Читать книгу Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri (Редьярд Джозеф Киплинг) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri
Оценить:
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri

4

Полная версия:

Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri

Ama Leopar’ın rengi hepsinden daha parlak ve değişik bir saman sarısıymış. Gümüş-sarı karışımı bir kediye benziyormuş ve kürkünün her bir tüyü Yüksek Sahra’nın saman sarısı kahverengi tonuyla çok uyumluymuş. Bu durum Zürafa’yı, Zebra’yı ve diğer hayvanları çok üzüyormuş; çünkü Leopar kum sarısı ve kahverengi bir kayanın ya da çalılığın dibine pusu kurarmış; oradan geçen Zürafa’yı, Zebra’yı, Boğa Antilobu’nu, Kudu’yu, Çalı Antilobu’nu ya da Beyaz Yüzlü Antilop’u, saklandığı yerden fırlayıp öyle bir korkuturmuş ki zavallı hayvancıkların yürekleri ağızlarına gelirmiş.

Ayrıca Yüksek Sahra’da gri-kahve ve sarı renkli, oku ve yayı omzunda gezen bir Etiyopyalı da yaşarmış. Bu Etiyopyalı ile Leopar beraber avlanırlarmış. Etiyopyalı okunu ve yayını, Leopar da pençelerini kullanırmış bunun için. Bu ikisi yüzünden Zürafa, Zebra, Boğa Antilobu, Kudu, Yaban Eşeği ve diğer hayvanlar nereye kaçacaklarını şaşırırlarmış, bir tanem. Korkudan akılları başlarından gidermiş.

Aradan çok uzun zaman geçmiş -o zamanlar herkes ve her şey çok uzun yıllar yaşarmış- Yüksek Sahra’daki hayvanların hepsi, Leopar ve Etiyopyalıya benzeyen her şeyden kaçmaya ve hatta oraları terk etmeye karar vermişler. En başta uzun bacaklı Zürafa gidiyormuş. Derken günlerce yürümüşler, yürümüşler ve bir ormana varmışlar. Bu ormanda değişik ağaçlar, çalılıklar, sarmaşıklar varmış ve boy boy, alacalı bulacalı yaprakları gölgelendiriyormuş her yeri. Hayvanlar bu ormana saklanmaya karar vermişler. Aradan tekrar uzun uzun zaman geçmiş ve bir güneşin altında, bir gölgede durmaktan ağaç yapraklarının alacalı gölgeleri hayvanların renklerini değiştirmeye başlamış. Zürafa’nın üzerinde büyük lekeler, Zebra’nın üzerinde çizgiler, Boğa Antilobu ile Kudu’nun sırtlarında da ağaç kabukları gibi dalgalı, kırçıl hatlar oluşmuş. Artık sesleri duyulabiliyor, kokuları alınabiliyormuş; ama onları görmek mümkün değilmiş. Bunun için nereye bakman gerektiğini iyi bilmen gerekiyormuş. Bu şekilde gölgeli ve alacalı ormanda mutlu mesut yaşarlarken Etiyopyalı’yla Leopar, gri-sarıboz renkteki Yüksek Sahra’da bir oraya bir buraya koşturup kahvaltı, öğlen ve akşam yemeklerini arıyorlarmış. Artık o kadar acıkmışlar ki sıçanları, böcekleri ve kaya tavşanlarını yemişler, sonra da karınları ağrımaya başlamış. Tam o sırada Baviyan adında köpek kafalı, havlayan bir Babun’la karşılaşmışlar. Bu Babun güya Güney Afrika’nın en bilge hayvanıymış.

“Avladığımız hayvanlar nereye gittiler?” diye sormuş Leopar.

Baviyan göz kırpmış. Cevabı biliyormuş.

Ardından Etiyopyalı sormuş Baviyan’a: “Bana yerli Fauna’nın şu an nerede yaşadığını söyleyebilir misiniz acaba?” (Aslında bu, Leopar’ın sorusuyla aynı anlama geliyormuş; ama Etiyopyalı bir yetişkin olduğu için hep böyle cümleler kurmayı tercih ediyormuş.)

Baviyan yine göz kırpmış. Cevabı biliyormuş.

Leopar’a şöyle cevap vermiş: “Senin avların başka noktalara gittiler. Sana tavsiyem sen de başka noktalara git Leopar kardeş.”

Etiyopyalı lafa karışmış: “İyi de ben yerli Fauna’nın nereye göç ettiğini öğrenmek istiyorum.” demiş.

Baviyan ona da şöyle cevap vermiş: “Yerli Fauna, yerli Flora’ya gitti; çünkü artık bir değişiklik yapmaya ihtiyacı vardı. Sana tavsiyem, senin de en kısa zamanda değişmendir Etiyopyalı kardeş.”

Leopar ve Etiyopyalı’nın kafası karışmış karışmasına, ama yine de hemen yerli Flora’yı bulmak için yola çıkmışlar. Gitmişler, gitmişler ve en sonunda gölgelerle dalga dalga, benekli, alacalı bulacalı, çizikli mizikli, dallarla yapraklarla, yüksek ve büyük ağaçlarla dolu bir ormana varmışlar (Eğer bu cümleyi yüksek sesle okursan ormanın nasıl da gölgeli olduğunu anlarsın.).

“Bu kadar karanlık ve aynı zamanda ışıklı olan bu yer de neresi böyle?” böyle demiş Leopar.

“Bilmiyorum; ama herhâlde yerli Flora burası. Zürafa’nın kokusunu alabiliyorum, sesini duyabiliyorum; ama onu göremiyorum.” demiş Etiyopyalı.

“Çok acayip!” demiş Leopar. “Herhâlde parlak güneş ışığından karanlık ormana girdiğimiz için gözlerimiz görmez oldu. Ben de Zebra’nın kokusunu alabiliyorum, sesini duyabiliyorum; ama onu göremiyorum.”

“Bir dakika!” demiş Etiyopyalı. “Onları en son avladığımız günden bu yana çok zaman geçti. Neye benzediklerini unuttuk bence.”



“Hayır…” demiş Leopar. “Ben onların Yüksek Sahra’daki hâllerini çok iyi hatırlıyorum, özellikle de ilikli kemiklerini! Zürafa beş metre boyunda, tepeden tırnağa kirli altın sarısı renkte; Zebra ise dört buçuk metre boyunda ve tepeden tırnağa kahverengi-bej renktedir.”

“Hmm…” demiş Etiyopyalı; bir yandan da alacalı bulacalı yerli Flora ormanı dikkatle inceliyormuş. “Eğer söylediğin gibi olsalardı bu karanlık ormanda, loş ışıklı bir odada duran kabuğu soyulmuş bir muz gibi açık seçik görünmeleri gerekmez miydi?”

Ama bak görünmüyorlarmış ne yazık ki. Böylece bütün gün av peşinde koşmuşlar; avlarının kokusunu almışlar, seslerini duymuşlar; ama bir türlü onları görememişler.

Çay saati gelmiş ve Leopar “Yetti artık!” demiş. “Akşama kadar bekleyelim. Gün ışığında avlanma denememiz tam bir fiyasko oldu!”

Böylece akşama kadar beklemişler. Her yer kapkaranlık olunca Leopar, bir hayvanın böğürür gibi nefes aldığını duymuş. Sesin geldiği tarafa doğru atılmış, yıldızların ışığının altında, ağaç gölgesi gibi çizgili bir şey yakalamış. Bu yakaladığı şey Zebra gibi kokuyormuş, Zebra’ya benziyormuş, yere düşünce Zebra gibi çifte atıyormuş; ama Leopar karanlıkta onu göremiyormuş. Bu yüzden “Hey sessiz ol, biçimsiz şey!” demiş ona. “Sabaha kadar üzerinde oturacağım; çünkü neye benzediğini, nasıl bir şey olduğunu anlayamadım.”

O sırada, önce bir homurtu, sonra bir çatırtı, sonra da bir patırtı sesi duymuş ve bir süre sonra Etiyopyalı ona seslenmiş: “Göremediğim bir şey yakaladım. Zürafa gibi kokuyor, Zürafa gibi çifte atıyor ama şeklini şemalini anlayamadım.”

“Aman dikkat et!” demiş Leopar. “Sabaha kadar benim yaptığım gibi üzerinde otur. Bu yaratıklar şekilsiz şemalsiz, neye benzedikleri belli değil.”

Böylece sabaha kadar avlarının tepesinde oturmuşlar. Gün ışıyınca Leopar sormuş: “Sen ne yakalamışsın Etiyopyalı kardeş?”

Etiyopyalı başını kaşıyarak cevap vermiş: “Aslında yakaladığım hayvanın baştan aşağı parlak turuncu-kahverengi bir Zürafa olması gerekirken bunun her yanı kestane rengi beneklerle kaplı. Sen ne yakalamışsın Leopar kardeş?”

Leopar da başını kaşıyarak cevap vermiş: “Aslında yakaladığım hayvanın baştan aşağı gümüşi-sarı renkte bir Zebra olması gerekirken bunun her yanı siyah-mor çizgilerle kaplı. Ne oldu sana Zebra? Eğer Yüksek Sahra’da olsaydık şu hâlinle seni kilometrelerce uzaktan rahatça görebilirdim, bunu bilmiyor musun? Şeklin şemalin iyice bozulmuş.”

“Olabilir.” demiş Zebra. “Ama artık Yüksek Sahra’da yaşamıyoruz.

Burada beni göremedin.”

“Ama şimdi görebiliyorum.” demiş Leopar. “Dün ne yaptıysam göremedim oysa. Bu nasıl oldu?”

“Ayağa kalkmamıza izin verirseniz gösteririz.” demiş Zebra.

Zebra ile Zürafa’nın ayağa kalkmalarına izin vermişler. Zebra biraz ileriye doğru yürümüş ve bir dikenli çalı yığının üzerine çizgi çizgi düşen güneş ışıklarının orada durmuş. Zürafa da güneş ışınlarının lekeler hâlinde göründüğü uzun ağaçların arasına girmiş.

“Şimdi gözünüzü dört açın!” demiş Zebra ve Zürafa. “Bakın işte böyle saklandık: Bir-iki-üç. Aaa kahvaltınız nereye gitti!”

Leopar’la Etiyopyalı dikkatlice bakmışlar; ama çizgili, lekeli ve alacalı bulacalı gölgelerden başka bir şey görememişler. Zebra ve Zürafa’dan ise hiç iz yokmuş; çünkü onlar çoktan gölgeler arasında kaybolup ormanın derinliklerine gizlenmişler.

“Vay bee!” demiş Etiyopyalı. “Öğrenmeye değer bir numaraymış. Bu da sana ders olsun Leopar kardeş. Bu karanlık yerde kömür kovasına düşmüş bir kalıp sabun gibi parlıyorsun.”

“Haa haa sen kendine bak!” demiş Leopar. “Bu karanlık yerde kömür çuvalına düşmüş bir hardal çiçeği gibi parlıyorsun ne haber.”

“Her neyse. Birbirimizle dalga geçerek karnımızı doyuramayız.” demiş Etiyopyalı. “Çevremize uyum sağlayamamak gibi bir sorunumuz var şu anda. Ben Baviyan’ın öğüdünü tutacağım. Bana değişmem gerektiğini söylemişti. Derimin renginden başka değiştirecek başka bir şey olmadığına göre, onu değiştiririm artık.”

“Nasıl?” demiş Leopar heyecanlanarak.

“Biraz mor, biraz da tuzlu mavi olan kahve-siyah renge dönüşeceğim. Kuytularda ve ağaç arkalarında saklanabilmek için çok uygun bir renk bence.”

Bunları söyleyen Etiyopyalı, hemen orada rengini değiştirivermiş. Leopar, daha önce hiç rengini değiştiren bir adam görmediği için çok heyecanlanmış.

Etiyopyalı küçük parmağına kadar yeni siyah rengine dönüştükten sonra, Leopar sormuş: “Peki ben ne olacağım?”

“Sen de Baviyan’ın öğüdünü yerine getir: Sana başka yerlere gitmeni söylemişti.”

“Evet, ben de hemen başka noktalara geldim işte. Seninle bu noktaya geldim işte, sanki çok işime yaradı da!”

“Ahh!” demiş Etiyopyalı. “Aslında Baviyan başka noktalar derken Güney Afrika’daki başka noktaları kastetmedi aslında; o aslında postuna yeni noktalar yapmanı söylemişti.”

“Ee, bu ne işe yarayacak peki?”

“Bak Zürafa’ya!” demiş Etiyopyalı. “Eğer çizgi isterim dersen Zebra’ya da bakabilirsin. Görmedin mi noktalarından ve çizgilerinden ne kadar memnunlardı!”

“Hmm…” demiş Leopar. “Zebra’ya benzemeyi kesinlikle istemiyorum.”

“Hadi çabuk karar ver!” demiş Etiyopyalı. “Sen bu hâldeyken ava çıkmaktan hoşlanacağımı hiç sanmıyorum. Tabii yeni katranlanmış bir duvarın önünde açmış bir ayçiçeğine benzemekte ısrar edersen, ben de buna mecburen katlanırım.”

“Öyleyse benek olsun.” demiş Leopar. “Ama çok büyük ve kaba benekler yapma sakın, Zürafa’ya da benzemek istemiyorum.”

“Beneklerini parmak uçlarımla yapayım.” demiş Etiyopyalı.

“Derimde hâlâ kurumamış boya var. Kımıldama sakın!”

Böylece Etiyopyalı elinin beş parmağını bir araya getirmiş (Yeni derisinin üzerinde yeterince siyah boya varmış.) ve Leopar’ın üzerine bastırmış. Beş parmağın dokunduğu her yerde, birbirine çok yakın beş küçük benek oluşmuş. Bu benekleri Leopar’ın postuna bakınca bugün bile görebilirsin, kuzum. Arada sırada Etiyopyalı’nın eli kaymış ve benekler biraz silik çıkmış; ama eğer bir Leopar’ın postuna yakından bakarsan, beş tombul parmak izinin bıraktığı beş küçük beneği her zaman görebilirsin.

“Çok güzel oldun!” demiş Etiyopyalı. “Artık yere yatıp çakıl taşları gibi görünebilirsin. Çıplak kayaların üzerine yatıp kireçli bir taş gibi de görünebilirsin, kuru yaprakların üzerine yatarak yaprakların üzerine vuran güneş ışıkları gibi de görünebilirsin. Hatta bir yolun ortasına uzanıp ne olduğu belirsiz bir şey gibi de görünebilirsin. Bunları düşün ve hırlamaya başla!”

“Ee peki, ben bütün bunları olabiliyorsam, sen neden kendine de böyle benekler yapmadın?” demiş Leopar.

“Yoo bir zenciye en çok yakışan renk siyahtır.” demiş Etiyopyalı. “Haydi şimdi gel de ‘Bay bir-iki-üç, aa kahvaltınız nereye gitti’ye hesap soralım!”

Sonra oradan uzaklaşmışlar ve hayatlarının sonuna kadar mutlu mesut yaşamışlar, kuzum. Hikâyemiz de burada bitmiş.

Bu arada büyüklerin, “Etiyopyalı, derisinin rengini, Leopar da beneklerini değiştirebilir mi?” dediklerini duyuyor olabilirisin. Eğer Leopar ve Etiyopyalı’nın bunu zaten bir kere yapmış olduğunu bilselerdi, büyükler de böyle saçma bir şeyi tekrarlayıp durmazlardı; öyle değil mi? Ama Etiyopyalı ve Leopar renklerini bir daha hiç değiştirmeyeceklermiş, kuzum. Çünkü ikisi de hâlinden çok memnunmuş.


BEN BİLGELERİN BİLGESİ BAVİYANEN BİLGECE SÖZLERİ SÖYLEYEN“Hadi kaybolalım tabiatta,Sen ve ben baş başa.”Misafirler geldi bir arabayla, bize sesleniyorlar,Ama annem orada,Ve sen beni dolaşmaya götürürsen,Gitmek zorunda değiliz yanlarına,Hadi ahırlara gidelim,Çitlere oturup bakalım tarlalara,Hadi tavşanlarla konuşalım,Kuyruklarını sallayan tavşanlarlaHadi ne istersen yapalım,Yeter ki ikimiz baş başa olalım babaGerçekten keşfe çıkalımVe çay saatine kadar kalalım dışarıdaİşte botların, hemen getirdimİşte yürüyüş sopasıyla, şapkaPipon ve tütünün de burada;Hadi gidelim, çabuk olsana!

ÇOCUK FİL

Çok çok uzun zaman önce kuzum, Fil’in hortumu yokmuş, sadece bir ayakkabı büyüklüğünde, böyle siyahımsı, çıkıntılı, iki yana sallayabildiği; ama yerden bir şey alamayacak kadar kısa bir burnu varmış. Ama filler arasında doymak bilmeyen merakıyla bir Fil yaşarmış. Küçük bir fil; Çocuk Fil. Bu küçük Fil, Afrika’da yaşarmış. Doymak bilmeyen merakıyla Afrika’daki bütün fillere bedelmiş. Uzun boylu Deve Kuşu teyzesine, “Kuyruğundaki tüyler neden böyle uzuyor?” diye sormuş, Deve Kuşu teyzesi de onu sert ve güçlü bacaklarıyla bir güzel pataklamış. Uzun boylu Zürafa amcasına “Postun neden bu kadar benekli?” diye sormuş ve Zürafa amcası onu sert ve güçlü toynaklarıyla bir güzel dövmüş. Ama küçük Fil’in merakı doymak bilmiyormuş. Şişman Su Aygırı teyzesine “Gözlerin neden kırmızı?” diye sormuş ve Su Aygırı teyzesi onu koca koca toynaklarıyla sopalamış. Kıllı Babun amcasına “Kavunların tadı niye böyle?” diye sormuş ve kıllı Babun amcası da onu kıllı pençeleriyle tartaklamış. Ama onun içindeki merak hâlâ doymak bilmiyormuş. Gördüğü, duyduğu, hissettiği, kokladığı ya da dokunduğu ne varsa hepsiyle ilgili sorular sorarmış ve sonunda bütün amcalarıyla teyzeleri, topluca bunu pataklamışlar. Ama yine de doymak bilmeyen merakını dindirememişler!

Güzel bir bahar sabahı, bu sonsuz meraklı Çocuk Fil, o güne kadar aklına hiç gelmemiş olan bir soru sormuş. Bu soru şöyleymiş: “Timsah akşam yemeğinde ne yer?” Ardından hepsi “Şşşt sus bakayım!” demiş ve uzun süre hiç durmadan pataklamışlar Çocuk Fil’i.

Bu pataklama faslı bittikten sonra dikenli çalılıklara tünemiş olan Kolokolo Kuşu’nun yanına gitmiş ve “Doymak bilmeyen merakım yüzünden babam beni patakladı, annem de, teyzelerim de, amcalarımda… Ama ben hâlâ Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini çok merak ediyorum.” demiş.

Kolokolo Kuşu, her an ağlayacakmış gibi cıvıldamaya başlamış: “Limpopo Nehri’nin, sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına gidersen sorunun cevabını bulursun.”

Ertesi sabah, bizim merakı doymak bilmeyen Çocuk Fil’imiz yanına birkaç yüz kilo muz (küçük, kısa ve kırmızı olanlardan), birkaç yüz kilo şeker kamışı (uzun ve mor olanlardan) ve on yedi tane kavun (yeşil ve taze olanlardan) alıp sevgili ailesiyle ve akrabalarıyla vedalaşmış: “Hoşça kalın! Ben Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına, Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini öğrenmeye gidiyorum.” demiş. Bunun üzerine tüm ailesi, şans getirsin diye -ki Çocuk Fil kibarca durmalarını istediği hâlde- onu bir güzel pataklamışlar.

Böylece bizimki yola koyulmuş. Hava biraz sıcakmış; ama Çocuk Fil serinlemek için taze kavun yiyormuş ve kabuklarını da yere atıyormuş.

Kavunlarını yiyerek yürümüş, yürümüş; Graham kasabasından Kimberley’e, oradan Khama Bölgesi’ne, oradan da kuzeydoğuya gitmiş ve sonunda Limpopo Nehri’nin tam da Kolokolo Kuşu’nun söylediği gibi sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına varmış.

Bu arada bu meraklı Çocuk Fil’imizin o haftaya kadar, hatta o güne, saate ve dakikaya kadar hiç Timsah görmediğini ve bir Timsah’ın neye benzediğini bilmediğini unutmamalısın kuzum!

İlk önce bir kayanın etrafına sarınmış iki renkli Kaya Yılanı çıkmış karşısına.

“Affedersiniz…” demiş Çocuk Fil kibar bir şekilde. “Acaba bu karmaşık yerde bir Timsah gördünüz mü hiç?”

“Bir Timsah gördüm mü?” demiş iki renkli Kaya Yılanı korkunç bir ses tonuyla. “Bu ne saçma bir soru!”

“Çok özür dilerim!” demiş Çocuk Fil. “Ama rica etsem bana Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini söyler misiniz?”

Bunun üzerine iki renkli Kaya Yılanı sarıldığı kayadan sıyrılıp kaymış, Çocuk Fil’in yanına gelmiş ve onu, pullu, kamçı gibi kuyruğuyla bir güzel pataklamış.

“Bu çok garip.” demiş Çocuk Fil. “Çünkü annem, babam, teyzem, amcam, diğer Su Aygırı teyzem ve diğer Babun amcam da beni bu doymak bilmeyen merakım yüzünden pataklarlardı. Sanırım siz de bu yüzden pataklıyorsunuz beni?”

Sonra da Çocuk Fil, iki renkli Kaya Yılanı’nın daha önce durduğu kayaya dönüp tekrar sarılmasına yardım etmiş ve kibarca iyi günler dileyip yanından ayrılmış. Hava oldukça sıcakmış; ama Çocuk Fil yediği taze kavunun kabuklarını yere atmaya devam ediyormuş. Sonunda Limpopo Nehri’nin tam da Kolokolo Kuşu’nun söylediği gibi sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısının ucuna ulaşmış ve kuru bir kütük zannettiği şeyin üstüne oturmuş ve etrafa bakmaya başlamış.

Ama onun kütük zannettiği şey aslında Timsah’ın ta kendisiymiş kuzum ve Timsah tek gözünü kırpmış!



“Affedersiniz!” demiş Çocuk Fil her zamanki kibarlığıyla. “Acaba bu karmaşık yerde bir Timsah gördünüz mü hiç?”

Bunun üzerine Timsah diğer gözünü de kırpmış ve kuyruğunu çamurların arasından çıkarmış. Çocuk Fil tekrar pataklanmak istemediği için kibarca geri çekilmiş.

“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Neden böyle sorular soruyorsun?”

“Affedersiniz; ama babam beni patakladı, annem sopaladı, uzun boylu Deve Kuşu teyzem tokatladı, tekmeleri pek sert olan Zürafa amcam tekmeledi, şişman Su Aygırı teyzem tartakladı, haa bir de tüylü Babun amcam da beni hırpaladı ve ayrıca nehrin biraz yukarısında yatan ve hepsinden daha sert vuran iki renkli Kaya Yılanı da beni pullu, kamçı gibi kuyruğuyla bir güzel dövdü. İşte bu yüzden mümkünse daha fazla pataklanmak istemiyorum.” demiş kibarca.

“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Çünkü aradığın Timsah benim.” Ve bunu kanıtlamak için timsah gözyaşları dökmüş.

Bunun üzerine Çocuk Fil’in heyecandan nefesi kesilmiş ve kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamış. Nehrin kıyısına diz çökmüş ve “Günlerdir aradığım kişi sizsiniz. Lütfen bana akşam yemeğinde ne yediğinizi söyler misiniz?” demiş

“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Yaklaş da kulağına fısıldayayım.”

İşte o zaman Çocuk Fil başını Timsah’ın koca dişli korkunç ağzına doğru uzatmış ve Timsah da sıçrayıp Çocuk Fil’i, o haftaya, o güne, o saate ve o dakikaya kadar bir ayakkabıdan daha da küçük ama çok daha kullanışlı olan minik burnundan yakalamış.

“Herhâlde.” demiş Timsah ve bunu dişlerinin arasından söylemiş. İşte böyle; “Herhâlde bugün akşam yemeğime Çocuk Fil yiyerek başlayacağım.”

Çocuk Fil bunu duyunca pek bir üzülmüş kuzum ve burnundan konuşarak “Mırak meni! Murnum acıyo!” demiş.

O sırada iki renkli Kaya Yılanı sürünerek nehrin kıyısına gelmiş ve olanları görünce Çocuk Fil’e şöyle demiş: “Genç arkadaşım eğer hemen, çabucak var gücünle kendini geri çekmezsen, korkarım şu desenli mantolu arkadaşın (Timsah’tan bahsediyormuş.) gözünü bile kırpmana izin vermeden nehir akıntısının altına sürükleyecek seni.”

İki renkli Kaya Yılan’larının konuşma şekli böyledir.

Bunun üzerine Çocuk Fil, kısa bacaklarını germiş kendini geriye doğru çekmiş, çekmiş, çekmiş ve burnu gerilip esnemeye başlamış. Timsah da çırpınarak, kocaman kuyruğuyla suları bulandırarak Çocuk Fil’in burnuna asılmış da asılmış.

Çocuk Fil’in burnu esnemeye devam ediyormuş; ama o yine de kısa bacaklarını açarak kendini geri çekmiş, çekmiş ve burnu uzamış da uzamış.

Timsah kuyruğunu kürek gibi sallayıp suları köpürterek Çocuk Fil’in burnuna asılmış, asılmış, asılmış… Her asılışında Çocuk Fil’in burnu biraz daha uzuyormuş ve canı çok yanıyormuş.

En sonunda bacaklarının titrediğini ve yavaş yavaş öne doğru kaydığını hissetmiş ve esnemekten neredeyse bir buçuk metre olan burnundan konuşarak şöyle demiş: “Yeter artık dayanamıyorum, canım çok yanıyor!”

O sırada iki renkli Kaya Yılanı kıyıya gelmiş ve gövdesini Çocuk Fil’in arka bacaklarına dolayarak gemici düğümü atmış. “Tedbirsiz ve tecrübesiz yolcu, şimdi kendimizi biraz daha zorlamamız gerekiyor; eğer yapmazsak, bence bu kendi kendini yürüten sırtı zırhlı savaş gemisi, kışkırtıcı düşmanımız (Timsah’tan bahsediyormuş kuzum.) senin gelecekteki kariyerini olumsuz yönde etkileyecek.” demiş.

İki renkli Kaya Yılan’larının konuşma şekli böyledir.

Bunun üzerine iki renkli Kaya Yılanı asılmış, Çocuk Fil asılmış; Timsah ise tüm gücüyle onları suyun altına çekmeye çalışmış; ama Çocuk Fil ve iki renkli Kaya Yılanı daha güçlü asılmışlar ve en sonunda Timsah, Çocuk Fil’in burnunu öyle bir bırakmış ki, Limpopo Nehri’nin tüm kıraç, kurşuni renkteki kayalıklarında “şlop” diye bir ses yankılanmış.

Burnunu kurtaran Çocuk Fil dengesini kaybedip yere yuvarlanmış ama hemen toparlanıp kalkmış ve iki renkli Kaya Yılanı’na teşekkür etmiş. Sonra zavallıcık uzayan burnunu önce serin muz yapraklarına dolamış, sonra da Limpopo Nehri’nin karanlık kıraç, kurşuni renkteki kayalıklarının serin sularına sokmuş.

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sormuş iki renkli Kaya Yılanı.

“Ne yazık ki burnumun şekli çok bozuldu ve eski hâline dönmesini bekliyorum.” demiş Çocuk Fil.

“Bence daha çok beklersin.” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Bazı insanlar da kendilerine iyi gelen şeyi bir türlü öğrenemiyor!”

Çocuk Fil tam üç gün boyunca nehir kenarında oturmuş, burnunun eski hâline dönmesini beklemiş. Ama burnu bir santim bile kısalmamış ve burnuma bakacağım derken şaşılaşıyormuş. Şimdi anladın mı kuzum, Timsah, Çocuk Fil’in burnunu çekip uzatarak bugünkü fillerin hortumuna benzetmiş.

Üçüncü günün sonunda, vızır vızır bir sinek gelmiş Çocuk Fil’i omzundan ısırmış; Çocuk Fil de daha ne yaptığını bile anlamadan hortumunu bir sallamış, sineği bir vuruşta öldürmüş.

“İşte ilk kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eskiden olsa o küçük burnunla bunu yapamazdın. Şimdi de yemek yemeyi dene.”

Çocuk Fil yine ne yaptığını anlayamadan hortumunu uzatıp, yerden bir demet taze ot kopartmış, dizlerine vurarak tozunu silkelemiş ve ağzına tıkmış.

“Bu da ikinci kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eskiden olsa o kısacık burnunla bunu yapamazdın. Hava çok sıcak, öyle değil mi?”



“Evet gerçekten çok sıcak!” diyen Çocuk Fil, ne yaptığını kendisi bile anlayamadan Limpopo Nehri’nin kıraç, kurşuni renkte, kayalık kıyısından bir topak çamur almış, başının üstüne koymuş. Çamurdan şapkası vıcık vıcıkmış ve bu şapka başını serinletmiş, kulaklarının arkasını gıdıklamış.

“İşte üç numaralı kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eski kısa burnunla bunu yapamazdın. Şimdi bundan sonra pataklanmak ister misin?”

“Kusura bakmayın ama…” demiş Çocuk Fil “Pataklanmak hiç hoşuma gitmez.”

“Birini pataklamak ister misin peki?” demiş iki renkli Kaya Yılanı.

“Oo bu çok hoşuma gider!” demiş Çocuk Fil.

“Hmmm…” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Çok kısa bir süre sonra yeni uzun burnunun birini pataklamak için çok uygun olduğunu göreceksin.”

“Teşekkür ederim.” demiş Çocuk Fil. “Bunu aklımda tutacağım, hatta şimdi eve canım ailemin yanına dönüp bir deneme yapabilirim.”

Böylece Çocuk Fil hortumunu sallaya sallaya Afrika’nın ta öbür ucundaki evine doğru yola çıkmış. Canı meyve çektiğinde bir ağacın altında durup beklemiyormuş artık, hortumunu salladığı gibi bir tane kopartıyormuş. Canı ot yemek istediğinde dizlerinin üzerine çömelmek yerine, hortumuyla rahatça bir tutam kopartabiliyormuş. Sinekler onu ısırmaya çalıştığında ağaçtan bir dal kopartıp onları savuruyormuş, hava çok ısındığı zamanlarda da serinlemek için vıcık vıcık çamurdan kendine şapka yapıyormuş. Afrika’ya giderken yol boyunca canı sıkıldığında hortumuyla kendi kendine şarkılar söylüyormuş, sesi öyle çok çıkıyormuş ki birkaç bandodan daha gür oluyormuş. Şişman bir Su Aygırı bulmak için yolunu değiştirmiş (Akrabası olan Su Aygırı değil ama aradığı.) bulmuş ve onu bir güzel pataklamış. Böylece iki renkli Kaya Yılanı’nın hortumuyla ilgili söylediklerinin doğru olduğunu anlamış. Bunun dışında Limpopo Nehri’ne giderken yere attığı kavun kabuklarını toplamış; çünkü o düzenli ve tertipli bir çocukmuş.

Karanlık bir akşamüstü, çok sevdiği ailesinin yanına varmış, hortumunu kıvırarak saklamış ve onları selamlamış ve “Nasılsınız?” demiş. Ailesi onu görünce çok sevinmiş, “Gel bakalım şu doymak bilmeyen merakın yüzünden seni bir pataklayalım!” demişler.

“Hıhh!” demiş Çocuk Fil. “Sizin pataklamak konusunda pek bir şey bildiğinizi sanmıyorum; ama merak etmeyin ben epey bir deneyimliyim, gelin de size göstereyim.”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

bannerbanner