banner banner banner
Etik – Ahlak Felsefesi
Etik – Ahlak Felsefesi
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Etik – Ahlak Felsefesi

скачать книгу бесплатно

Etik – Ahlak Felsefesi
Doğan Özlem

“Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür.”

Immanuel Kant

18. yüzyılın en önemli filozoflarının başında gelen Kant, felsefi görüşleriyle büyük bir çığır açmıştır. Kant, yaptığı çalışmalarla etkisi yalnızca bilgi sorunuyla sınırlı kalmayan, aynı zamanda ahlak felsefesinden üniversitelere kadar pek çok konuda yeni bir anlayış sergilemiştir. Öyle ki, bu kendisinden sonra da sürmüş Yeni Kantçı okullar tarafından sistemi tartışılıp zenginleştirilmiştir.

Doğan Özlem’in Kant’ın bilgi, bilim, tarih, ahlak üstüne görüşlerini ele alan kapsamlı yazılarını bir araya getiren Kant Üstüne Yazılar, bu büyük Aydınlanma filozofunu yeniden ele almanın gereğini bir kez daha duyuruyor.

Doğan Özlem

Etik

Ahlak Felsefesi

Felsefe

Notos Kitap 097

Kuram 021

Felsefe 016

©Doğan Özlem, Etik – Ahlak Felsefesi, 2004

©Notos Kitap Yayınevi, 2013

Birinci Basım Nisan 2014

İkinci Basım Kasım 2015

Sertifika 16343

Editör

Kaan Özkan

Kapak Resmi

Arthur G. Dove, Fog Horns, 1929

Notos Kitap Yayınevi

İnönü Caddesi, Dümen Sokak, 7/7

Gümüşsuyu, Beyoğlu 34427 İstanbul

0212 243 49 07

www.notoskitap.com (http://www.notoskitap.com/)

facebook.com/NotosKitap (http://facebook.com/NotosKitap)

twitter.com/NotosKitap (http://twitter.com/NotosKitap)

Bu dijital eser Libronet e-kitap atölyesinde üretilmiştir.

Doğan Özlem

1944’te İzmir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini tamamlayamadan kunduracı kalfası ve tezgâhtar olarak çalışmak zorunda kaldı. 1965’te Sivas’a er olarak askere gitti. Liseyi askerliği sırasında dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. Yine askerliği sırasında üniversite giriş sınavını kazandı. 1967’deki terhisinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yükseköğrenimine başladı ve bu bölümden 1971’de mezun oldu. 1971–1974 arasında Almanya’da bulundu ve çeşitli işlerde çalıştı. Mezun olduğu bölümde 1974’te başlayıp daha sonra Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji (1990) adıyla yayımlanan doktora tezini 1979’da tamamladı. Yükseköğrenimi ve doktora çalışması sırasında (1967–1979) Almanya’da ve Türkiye’de işçi, büro memuru, sendikacı, muhasebeci ve yönetici olarak çalıştı. 1980’de, otuz altı yaşındayken, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1988’de doçent, 1993’te profesör oldu. 2001’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan sonra, aynı yıl içinde, Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yeniden akademik hayata döndü ve uzun süre bölüm başkanlığı yaptı. 2003’te adına armağan kitap yayımlandı. 2004’te TÜBA – Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü aldı.

Doğan Özlem’in

Notos Kitap’tan çıkmış kitapları

Bilim Felsefesi

Hermeneutik ve Şiir

Mantık

Tarih Felsefesi

Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi

Metinlerle Hermeneutik Dersleri I

Metinlerle Hermeneutik Dersleri II

Felsefe ve Doğa Bilimleri

Söyleşiler – Yaşamı ve Felsefeyi Anlama Serüveni

Etik – Ahlak Felsefesi

Persona

Kant Üstüne Yazılar

Türkçede Felsefe

Çeviri Kitapları

Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri

BİRİNCİ BASKIYA

ÖNSÖZ

1981–1982 öğretim yılında ahlak felsefesi dersi için hazırlamış olduğum Etik – Ahlak Felsefesi adlı teksiri, 1995’e kadar aralıksız verdiğim bu derste temel metin olarak kullandım. Aynı ders döneminde bilim felsefesi dersi için hazırlamış olduğum Bilim Felsefesi adlı ders teksirini ise, yirmi beş yıla yakın bir süre derslerimde kullandıktan sonra, en nihayet 2003’te kitap halinde yayımlayabilmiştim.[1 - Kitabın yeni basımı: Bilim Felsefesi, Notos Kitap Yayınevi, İstanbul, 2012.] Şimdi de ahlak felsefesi dersleri için on beş yıl boyunca kullanmış olduğum teksiri kitap halinde okura sunuyorum.

Teksir metnini tümüyle gözden geçirdim, ifadede ve terminolojide bazı iyileştirmelere gittim ve metni yeni bir bölüm ekleyerek genişlettim. Böylece teksir bir kitap hacmine ulaşmış oldu. Eldeki kitaba teksir metninde ele alamamış olduğum bazı konuları da ekledim. Teksir metninin sonundaki Türkçe kaynakçayı bu kitaba da aynen alarak korudum. Kitaba ise konuyla ilgili geniş bir kaynakça ekledim.

Felsefenin temel alanlarının konu ve problemlerinde köklü değişikliklerin olmadığı, bir başka ifadeyle, temel alanların konu ve problemlerinin hep güncel kaldığı, bilinen bir husustur. Bir temel felsefe alanı olarak etiğin temel konu ve problemlerini ve bunlar hakkında geliştirilmiş görüşleri tanıtıp irdeleyen yönüyle eldeki çalışmanın da, bu nedenle, güncelliğini korumakta olduğundan şüphe edilemez. Ayrıca çalışma, son yarım yüzyıllık dönemde etik içinde geliştirilmiş olan en son görüşleri tanıtan ve genel olarak etiğin günümüzdeki durumunu irdeleyen ve eleştiren yönüyle de günceldir. Bununla ilgili olarak özellikle Dördüncü Bölüm’de, tanıtıcı/irdeleyici olmakla kalmayan, aynı zamanda eleştirel de olan bir tavırla konu ve problemlere yönelmeyi ve kendi etik görüşümü ortaya koymayı denedim.

Teksir, geçen yirmi beş yıl içinde yine teksir halinde defalarca çoğaltıldı, yüzlerce öğrenciye ulaştı, birçok çalışmanın kaynakçasında yer aldı; fakat bir türlü kitaba dönüştürülemedi. Meslektaşlarımın ve öğrencilerimin teksirin kitaba dönüştürülmesi konusundaki sürekli ısrarlarına rağmen bunu gerçekleştiremedim. Teksiri kitaba dönüştürmedeki yirmi beş yıllık gecikmeden tabii ki ben sorumluyum. Söyleyebileceğim, araya hep başka çalışmaların girmiş olmasıdır. Genişletilmiş, yeni bir bölüm eklenmiş olmasıyla eldeki kitaba dönüşmüş olan teksiri, büyük bir gecikmeyle de olsa okura sunmakla, bir yükümlülüğü yerine getirdiğime inanıyorum.

    Gökova, Akyaka
    2004

İKİNCİ BASKIYA

ÖNSÖZ

Eldeki kitap ilk kez 1981’de ders teksiri olarak yayımlanmıştı. Teksir, 2004’e kadar, zaman zaman eklemeler yapılarak genişletildi, 1981–2004 arasındaki 23 yıl boyunca yüzlerce öğrenciye ulaştırıldı ve en nihayet 2004’te İnkılâp Kitabevi tarafından kitap olarak yayımlandı.

Kitabın elinizdeki bu ikinci baskısında bir ekleme ve değişikliğe gitmedim. Sadece, kitabın sonuna “Etik-Ahlak Ayrımı Üzerine” adlı yazımı ekledim.

    İstanbul, Üsküdar
    Mart 2010

GİRİŞ[2 - 1981–1982 tarihli teksir metninin girişidir.]

Etik, felsefe disiplinleri içerisinde yeri en az belirli olan disiplin olmasına rağmen konu ve sorunlarının çeşitliliği, teori bolluğu ve çözüm denemelerinin çokluğu bakımından öbür tüm felsefe disiplinlerinin önünde yer alır. Bir yarıyıllık ders için hazırlanmış olan bu teksirde, kuşkusuz ki bu konu ve sorunların, teori ve çözüm denemelerinin hepsini ele alma, hepsini ele alma bir yana, hatta pek çoğuna değinme olanağı bile yoktur. Bu yüzden, teksirimizde, bu konu ve sorunların en temel olanlarını göz önünde tutabildik; teori ve çözüm denemelerine ise ancak belli etik tipleri altında değinebildik. Etik tiplerini de az çok gelenekleşmiş bir sınıflandırmaya göre anlatmayı denedik. Son olarak da etiğin konu ve sorunlarına ve etik tiplerine eleştirel bir tutumla yönelip birkaç değerlendirme sunmaya çalıştık.

Teksirimiz üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm’de belli başlı etik konularını ve problemlerini betimledik. İkinci Bölüm’de, etik tiplerini bu konulara ve problemlere tanıdıkları önceliklere göre sınıflandırdık ve bunları kısa ama özlü olmasına gayret edilen bir anlatıcı tavırla işledik. Üçüncü Bölüm’de etik tiplerine eleştirel açıdan ve karşılaştırmacı bir tutumla yönelip birkaç çağdaş eleştirel tutuma yer verirken, kendi tutumumuzu da ele alınan konuyla sınırlı tutarak belirtmeye çalıştık.

* * *

Bir yarıyıllık ders süresinin ilk iki ayında teksirde belirtilen konular anlatılıp işlenecektir. Geriye kalan sürede ise, aşağıdaki metinler özetlenecek ve bir seminer çalışmasının konusu kılınıp işlenecektir:

Yararcılık, John Stuart Mill

Pragmacılık, William James

Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Immanuel Kant

Varoluşçuluk, Jean-Paul Sartre

BİRİNCİ BÖLÜM

ETİĞİN KONUMU VE

TEMEL PROBLEMLERİ

Etiğin Konumu

Ahlak Denilen Fenomen

İnsanın özniteliği olarak belirtilen asal niteliklerin en önemlilerinden biri, bilindiği üzere, onun akıl sahibi olmasıdır; bu bakımdan, ona akıllı hayvan (animal rationale) denir. Bu öznitelik, insanın diğer hayvanlar gibi sadece doğal koşullar içerisinde, doğa yasalarınca belirlenmiş ve yönlendirilmiş düz bir yaşam içerisinde olmadığı; onun, kendisini ilgilendirsin veya ilgilendirmesin, nesneleri ve olguları seyreden, karşılaştıran, nesneler ve olgular arasında bağıntı kuran, bu yolla da nesne ve olguları belli bağlam, bağıntı ve diziler içinde kavrayan varlık, yani bilen varlık olduğunu ifade eder. Gerçi günümüzde “yüksek hayvanlar” olarak adlandırılan fil, yunus vb. gibi bazı hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar, “akıllı olma” niteliğini insanın tekelinden çıkarmış gibidir; fakat artık sadece bir derece farkını ifade eder hale gelmiş olsa bile “akıllı olma”, insanı diğer hayvanlardan ayıran “çok yüksek bir derece farkı” olarak, insan için ayırt edici bir fark, bir türsel ayrım (differentia specifica) olarak çekinmeksizin kullanılabilir.

Ne var ki insan, akıl sahibi varlık olarak, gözlemleyen, seyreden, bağıntı kuran ve bunların temelinde bilen varlık olmak yanında ve belki bundan da önce, tasarlayan, amaçlayan, plan yapan, amaca uygun araç yapan, seçim ve tercihlerde bulunan ve tüm bu tasarı, amaç, plan, seçim ve tercihlere bağlı olarak eylemde bulunan bir varlıktır. İnsanlar da hayvanlar gibi çeşitli davranışlar sergilerler. Fakat sadece insana özgü bir davranış şekli vardır ki, buna eylem adının verilmesi gerekir. Eylem; bir ilke, norm, inanç, değere vb. bağlı, istençli (iradi) davranıştır.

Filozoflarımız, yüzyıllardan beri, aklın bilme ve eyleme amaçlı olarak kullanımını göz önünde tutarak, teorik akıl ile pratik akıl ayrımı yapagelmişlerdir. Teorik akıl, nesne ve olgulara yönelik olarak, bilen, seyreden, bağıntı kuran akıldır; pratik akıl ise, tasarımlar yapan, amaçlar koyan, seçim ve tercihlerde bulunan, koyduğu amaca uygun araçlar yapan ve tüm bunlarla ilişki içerisinde eylemi yönlendiren akıldır.[3 - Grekçe theoria, bakma, seyretme, geneli görme; pragma (praxis) ise, işler hale getirme, yürürlüğe koyma, eyleme geçirme, eylemde bulunma anlamlarına gelir.]

Eylemleri belli amaç ve tasarımlara göre ve araç kullanarak yönlendirme yetisi de diyebileceğimiz pratik akıl, insanlara toplumsal işbölümü içerisinde alet yapma ve yeni aletler bulup geliştirme ve bunları bireysel ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesi için üretim amaçlı olarak kullanma, yaşamını daha rahat kılma olanağını vermiştir; insan, pratik akıl yardımıyla, ihtiyaçlarının karşılanması için nesnelerin üretiminde ve araçların yapımında başvurulan yöntem, beceri ve el yatkınlıklarının tümünü ifade edecek şekilde, “tekniği” yaratmıştır. Teknik, doğada var olan nesneleri toplumsal yaşamda kullanım değeri olan araç ve gereçlere dönüştürme faaliyeti ve bu faaliyet sırasında belli bir plana göre yönlendirilmiş beceriler ve başvurulan yöntemler topluluğu olarak da tanımlanabilir. İnsanın en eski tanımlarından birinin homo faber olduğunu biliyoruz.[4 - Homo faber: Alet yapan, aletle iş gören varlık olarak insan. Latince fabere fiili, alet yapmak, işlemek; fabricum, fabrica (fabrika) ise işlik, üretim yeri anlamına gelir.] Bunun gibi, homo technicus da, homo faber’i de içerecek şekilde, pratik akıl yardımıyla çevresini düzenleyerek doğaya egemen olan insanı tanımlamaktadır. Bu kullanımıyla pratik akla araçsal akıl da denebilir.

Ne var ki, pratik akıl yetisi, yalnızca teknik ve araçsal yönde kendisinden yararlanılan bir yeti değildir. Başka bir ifadeyle, pratik akıl, insanın sadece alet yapmasını, çevresini düzenlemesini ve doğaya egemen olmasını sağlayan araçsal akıl olmakla kalmaz. Aynı pratik akıl, eylemlerimizi yönlendiren yetidir de. Bir arada yaşayan insanlar sadece araçsal akla bağlı eylemlerde, teknik eylemlerde bulunmazlar. Onlar eylemlerini, bir de başkalarını gözeten bir ilgiye ve kaygıya bağlı olarak “iyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış” gibi sözcükler aracılığıyla, bir şeyi değerli bulma veya değerli bulmama yoluyla, yani değerlendirme yaparak da yönlendirirler. “İyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış” vb. sözcüklerde ifadesini bulan bu değerlendirmeler, her insan topluluğunda, her toplumda bulabileceğimiz birtakım duygusal kökenli eğilimler, yerleşik düşünceler, inançlar, töreler, alışkanlıklar, gelenekler vb. açısından ve bunlara dayanılarak yapılagelir. Bu eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, gelenekler vb. insanların ne yapmaları gerektiği, ne yapmaya izinli oldukları veya olmadıkları hakkında buyurucu nitelikte şeylerdir. Her insan topluluğunda, her toplumda, her tarihsel dönem ve her kültürde insanlar, bu gibi buyurucu nitelikte ve bir “olması gereken”i ifade eden şeyler altında “iyi” veya “kötü” olarak adlandırılan eylemlerde bulunurlar. Her insan topluluğu (aile, grup, cemaat, ulus vb.) bu türden eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, geleneklerin ve bunlarda içerilmiş olan değer, buyruk, norm ve yasakların meydana getirdiği görünmez ağ olarak bir “tinsellik” hali içinde yaşar. Herkes, daha doğar doğmaz, böyle bir ağ içinde yaşamaya başlar ve daha sonra bunların yönlendirmesi altında eylemlerde bulunur. İşte, tek kişinin veya bir insan topluluğunun belli bir tarihsel dönemde belli türden eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, görenek ve bunlarda içerilmiş olan değer, buyruk, norm ve yasaklara göre düzenlenmiş ve bu haliyle gelenekleşmiş, yerleşmiş yaşama biçimine ahlak (moral) denir. Nasıl ki pratik akıl varlığı olarak insanın alet yapan, çevresini düzenleyen, doğaya egemen olan yanına homo faber, homo technicus gibi adlar veriyorsak, yukarıda betimlemeye çalıştığımız yaşama biçimi içindeki görünümüyle de ona homo moralis diyebiliriz.

“Ahlak” dediğimiz ve her insan topluluğunda çok çeşitli duygusal eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, geleneklere vb. bağlı eylemler alanı olarak karşımıza çıkan bu fenomen, nasıl bir fenomendir?

Şüphesiz, böyle bir soruyu sorabilmenin ilk koşulu, insanın daha çocukluğundan başlayarak kendisini görünmez bir ağ gibi saran ve ailesinin, çevresinin ve gitgide toplumun çoğunlukla benimsediği ve kendisine ikna, telkin ve hatta zora başvurarak benimsettiği bu eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, gelenekleri vb. kendince tartıya vurmaya, bunlardan kendine uygun görünmeyenler hakkında belli bir şüpheye düşmeye ve gitgide bunları sorgulamaya ve yargılamaya başlamasıdır. Aslında her insanın kendi bireysel yaşam süreci içinde ve belli bir dönemde (özellikle gençlik döneminde), o âna kadar irdelemeden ve tartmadan benimsemiş olduğu veya kendisine benimsettirilmiş olan eğilim, düşünce, inanç, töre, gelenekleri ve bunlarda içerilmiş olan buyruk, norm ve yasakları kendince bir eleştiriden geçirdiği düşünülebilir. Bu eleştiri, kısa ve süreksiz olabilir ve kişi kendisini kuşatan mevcut ahlak ağını olduğu gibi kabullenip yaşamını bu ağ içinde sorgulamaksızın sürdürebilir ve hatta onun eleştirilip sorgulanmasına karşı çıkan tutucu bir tavır da takınabilir. Veya bu eleştiri uzun soluklu, hatta sürekli olabilir ve hatta “Genellikle ahlak nedir?” sorusunun sorulmasına ve bu soruya genel, kuşatıcı bir yanıt verme girişimine dönüşebilir.

Bu ikinci durumda, o kişi için artık şu sorular birbirini izlemeye başlar:

Biz bir eylemi değerlendirirken neden dolayı “iyi” ve “kötü” gibi terimlere başvuruyoruz ki? “İyi” ve “kötü” nedir? Bizim “iyi” ve “kötü” hakkında ailemizin, çevremizin, toplumumuzun bize benimsettikleri dışında sağlam bir bilgimiz var mıdır? Varsa böyle bir bilgi nasıl elde edilir veya neye dayanır? Bir kişinin eylemini değerlendirirken “iyi” ve “kötü” terimlerini kullanarak bir yargıda bulunuyoruz; fakat acaba bu yargılarımız somut, nesnel bir olgu bilgisine mi dayanmaktadır, yoksa onlar sadece bizim öznel eğilimlerimizi, duygularımızı, arzularımızı mı yansıtmaktadır? “İyi” ve “kötü”nün değerlerle ilgili olduğu söyleniyor; fakat acaba değer nedir? Tüm insanlar için geçerli, aynı anlama gelmek üzere, evrensel değerler var mıdır? Yoksa değerler kişiden kişiye, gruptan gruba, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişen, aynı anlama gelmek üzere, hep göreli kalan öznel ölçütlerden mi ibarettirler?

Etik-Ahlak Ayrımı

a. Temel Ayrımlar

Daha da çoğaltılabilecek olan bu sorular üzerinde düşünmeye başlayan kişi artık, ahlak üzerine düşünmeye başlamış demektir. O kişi artık, adına etik veya aynı anlama gelmek üzere ahlak felsefesi denen bir felsefe alanına adımını atmıştır.

Bu noktada hemen, ivedilikle saptanması gereken husus, etik ile ahlak arasındaki ayrımdır.

Ahlak, bir kişinin, bir grubun, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir ulusun, bir kültür çevresinin vb. belli bir tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren inanç, değer, norm, buyruk, yasak ve tasarımlar topluluğu ve ağı olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan ahlak (moral), her yanda yaşamımızın içindedir; o, tarihsel olarak kişisel ve grupsal/toplumsal düzeyde yaşanan bir şeydir; ona her tarihsel dönemde, her insan topluluğunda mutlaka rastlarız. Bir “Hıristiyan ahlakı”ndan, bir “İslam ahlakı”ndan, bir “Yahudi ahlakı”ndan, bir “Konfüçyüsçü ahlak”tan, bir “Budist ahlakı”ndan söz edildiğini biliriz. Bunun gibi, bir “hümanist ahlak”, bir “hoşgörü ahlakı”, bir “ödev ahlakı” olduğu söylenir. Yine bunun gibi, bir “aristokrat ahlakı”, bir “burjuva ahlakı”, bir “köle ahlakı” olduğunu söyleyenler vardır. Ayrıca “iş ahlakı”, “meslek ahlakı” (tıp ahlakı, ticaret ahlakı, bankacılık ahlakı vb.) ve “bilim ahlakı” da yukarıda sayılanlara eklenebilir. Öyle ki, ahlak üzerine düşünmeye, ahlak üzerine felsefe yapmaya başlayan kişinin, yani etik içine adımını atmış olan bir insanın gözlemsel düzeyde ilk saptadığı şey, bir ahlaklar çokluğudur. Etiğe adımını atar atmaz bir ahlaklar çokluğuyla karşılaşan kişinin yapacağı ilk saptamalardan biri, tüm bu çok çeşitli ahlakların dayandıkları değer, norm, inanç ve düşüncelerin göreli kaldıkları, kısacası ahlak ilkelerinin göreliliği olabilir. O kişi, sadece yaşadığı dönemle sınırlı kalmayacak şekilde, tarihte de ahlak ilkelerinin hep göreli kaldığı saptamasında bulunabilir. Hemen ardından o kişi, tüm insanları birleştirici nitelikte, temel ve evrensel ahlak ilkelerinin tarihte ve halihazırda mevcut olmadığı ve bu göreliliğin aşılamayacağı yargısına ulaşabilir. O kişi, bu gözlemiyle ve yargısıyla yetinip kendi öznel eğilimleri ve inançları doğrultusunda kendisine göre bir ahlaksal yaşam sürdürmeye karar verebilir. Veya aynı kişi, bu göreliliği hazmedemeyip tüm insanlık için birleştirici olabilecek temel ve evrensel ahlak ilkeleri konumlamaya ve böylece kaotik nitelikteki mevcut çeşitliliği aşmaya yönelebilir.

b. Etik Görecilik (Rölativizm)

Etik Evrenselcilik (Üniversalizm)

Aslında onun karşılaştığı bu durum, felsefe tarihine bakıldığında, etikle ilgilenen filozofların başlangıçta karşılaştıkları durumdur. Gerçekten de bu ilk gözlemlerden hareketle bir göreciliğe (rölativizm) varmak veya tam tersine tek, kuşatıcı ve bağlayıcı bir ahlak, bir evrensel ahlak geliştirmeyi denemek, evrenselciliğe (üniversalizm) başvurmak, daha ilkçağdan beri rastlanan ve günümüzde de sürüp giden iki temel etik içi yönelim, iki ana doğrultu olmuştur.

Felsefe tarihinin erken dönemlerinden beri her dönemde karşımıza çıkan bu iki ana yönelimi, doğrultuyu, başlıca temsilcilerinin adlarını anarak kısaca şöyle betimleyebiliriz:

Sofistler, “Her şeyin ölçütü insandır” şiarı altında, bir doğa felsefesi olarak başlayan ve her konuda doğayı ölçüt kılan Grek felsefesinde insanı ölçüt kılan (homo mensura) bir felsefe tarzı geliştirirlerken, yani felsefi ilgiyi doğadan insana çekerlerken; aynı zamanda etik tarihinde göreciliğin, etik göreciliğin (rölativizm) de ilk temsilcileri oluyorlardı. Sofistler için “iyi” veya “kötü” insan eylemlerini değerlendirebileceğimiz, tek ve değişmez anlamlı ve herkes için genelgeçer ve bu anlamda evrensel ölçütler değil, sadece insana ait, insan-bağımlı, insan kaynaklı, kısacası insana göreli şeylerdir. Gerçi insana göreli olmaları, yine de onların insanlararası bir genel geçerliklerinin olabileceğini düşündürebilir. Başka bir deyişle, onların, doğa yasaları gibi insandan bağımsız bir genelgeçerlikleri olmasa da insan eliyle ve insanlar arasında oluşturulmuş bir genelgeçerlikleri olduğu veya olabileceği pekâlâ düşünülebilir. Oysa sofistlere göre, “iyi” ve “kötü”, insana göreli olmakla kalmazlar; üstelik insanına göreli şeyler olurlar. Örneğin, “yarar” ve “haz”zın insana göre, yani tüm insanlar için “iyi” oldukları söylenebilir. Oysa sofistlerin gözünde herkes için genelgeçer yarar ve hazlar yoktur; yarar ve hazlar insana göre olmaktan öteye, insanına göredirler. Birinin yararına olan bir başkasının yararına olmayabilir; birinin haz aldığı bir şeyden bir başkası haz almayabilir vb.

Protagoras, “Üşüyen için rüzgâr soğuk, üşümeyen için soğuk değildir,” demişti. Neyin değerli neyin değersiz olduğu da böylece insanına göre değişebilmektedir. Bu saptama, “evrensel değerler”den söz edilemeyeceğini de örtük olarak içermektedir. Sofistler etik tarihinde değer göreciliği (rölativizmi) olarak bilinen bir anlayışın da ilk temsilcileri olmuşlardır.

Etik göreciliği ve bağlı olarak değer göreciliğini temsil eden sofistlerin karşısında, insanın ahlaksal yaşamını evrensel ilkelere göre düzenleyen bir rasyonel/evrensel ahlak geliştirme konusundaki çabalarıyla, Sokrates’in ve Platon’un, felsefe tarihinde etik evrenselciliğin (üniversalizm) temsilcileri oldukları görülür. Sokrates ahlaksal yaşamda “tümel doğrular” olduğunu, bunların diyalektik ve maiotik (akılda zaten mevcut olanı uyarma, hatırlatma yoluyla açığa çıkarma, doğurtma) yollardan ortaya çıkarılabileceğini iddia eder. Ona göre “iyi”nin, “doğru”nun, “erdem”in, “cesaret”in, “adalet”in vb. birer “öz”ü vardır. Bu özün her an ve durumda bilincinde değilizdir; o, örtük olarak bilinç ve belleğimizin derinliklerine saklanmış gibidir. Fakat rasyonel irdeleme, doğruyu ortaya çıkarma amaçlı konuşma (diyalektik) yoluyla, tıpkı bir ebenin bir çocuğu doğurtması gibi (maiotik), bu özler, tümel tanımlarıyla ortaya çıkartılabilir ve insanın ahlaksal yaşamı bu tümel tanımlarda ifade edilen tümel doğrulara göre düzenlenebilir. Dolayısıyla Sokrates, herkesin “iyi”den, “erdem”den vb. söz ettiğini, fakat kimsenin bunların tümel tanımlarını yapmadıklarını belirterek, insanların bunların toplumca benimsenmiş töre, görenek ve alışkanlıklara göre yapılagelen ve fakat hiçbir genelgeçerlik taşımayan tanımlarıyla yetindiklerini söyler. Oysa bir töre veya görenek açısından “iyi” diye bellenmiş olan şey, bir başka töre ve görenek açısından “iyi” sayılmayabilmektedir. Sokrates’e göre sofistler de görecilikleriyle bu durumu onaylar görünmekte ve ahlaksal yaşamdaki kaotik durumu daha da ağırlaştırmaktadırlar. Oysa yapılması gereken, ahlaksal yaşama yön veren temel kavramların tek, herkesçe kabul edilebilir, bu anlamda evrensel olan tanımlarını ortaya koymak olmalıdır. Ahlaksal yaşam için genelgeçer olacak tanımlar için ölçüt; bilgi, doğru bilgidir. Doğru eylem doğru bilgiden çıkar. Öyle ki, bilgi yönünden “doğru” olan, ahlak yönünden “iyi”dir de. Buna göre, doğru bilgiyi izleyen, doğru bilgiye dayalı eylem ahlak yönünden de doğrudur ve bu eyleme yön veren ilke, hem bilgi hem de ahlak ilkesi olarak, “iyi”dir. Daha sonra Platon, “Her şeyin ölçüsü tanrıdır” diyerek, “iyi”yi ideal bir alana taşıyacak ve hatta onu bir idea olarak mutlaklaştıracaktır. “İyi” böylece kendinden pay alınan, eylem sırasında kendisine yönelinen, insanüstü bir konuma da yükseltilmiş olur. Bu, en iyi “tanrı iyidir” önermesinde ifadesini bulur ve daha sonra Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tektanrılı dinlerin geliştirdikleri hemen tüm ahlak öğretilerine de kaynaklık eder.[5 - İkinci Bölüm’de “Platon: İdealist Mutlulukçuluk” başlığı altında, Pla-ton’un hemen tüm Batı felsefesini ve Hıristiyanlık, İslamiyet gibi dinleri etkilemiş ve bir ölçüde bu dinlerin teorik yapılarının temellerinde yer etmiş olan ontolojik belirlemelerine ve metafiziğine daha geniş yer vereceğiz.]

Felsefe tarihinde genişliğine ilk kez sofistler ile Sokrates ve Platon arasında karşımıza çıkan bu karşıtlık, etik görecilik-etik mutlakçılık (evrenselcilik) karşıtlığı olarak, tüm felsefe tarihi boyunca devam eden ve örneğin 20. yüzyılda da neopozivist filozoflar ile Scheler ve Hartmann gibi filozoflar arasında sürüp gittiğini ileride göreceğimiz bir karşıtlıktır.

c. Ahlaktan Etiğe

Ne var ki sofistler de, Sokrates ve Platon da “ahlak” denen fenomenin “ne olduğu”nu, onun ne’liğini, insan yaşamında neden var olduğunu, nereden kaynaklandığını sormuyorlardı. Hemen tüm Grekler gibi onlar da “ahlak” fenomenini tıpkı doğal bir fenomenmişçesine, “kendiliğinden mevcut” bir şey olarak görüyorlardı. Oysa Aristoteles’in bu konuda farklı bir yaklaşımı olduğunu görüyoruz. Aristoteles, kendisinden önce ortaya atılmış çeşitli ahlak görüşlerini sınıflandırarak sistematik bir biçimde irdeleyip eleştiren, bu konudaki araştırmalara ilk kez bir sistematik getiren filozof olmuştur. Örneğin o, insanın tüm ahlaksal eylemlerinin bir “en yüksek iyi”ye ulaşmaya yönelik olduğunu belirtirken, her türlü ahlak araştırması için bir temel çıkış noktası ortaya koymuş oluyordu. Onun Nikhomakhos’a Etik adlı yapıtı şu cümleyle başlar: “Her sanat, her öğreti, bunun gibi her eylem ve her istençli karar, herhangi bir “iyi”ye ulaşmaya çabalar görünüyor.” Aristoteles, bu temel kalkış noktasından hareketle ve kendisinden önceki denemelere bakarak, bu denemeleri herhangi bir iyi’ye ulaşma çabası olarak görüp irdelemiş ve kendisine gelene kadar ahlakla ilgili ortaya atılmış tüm iddiaları kapsamlı çözümlemeler ve sağlam bir çıkarım zinciri içinde eleştirmiştir. Gerçi biraz ileride göreceğimiz gibi, aslında Aristoteles, etiğin başat problemini “en yüksek iyi” olarak belirlemişken, birçok filozof ya “doğru eylem” ya da “istenç özgürlüğü” problemini başat problem olarak görecektir. Bununla birlikte, ilk kez Aristoteles’te gördüğümüz bu irdeleyici, sınıflandırıcı, temellendirici ve eleştirel tavır, kendisini etiğin kurucusu olarak görmemizin nedenidir. Gerçekten de onun bu konudaki kitabında, Nikhomakhos’a Etik’te geçen etik sözcüğü, o günden beri “ahlak felsefesi”nin karşılığı olarak kullanılagelmektedir.

Etik ve ahlak (moral) arasında yaptığımız bu ayrıma rağmen günlük dilde, hatta felsefede, her iki sözcüğün birbiri yerine kullanılageldiğini de sık sık görmekteyiz. Dedik ki, ahlak fiilen ve tarihsel olarak bireysel, grupsal, toplumsal düzeyde yaşanan bir şey, bir fenomen olmasına karşılık; etik, bu fenomeni ele alan, ahlak görüşlerini, öğretilerini irdeleyip sınıflandıran, aralarındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koyan, bunları karşılaştırıp eleştiren felsefe disiplininin adıdır. Tam bu nedenle, örneğin ileride “İçerikli Değer Etiği” başlığı altında Scheler’le birlikte kendisinden söz edeceğimiz Nicolai Hartmann, “Ahlaklar çokluğuna karşı etik tektir,” der.[6 - Hegel, etik-ahlak ayrımını başka terimlere başvurarak yapar. Biz yukarıda “moral” sözcüğünü “ahlak” karşılığı kullandık. Bunun gibi, “moralite” (Moralitaet) de tabii, “ahlaklılık” anlamına gelir. Almanca “Sittlichkeit” terimi de esasında “ahlaklılık” demektir. Ne var ki Hegel, Sittlichkeit’ı ahlaklılık anlamında kullanmakla birlikte “Moralitaet”i, büyük ölçüde, bizim yukarıda “etik”ten anladığımız anlama yakın bir anlamda kullanır.] Öbür yandan, etimolojik bir irdeleme bize şunu da gösterir: Etik sözcüğü Grekçe “ethos”, moral sözcüğü ise Latince “mos” sözcüklerinden gelir. Ve “ethos” da, “mos” da töre, gelenek, görenek, alışkanlık, yerleşik hale gelmiş duygululuk hali, karakter, huy, mizaç vb. anlamlarına gelir. “Moral” karşılığı dilimizde kullandığımız “ahlak” sözcüğü de Arapça “hulk” kökünden gelmektedir ki, bu kök de yine töre, gelenek, görenek, alışkanlık, huy, karakter vb. anlamlarını taşır. Buna göre, “etik”, “moral” ve “ahlak” sözcükleri, nüanslar göz ardı edilirse, aynı anlama sahip sözcüklerdir ve onları etimolojilerine göre değil, felsefede kazanmış oldukları anlamlarını dikkate alarak birbirinden ayırıyoruz. Ve bu sözcükleri bundan sonra, felsefede kazanmış oldukları anlamları dikkate alarak kullanacağız. Burada hemen şunun belirtilmesi uygun olur: Etiğin görevi, herhangi bir ahlak geliştirmek, ahlaklar çokluğuna bir yenisini eklemek ve insanlara bu ahlaka uyulmasını öğütlemek değildir. Tam tersine, etik, “ahlak” denen fenomeni inceleme alanıdır. Başka bir deyişle etik, pratik bir etkinlik alanı olan ahlakı teorik bir inceleme konusu kılan felsefe disiplinidir. Fakat şimdiden belirtelim ve ileride üzerinde duracağımız gibi, etikçilerin, ahlak fenomenine ve çeşitli ahlak görüşlerine bakış ve değerlendiriş tarzlarına, kendileri farkında olsun veya olmasın, şu veya bu ölçülerde belli bir ahlakın, tikel bir ahlak görüşünün bakış ve değerlendiriş tarzı sızmış, sinmiş olabilir.