Çocuklar daveti ikiletmeden büyük bir istekle yiyeceklerin başına geçtiler, iyi ki de öyle yaptılar, yoksa ortada eğlenti adına bir şey kalmayacaktı.
Kahvaltıdan sonra telaşla oradan oraya koşmaya başlayan Chloe Teyze, “Şimdi, giysilerini yerleştirmeliyim,” dedi. “Ne var ne yoksa almalısın yanına. Oradaki durumu tahmin edebiliyorum! Şimdi bak romatizman için fanilalar şu köşede, dikkat et artık kimse sana fanila dikmeyecek. Bunlar eski gömleklerin, bunlar da yeniler. Çoraplarının burunlarını dün gece ördüm, örme topunu da içine koydum. Aman Tanrı’m! Kim örecek artık onları senin için?” Yine duygularına yenilerek başını kutuya dayadı ve ağlamaya başladı. “Düşününce… iyi de olsan kötü de olsan hiçbir yaratık senin için hiçbir şey yapmayacak artık! Gerçekten iyi olman için artık bir neden yok!”
Kahvaltı masasının üstünde ne var ne yok silip süpüren oğlanlar, yavaş yavaş durumu kavramaya başlamışlardı, annelerini ağlar, babalarını da onca üzgün görünce sızlanmaya, ellerini gözlerine götürmeye başladılar. Tom Amca, bebeği dizine oturtmuştu, istediğince sınırsız eğlenmesine ses çıkarmıyordu, o da onun yüzünü tırmalıyor, saçını çekiyor, arada iç dünyasına yansıyanların bir göstergesi olarak gürültülü çığlıklar atıyordu.
“Ah, hadi çekil bakalım oradan, zavallı yaratık!” dedi Chloe Teyze. “Sana da sıra gelecek! Sen de kocanın satıldığını görmek için yaşayacaksın, belki kendin de satılacaksın, oğulların da er geç satılacak, iyi de davransalar kötü de, zavallı zenciler için değişen bir şey yok.”
O anda oğlanlardan biri bağırdı:
“Hanımımız geliyor!”
“Bir yararı olmaz ki, neden geliyor?” dedi Chloe Teyze.
Mrs. Shelby içeri girdi. Chloe Teyze ona özellikle belirgin bir terslik, huysuzlukla bir iskemle koydu. Mrs. Shelby bu tavrı görmemezlikten geldi. Solgun, kaygılı görünüyordu.
“Tom,” dedi, “gelmemin nedeni…” Ansızın suskun oturanlara gözü ilişince, iskemleye çöktü, mendiliyle yüzünü kapatarak hıçkırmaya başladı.
Chloe Teyze, “Tanrı’m, aman hanımım, yapmayın, yapmayın!” dedi ve gözyaşlarına boğulma sırasını savdı, ardından birkaç dakika birlikte ağladılar. Birlikte azlı çoklu döktükleri yaşlar tüm yürek yangınlarının ve üstlerine yüklenen yükün öfkesini eritti.
Ah sen, üzgünü ziyaret eden, biliyor musun ki soğuk, başka yana dönük bir yüzle verilmiş parayla satın alabileceğin her şey, gerçek yürek yakınlığıyla dökülmüş tek bir içten gözyaşıyla boy ölçüşemez!
Mrs. Shelby, “İyi çocuğum benim, sana işine yarayacak bir şey veremem, para versem, elinden alınır ama sana ciddiyetle ve Tanrı’nın huzurunda söylüyorum ki, izini süreceğim ve parayı bulur bulmaz da geri alacağım, o zamana kadar Tanrı’ya güven!”
Bu noktada oğlanlar bağırarak Efendi Haley’in geldiğini haber verdi, az sonra selamsız sabahsız bir tekmeyle kapı açıldı. Haley eşikte bir gece önceyi at sırtında geçirmiş olarak, avını yeniden ele geçirmekte gösterdiği başarısızlık konusunda asla yatıştırılacak gibi görünmeyen aksi tavrıyla duruyordu.
“Gel, sen zenci, hazır mısın? Hizmetinizdeyim hanımefendi!” diyerek Mrs. Shelby’yi gördüğü an şapkasını çıkardı.
Chloe Teyze sandığı kapayıp iple bağladı, doğrulurken tüccara ters ters baktı, gözyaşları bir anda kıvılcım kesilmişti.
Tom yeni efendisini izlemek için uysallıkla ayağa kalktı ve ağır sandığını kaldırıp omzuna aldı. Karısı arabaya kadar Tom’un peşinden gelmek için bebeği kucağına aldı, hâlâ ağlayan çocuklar arkada dizildi.
Mrs. Shelby tüccara doğru yürüyerek, onunla içtenlikle konuşup birkaç dakika geciktirdi, bunu yaparken tüm aile de kapıda atları koşulmuş hazır duran arabaya yaklaştı. Çevrede ne kadar genç, yaşlı varsa onlar da eski dostlarına veda etmek için çevresine toplandı. Tom başhizmetli ve Hıristiyanlık öğreticisi olarak görülüyordu. O yüzden de bu olay özellikle kadınlar arasında büyük acı ve içten yakınlık uyandırmıştı.
Açıkça ağlayan kadınlardan biri, arabanın yanında duran Chloe Teyze’nin sıkıntılı soğukkanlılığını görünce, “Sen bizden iyi dayanıyorsun Chloe!” dedi.
O da yaklaşan tüccara bakarak zulüm altında gücünü yitirmemiş birinin tavrıyla, “Benim gözyaşlarım bitti. O ihtiyar için ağlamak artık içimden gelmiyor!” dedi.
Haley asık yüzleriyle ona bakan hizmetçilerin arasından geçip Tom’a, “Gir içeri!” dedi.
Tom içeri girdi, Haley arabanın oturacak yerinin altından ağır bir çift pranga çıkararak çabucak zencinin ayak bileklerine taktı.
Arabayı çevreleyenler arasından baskı altında tutulan öfke dolu bir karşı çıkma homurtusu yükseldi ve verandadan Mrs. Shelby’nin sesi duyuldu:
“Mr. Haley, inanın bana, bu önlem son derece gereksiz!”
“Bilemiyorum hanımefendi, sizin burası bana beş yüz dolar kaybettirdi, daha fazla tehlikeye girmek istemiyorum.”
Chloe Teyze öfkeyle, “Ondan başka ne beklenebilir ki?” dedi, bu arada babalarının yazgısını kavramaya başlayan iki oğlan şiddetle ağlayıp hıçkırarak analarının eteğine yapışmıştı.
“Efendi George’un uzakta olmasına üzülüyorum,” dedi Chloe Teyze.
George, komşu malikânedeki bir arkadaşıyla birkaç gün geçirmeye gitmiş, Tom’un kötü yazgısı duyulmadan, onun da kulağına gelmeden sabah erkenden çıkmıştı. Tom içtenlikle, “Efendi George’a sevgilerimi iletin,” dedi.
Haley atı kırbaçladı, Tom’un son âna kadar aile ocağına dikili kalan acı dolu bakışının ardından tekerlekler döndü ve Tom götürüldü.
Bunlar olurken Mr. Shelby evde yoktu. Tom’u korktuğu bir adamın elinden kurtulmak için zorunluluğun kışkırtmasıyla satmış, pazarlığın sonuçlanmasının ardından duyduğu ilk şey de ferahlık olmuştu ama karısının dostça uyarıları yarı uyuşuk pişmanlık duygularını canlandırmış, Tom’un bir erkeğe yaraşır, kendi çıkarını gözetmeyen tavrı Mr. Shelby’nin duygularının tatsızlığını katmerlemişti. Boş yere bunu yapmaya hakkı olduğunu kendi kendine söyleyip durmuş, bunu herkes yapıyor, bazısıysa zorunluluk bahanesi bile olmadan yapıyor falan demişti ama duygularını hoşnut edememişti, o da olayın gerçekleşeceği anın tatsız sahnelerine tanık olmamak için dönünceye kadar her şeyin biteceğini umarak kuzeye kısa bir iş gezisine gitmişti.
Tom ile Haley tozlu yolda takırdayarak ilerliyorlardı, Tom’un çok iyi tanıdığı eski bir yoldan malikâne gözden yitene ve iyice gerilerde kalana kadar gittiler, sonunda kendilerini geniş bir anayolda buldular. Bir mil kadar gittikten sonra Haley ansızın bir nalbant dükkânının önüne çekti ve küçük bir değişiklik yaptırmak için elinde bir çift kelepçeyle içeri girdi. Haley prangayı gösterip Tom’u işaret ederek, “Bunlar ona çok küçük geliyor,” dedi.
“Tanrı’m, yoksa bu Shelby’nin Tom’u mu? Satmadı ya onu?” dedi nalbant.
Haley, “Evet sattı,” dedi.
“Aa, yok canım! Eh yani… kim derdi ki! Onu böyle prangalamanıza gerek yok ki, o dünyanın en sadık, en iyi insanıdır.”
Haley, “Tamam tamam ama sizin iyi adamlarınız hep kaçmak isteyen yaratıklar oluyor. Aptal olanları nereye gittiğine aldırmıyor, sünepe sarhoşlarsa peşine takılacakları hiçbir şeyi umursamıyor, oraya buraya yük gibi taşınmaktan hoşnut bile oluyorlar ama sizin bu ‘as’larınız bundan günah kadar nefret eder. Onları palangalamaktan başka yolu yoktur, bacakları vardır ve kullanacaklardır, bundan kuşku duyma,” dedi.
Nalbant gereçleriyle uğraşırken bir yandan, “Eh, oradaki o ekim alanları Kentucky’li zencilerin gitmek isteyebilecekleri bir yer değil, oraya gider gitmez ölüyorlar, öyle değil mi?” dedi.
“Evet, öyle, gider gitmez ölüyorlar ya iklimden ya da başka şeyden, pazarı canlı tutmak için ölüyorlar işte,” dedi Haley.
“İnsan, Tom kadar sessiz, uysal ve iyi birinin o şeker tarlalarına gitmesinin ne kadar yazık olduğunu düşünmeden edemiyor.”
“Eh, o daha adil bir fırsat yakaladı! Ben ona iyi davranacağıma ilişkin söz verdim. İyi, eski bir aileye ev hizmetçisi olarak vereceğim, ateşe ve iklime dayanabilirse, her zencinin isteyebileceği bir işi olacak.”
“Karısıyla çocuklarını burada bırakıyor sanırım?”
“Evet ama orada başkasını bulur. Her yerde yeterince kadın var,” dedi Haley.
Bu konuşma sürerken Tom çok kederli ve üzgün, arabada oturuyordu. Ansızın arkasında bir at nalının çıkardığı hızlı, kesik tıkırtıyı duydu ve şaşkınlığından sıyrılamadan genç Efendi George arabaya atladı, kollarını paldır küldür Tom’un boynuna dolayarak olanca gücüyle hıçkırıp ilenmeye başladı.
“İşte açıkça söylüyorum ki, bu gerçek kötülük. Ne dedikleri umurumda bile değil, hiçbirinin! Bu berbat, kötü bir ayıp! Ben bir yetişkin olsaydım bunu asla yapamazlardı, yine de yapmamalılar!” George bastırılmış bir ulumayla konuşuyordu.
“Ah Efendi George! Buna çok sevindim! Sizi görmeden gitmeye dayanamazdım. Bana öyle iyi geldi ki, bunu anlatamam size!”
Sözünü bitirince Tom ayaklarını hareket ettirdi ve George’un gözü prangalara ilişti.
“Rezalet!” diye ellerini kaldırarak bağırdı. “O ihtiyarı gidip yumruklayacağım! Yapacağım bunu!”
“Hayır, yapmayacaksınız Efendi George, bu kadar yüksek sesle de konuşmamalısınız. Onu kızdırmanızın bana hiçbir yararı olmaz.”
“Eh, öyleyse senin hatırın için yapmam ama düşününce… rezalet değil de nedir? Bana haber vermediler, tek söz etmediler Tom, Lincon’a gitmeseydim, duymayabilirdim. Bak, sana söylüyorum, evde hepsinin ama hepsinin yuvasını yapacağım!”
“Korkarım bu doğru olmaz Efendi George.”
“Elimde değil! Bunun utanç verici olduğunu söylüyorum! Bak, Tom Amca,” diyerek sırtını dükkâna döndü, gizemli bir ses tonuyla, “sana dolarlarımı getirdim!” dedi.