Читать книгу Büyük evin küçük hanımefendisi (Джек Лондон) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Büyük evin küçük hanımefendisi
Büyük evin küçük hanımefendisi
Оценить:
Büyük evin küçük hanımefendisi

3

Полная версия:

Büyük evin küçük hanımefendisi

“Kuş sürüleri dağılıyor,” dedi Dick.

“Bu da bahar geliyor demek oluyor,” diye haykırdı Paula.

“Ve güzel havalar geliyor demek oluyor.”

“Ve de aşkın zamanı geliyor!”

“Ve yuva yapmanın ve yumurtlamanın zamanı geldi demek oluyor,” dedi Dick kahkaha atarak. “Dünya hiç bu sabahki kadar bereketli görünmedi. Leydi Isleton bir batında on bir yavru doğurdu. Angoralar bu sabah yavrulamak için aşağı indirildiler. Onları görmeliydin. Ayrıca yabani kanaryalar avluda saatlerdir evliliği tartışıyorlar. Sanırım bazı özgür aşk yanlıları modern aşk teorileri uğruna tek eşli cennetlerini yıkmaya çalışıyor. Bu tartışma boyunca uyuman bir mucize. Dinle! İşte gidiyorlar. Bu alkış mı? Yoksa ayaklanma mı?”

Bu sırada neşeyle çalınan kaval sesine benzeyen, tiz perdeler ve heyecanlı çığlıklar içeren bir cıvıldama sesi duyuldu. Dick’le Paula zevkle kulak kesildiler. Ancak bir anda, kıyamet kopmuş gibi aniden, aynı derecede vahşi, aynı derecede müzikal ve aynı derecede aşkla dolu tutkulu, ama ses tonunun yüksekliği nedeniyle çok büyük, baskın ve korkunç bir ses patlamasıyla minik, mükemmel âşıkların mikrofonik korosu sustu, kesildi.

Erkekle kadının istekli gözleri hemen büyük pencerelerin yatak odasının tellerinin ardındaki koridordan, leylaklarla çevrili yola çevrildi ve nefeslerini tutarak aşkını ilan eden görkemli kısrağın görünmesini beklediler. Kısrak daha görünmeden yine kişnediğinde Dick şunları söyledi:

“Sana bir şarkı söyleyeceğim, benim kibirli küçük ay ışığım. Bu şarkı benim değil. Mountain Lad (Dağ Delikanlısı) atının. Kişnerken bunu söylüyor. Dinle! Yine söylüyor. Şöyle diyor: “Beni dinleyin! Ben Eros’um. Dağlarda ayaklarımı vurarak yürüyorum. Geniş vadileri dolduruyorum. Kısraklar beni duyuyor ve sessiz otlaklarında irkiliyorlar; çünkü beni tanıyorlar. Otlar daha çok büyüyor, toprak bereketle dolu ve ağaçlar canlandı. Bahar sayesinde. Bahar benim. Ben bahar krallığımın hükümdarıyım. Kısraklar sesimi hatırlıyor. Beni önceden, annelerinin döneminden tanıyorlar. Duyun beni! Ben Eros’um. Dağlarda ayak sesim yankılanıyor ve geniş vadiler benim habercim, geliş sesimi yansıtıyorlar.”

Paula kocasına daha da sokuldu ve dudakları onun alnına dokunurken kocası onu iyice kendine çekti. İkisi leylakların arasındaki boş yola bakarken yolun, Mountain Lad’in görkemli görüntüsüyle doluşunu izledi. Atın kendisi heybetli ve şahane görünürken sırtındaki sivrisineğe benzeyen insan saçmalık derecesinde küçüktü. Gözleri vahşi ve tutkuluydu; genelde atların gözlerini kaplayan mavi pırıltı görülüyordu. Ağzı, keyifli olmanın getirdiği köpük ve endişenin izlerini taşısa da, sabırsızlıkla parlıyordu, şimdi etrafı sarsan güçlü çağrıyı yapmak için havaya kalkmıştı.

Neredeyse bir akis gibi, uzaktan bir yerden cevap niteliğinde zayıf, tatlı, hafif bir kişneme sesi duyuldu.

“Bu Fotherington Princess,” dedi Paula yavaşça.

Mountain Lad bir kez daha çağrısını tekrarladı ve Dick şarkı söylemeye başladı.

“Beni dinleyin! Ben Eros’um! Dağlarda ayak sesim yankılanıyor!”

Sonra bir anda kocasının kollarındaki Paula kocasının bu muhteşem ata duyduğu hayranlığa içerlediğini fark etti. Ama bu içerleme kayboldu ve ona borçlu olduğunu kabul ederek neşeyle:

“Ve şimdi, Red Cloud (Kırmızı Bulut) meşe palamudunun şarkısı!” dedi. Dick yarı boş gözlerle bakışlarını parmağının durduğu broşürden ona çevirdi ve aynı neşeli perdeden şarkısına başladı:

“Palamutlar gökyüzünden indi! Kısa palamutları vadiye dikiyorum! Uzun palamutları vadiye dikiyorum! Ben filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu filizleniyorum, filizleniyorum!”

Bu şarkı söyleme anında Paula kocasına yaslanmıştı ama bunu izleyen ilk anlarda parmağının yer tuttuğu domuz broşürünü tutan elin huzursuz hareketini hissetti ve gözlerinin düşünmeden ama hızlıca masasının üstündeki saate kaydığını fark etti. Saat 11.25’i gösteriyordu. Paula ona bir kez daha sarılmaya çalıştı ama girişimi, aynı derecede gönülsüzlükle, hafif bir incinme duygusuyla yapılmıştı.

“Sen tuhaf ve harika bir Kırmızı Bulutsun,” dedi yavaşça. “Bazen senin tamamen Kırmızı Bulut olduğuna, meşe palamutlarını ektiğine ve ekme işleminin vahşi sevinciyle şarkını söylediğine inanıyorum. Bazen de, bana ultra modern bir adam gibi görünüyorsun, işgal istatistiklerinde Truva maceralarını bulan; test tüpleri ve şırıngalarla donatılmış bir halde acayip mikroorganizmalarla gladyatörlük yarışmasına giren iki ayaklı erkek insan örneğinin son sözleri gibisin. Bazen neredeyse gözlük takman ve kel olman gerektiğini düşünüyorum; bana göre…”

“Deli dolu bir kıza sahip olacak enerjiye sahip değilim,” diye tamamlayan Dick onu iyice kendine çekti. “Ben ‘kibirli, küçük, tatlı, gül rengi toz serpintisinin’ erdemini anlamayan budala bir bilim canavarıyım. Dinle, bir planım var. Birkaç gün içinde…”

Ancak planı ölü doğdu, zira arkalarından birisi sağduyuyla öksürerek uyarıda bulundu. İkisi de aynı anda dönünce, elinde sarı kâğıtlarda çok sayıda notla sekreter yardımcısı Bonbright’ı gördü.

“Dört telgraf,” diye mırıldandı özür dileyen bir ifadeyle. “Bay Blake iki tanesinin çok önemli olduğundan emin. Bir tanesi Şili boğa sevkiyatıyla ilgili…”

Paula yavaş yavaş kocasından uzaklaştı ve ayağa kalkarken onun istatistik tablolarına, konşimentolara, sekreterlere, ustabaşılarına ve müdürlere kaydığını fark etti.

Paula kapının eşiğinden kaybolurken Dick, “Paula,” diye seslendi. “Son çocuğun adını koydum: ‘Oh Ho’ adıyla bilinecek. Nasıl buldun?”

Paula’nın cevabı gülümsemesiyle kaybolan hafif bir mahzunluk ifadesiyle başlarken, şu uyarıyı içeriyordu:

“Uşaklara isim verirken müsrif davranıyorsun.”

Dick gözlerindeki meydan okuyan parıltıyla çelişen bir ciddiyetle, “Bunu asla Amerikalı hizmetçilerime yapmıyorum,” diye güvence verdi.

“Onu demek istemedim,” diye tersledi Paula. “Sadece lisanın olasılıklarını tükettiğini söylemeye çalışıyorum. Bir süre sonra onlara Oh Bel, Oh Hell (Cehennem) ve Oh Go To Hell (Cehenneme Git) adlarını vereceksin. ‘Oh’ takıntın hataydı. ‘Kırmızı’ ile başlamalıydın. O zaman Kırmızı Boğa, Kırmızı At, Kırmızı Köpek, Kırmızı Kurbağa, Kırmızı Eğreltiotu ve diğer tüm kırmızılarla devam edebilirdin.”

Paula gözden kaybolurken kahkahası Dick’inkiyle karıştı ve Dick anında, telgrafa bakarak sevkiyatın detaylarında kayboldu. Tanesi iki yüz elli dolardan (FOB) bir yaşındaki üç yüz kayıtlı boğa, Şili’nin et bölgesine gönderiliyordu. Buna rağmen Dick, hayal meyal, belli belirsiz bir zevkle, Paula’nın evdeki kendi bölümüne gitmek üzere avludan geçerken şarkı söylediğini duydu ama Paula’nın sesinin, hafifçe bastırılmış olduğunun farkında değildi.

8. Bölüm

Paula yanından ayrıldıktan beş dakika sonra, yine saniyesi saniyesine tam zamanında Dick, dört telgrafı halletmiş olarak, yanında Idaholu alıcı Thayer ve Breeder’ Gazette’in özel muhabiri Naismith’le birlikte çiftliğin arabasına biniyordu. Koyun müdürü Wardman da, incelenmek üzere toplanmış olan binlerce genç Shropshire koçunun bulunduğu ağılda onlara katıldı.

Sohbete pek gerek yoktu. Thayer bu yüzden belirgin bir şekilde hayal kırıklığına uğradı çünkü on vagon dolusu bu kadar pahalı hayvanı satın almasının, epeyce sohbet etmeyi hak edecek kadar önemli olduğunu düşünüyordu.

Dick onu “Her şey gün gibi ortada, açıklamaya gerek yok,” diyerek ikna etmiş ve Naismith’e, Kaliforniya ve kuzeybatıdaki Shropshire koçları hakkında yazacağı makaleyle ilgili veriler vermek üzere öbür tarafa dönmüştü.

Dick on dakika sonra Thayer’a, “Onları seçme zahmetine girmemenizi öneririm,” dedi. “Ortalamaları en yüksek düzeyde. Bir hafta vakit harcayıp on vagonluk koç seçebilirsiniz ama ilk elinize geçenleri seçtiklerinizden daha kaliteli olmaz.”

Satışın zaten gerçekleşmiş olduğu yönündeki bu soğukkanlı varsayım Thayer’ı o kadar huzursuz etti ki, bugüne kadar bu kadar kaliteli koç görmediğinden emin olarak, sinirlenmesine rağmen, siparişini değiştirerek yirmi vagon koça çıkarttı.

Büyük Ev’e döndükten sonra, yarıda kalan oyunu tamamlamak için bilardo sopalarını tebeşirlerken Naismith’e söylediği gibi:

“Forrest’lara ilk defa geliyorum. Adam bir dâhi. Doğudan alıp ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçlarını çok beğendim. Fark ettiğin gibi siparişi iki katına çıkardım. Idaho’daki alıcılar bunları görünce çıldıracak. Sadece altı vagon koç için doğrudan alım emrim vardı ve koşullu olarak iki vagon daha almaya karar vermiştim ama her alıcı, koçları görünce doğrudan ve koşullu, siparişini iki katına çıkarmazsa ve kalanlar için izdiham yaşanmazsa, ben de koyundan anlamıyorum. Mallar bunlar. Eğer bunlar Idaho’daki koyun piyasasını zıplatmazsa, Forrest yetiştirici, ben de alıcı değilim, bu kadar.”

Öğle yemeği uyarısı yapan gong çalınca –Kore’den gelen devasa gong, Paula’nın uyanık olduğundan kesin olarak emin olununcaya kadar asla çalınmıyordu– Dick, büyük avludaki Japon balığı çeşmesinin etrafındaki gençlerin yanına geldi. Hem kız kardeşi Rita hem de Paula’yla kız kardeşleri Lute ile Ernestine’in dönüşümlü olarak tavsiyede bulunup, sonra emir verdiği Bert Wainwright, kepçesiyle son derece muhteşem bir leş çiçeğini yakalamaya çalışıyordu. Balığın boyutu ve rengi, yüzgeçlerinin ve kuyruklarının çokluğu, Paula’nın onu kendi gizli avlusundaki çeşmenin içinde bulunan özel üreme haznesine koymak üzere ayırmaya karar vermesine neden olmuştu. Aşırı heyecanın, bağrışmanın ve kahkahanın arasında görev tamamlandı, büyük balık bir kavanoza kondu ve bekleyen İtalyan bahçıvan tarafından götürüldü.

Dick yanlarına gelirken Ernestine, “Peki, sen ne diyeceksin?” diye meydan okudu.

“Hiçbir şey,” dedi Dick üzüntüyle. “Çiftlik tükenmiş durumda. Üç yüz tane şahane genç boğa yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere buradan ayrılacak ve Thayer –dün gece tanıştın– yirmi vagon dolusu koç götürüyor. Bütün söyleyebileceğim, Idaho ve Şili’yi candan kutluyorum.”

“Daha çok meşe palamudu dik,” diyen Paula kahkaha atarak kız kardeşlerine sarıldı. Üçü de heyecanla gülerek kaçınılmaz soytarılığı bekliyordu.

Lute, “Ah, Dick, palamut şarkını söyle,” diye yalvardı.

Dick kesin bir ifadeyle başını iki yana salladı.

“Daha iyi bir şarkım var. Son derece tutucu. Kırmızı Bulut ve Palamut şarkısının derisini yüzebilir. Dinleyin! Bu, küçük bir Doğu yakalı kızın şarkısı; Pazar Okulu’nun himayesi altında kırsal kesime ilk yolculuğunda. Çok gençti. Özellikle peltek konuşmasına dikkat edin.”

Sonra Dick peltek konuşarak şarkı söylemeye başladı:

“Japon balığı kâsede yüzüyor. Nar bülbülü ağaca konmuş oturuyor. Nasıl bu kadar kolay oturabiliyorlar? Göğüslerindeki tüyleri kim taktı? Tanrı! Tanrı! O yaptı!”

Kahkahalar geçince Ernestine bu şarkının, “çalıntı” olduğuna karar verdi.

“Tabii,” dedi Dick. “Rancher and the Stockman (Çiftlik Sahibi ve Sığır Çobanı) kitabından aldım. O da Swine Breeders’ Journal’dan (Domuz Yetiştiricileri Dergisi), Western Advocate ’ten (Batının Avukatı), o da Public Opinion’dan (Kamuoyu Görüşü), onlar da kuşkusuz kızın kendisinden, daha doğrusu Pazar Okulu öğretmeninden almış. Aslına bakarsanız, ilk kez Our Dumb Animals’ta (Budala Hayvanlarımız) yayınlandığına inanıyorum.”

Bronz gong ikinci kez çaldı ve Paula, bir kolunu Dick’e, diğerini Rita’ya dolayarak eve yönelirken arkadan gelen Bert Wainwright Lute’la Ernestine’e yeni bir tango figürü gösteriyordu.

İtişip kakışarak ilerlerken, yemek odasına giden merdivenlerin başında Thayer ve Naismith’le karşılaştılar. Dick kızlardan ayrıldıktan sonra kenara çekilip “Bir şey var, Thayer,” dedi. “Bizden ayrılmadan önce, o merinos koyunlarına da bir göz atıver. Gerçekten onlarla böbürlenmek durumundayım. Amerikalı çobanlar da bunları görmeye gelmek zorunda kalacak. Tabii, ithal hayvanlarla başladık ama Fransız yetiştiricileri doğrultacak bir Kaliforniya cinsi yarattım. Wardman’ı gör ve istediğini seç. Naismith’i yanına al, beraber bakın. Tren yüküne, benim ikramım olarak yarım düzine bunlardan ekle ve Idaholu çobanların bilgi almasını sağla.”

Eski Kaliforniya’nın Meksikalı toprak ağalarının büyük çiftliklerindeki yemek odalarının kopyası olan uzun, alçak tavanlı yemek odasındaki sonsuz derecede uzayabilen masaya oturdular. Zemine büyük kahverengi karolar döşenmişti ve kirişli tavanla duvarlar badanalıydı. Devasa beton şömine görkem ve sadelik konusunda büyük bir başarıydı. Bitkiler ve tomurcuklar dışarıdan, derin pervazlı pencerelerden selam veriyordu ve salon temizlik, erdem ve soğukluk duygusu yaratıyordu.

Duvarlarda, fazla kalabalık olmasa da, birkaç tane tablo vardı; aralarında en iddialısı, başköşede duran, Xavier Martinez’in hüzünlü gri tonlarındaki alacakaranlık Meksika sahnesiydi. Tabloda bir amele, sopası, çarpık sabanı ve iki öküzle, hüzünlü, sınırsız Meksika yaylasının ön planında melankolik oluklar açıyordu. Eski Meksika-Kaliforniya yaşantısıyla ilgili daha neşeli resimler de vardı. Reimers’ın yaptığı, arka planda ardında güneş batan bir dağın önünde okaliptüs tablosu, Peters tarafından yapılmış bir ay ışığı tablosu ve Griffin imzalı, Kaliforniya yazlarında dağların sarımsı kahverengiliğini ve mor sisli ormanlık kanyonlarının parıldadığı ve içten içe yandığı bir anız tarlası tablosu.

Dick ve kızlar çığlıklar ve kıkırdamalarla sohbet ederken Thayer alçak sesle mırıldanarak Naismith’e, “Düşünüyorum da,” dedi, “eğer Büyük Ev’den bahsedersen, senin makalen için elimde bazı bilgiler var. Hizmetçilerin yemek odasını gördüm. Her yemekte masaya bahçıvanlar, şoförler ve dışarıdan gelen yardımcılar dahil kırk kişi oturuyor. Kendi başına bir pansiyon. Bana inan, müthiş bir yönetim, müthiş bir sistem. O Çinli çocuk Oh Joy tam bir dâhi. Bütün mekânın kâhyası ya da müdürü veya işine ne isim vermek istiyorsan o ve işini o kadar iyi yapıyor ki, sesini bile duymuyorsun.”

“Asıl dâhi Forrest,” dedi Naismith başıyla onaylayarak. “Beyinleri seçen beyin. Bir orduyu, savaşı, hükümeti, hatta dingonun ahırını bile yönetebilir.”

“Sonuncusu pek iltifat sayılmaz,” diyen Thayer onun görüşüne yürekten katıldı.

Dick karşı taraftaki karısına seslendi, “Ah, Paula. Şimdi aldığım bilgiye göre Graham yarın sabah geliyor. Oh Joy’a, onu gözetleme kulesine yerleştirmesini söylesen iyi olur. Orası erkek için daha uygun boyutta bir oda. Ayrıca tehdidini yerine getirip kitabı üzerinde çalışabilir.”

“Graham? Graham mı?” diyen Paula hatırlamaya çalışıyordu. “Ben tanıyor muyum?”

“Onunla iki yıl önce bir kere Santiago’daki Cafe Venus’te tanışmıştın. Bizimle akşam yemeği yemişti.”

“Haa, o donanma subaylarından biri mi?”

Dick başını iki yana salladı.

“Sivil olan. O iri yarı sarışın adamı hatırlamıyor musun? Albay Joyce Birleşik Devletler’in askeri güç kullanarak Meksika’yı yerle bir etmesi gerektiğini kanıtlamak için kafamızı ütülerken sen onunla yarım saat müzik hakkında konuştun.”

“Aaa, emin olmak için soruyorum,” dedi Paula belli belirsiz hatırlayarak. “Seninle daha önce bir yerde tanışmıştı… Güney Afrika’ydı galiba, değil mi? Yoksa Filipinler miydi?”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

İngiliz general. İngiltere’de modern izciliği başlatan kişidir. İzcilik üzerine yazdığı kitapta izcileri, kendisinin de taktığı geleneksel korucu şapkasıyla resmetmiştir. Bugün bu şapka onun ismiyle anılır. (e.n.)

2

İç kulak sıvılarının basınç artışı sonucu oluşur. Genellikle 40-60 yaş aralığında görülür. (e.n.)

3

Semboller ve kısaltmaların bulunduğu Steno alfabesi kastediliyor. Stenografi, daha çabuk not alabilmeyi ve kayıt tutabilmeyi mümkün kılan bir sistemdir. (e.n.)

4

Gine: 21 şilin değerindeki eski İngiliz altını. (ç.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

1...456
bannerbanner