banner banner banner
Korku ve Arkadaşı
Korku ve Arkadaşı
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Korku ve Arkadaşı

скачать книгу бесплатно

Korku ve Arkadaşı
Ayşegül Çelik

AYŞEGÜL ÇELİK

KORKU VE ARKADAŞI

© 2013, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Yapı Kredi Yayınları, 2003

Can Yayınları’nda 1. basım: Kasım 2013, İstanbul

E-kitap 1. sürüm Kasım 2015, İstanbul

Kasım 2013 tarihli 1. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Faruk Duman

Kapak tasarımı: Act creative

Kapak resmi: © Shutterstock / Irmak Akçadoğan

ISBN 978-975-07-2871-6

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com/)

yayinevi@canyayinlari.com

AYŞEGÜL ÇELİK

KORKU VE ARKADAŞI

ÖYKÜ

Ayşegül Çelik’in Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Kâğıt Gemiler, 2013

Ölmeyi Bilen Adam Muhsin Ertuğrul, 2013

Şehlier, Dehlizdeki Kuş, 2013

AYŞEGÜL ÇELİK, 1968’de Ankara’da doğdu. HÜ İktisadi ve İdari Programlar ile AÜ DTCF, Tiyatro bölümlerini bitirdi. HÜ Sosyal Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans programına katıldı. Varlık, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri, kitap-lık, Doxa, Bütün Dünya, Akşam-lık, Kent ve Gençlik, Bireşim, “ağır ol bay düzyazı”, Dünden Bugünden Edebiyat gibi dergilerde öykü, şiir ve makaleleri, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Star, Radikal, Yeni Şafak, Sabah gibi gazetelerde röportajları yayımlandı. Televizyon, sinema ve sahne için drama yazarlığının yanı sıra televizyon için çocuk programı yazarlığı yaptı. Radyo oyunları TRT tarafından ödüllendirildi. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kaynanam Nasıl Kudurdu? romanından yaptığı oyun uyarlaması Devlet Tiyatroları ve Bursa Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Librettosunu yazdığı Arda Boyları, Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu tarafından sahnelendi. Kadın Öykülerinde Ankara, Kadın Öykülerinde Doğu, Belki Varmış Belki Yokmuş, Bir Dersim Hikâyesi, Şehir ve İnsan, Kar İzleri Örttü adlı çok yazarlı kitaplara öyküleriyle katıldı. Şehper, Dehlizdeki Kuş adlı öykü kitabıyla Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülleri’nde mansiyon, Kâğıt Gemiler adlı öykü kitabıyla 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Sensizankaradadenizdüşleri (1997) adlı şiir, Korku ve Arkadaşı (2005) adlı öykü kitapları var. Halen Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Dünya Edebiyatı ve Uygarlık Tarihi dersleri veriyor.

Herkes cinneti kendinden uzak sanır.

Oysa, zamanla insan arasındaki tuhaf yerin adıdır gece ve

Akıl orada uyur

Ağaçlar orada boylanır

Çünkü bütün düşler gerçektir orada.

Sayrının imparatorlukları gecede kurulur.

Gözden ırak yangınlar, gökyüzünü tutar.

Sokaklar bir tuhaf iklime girer

Bilen bilir: Artık bütün bahçeler yasemin kokar.

Gecede kaybolanlardan öğrendim bu tekerlemeyi. Çoğu, tümünü bilmez, ancak son satırı bir şarkı gibi söylemekten hoşlanır. Gecede kaybolan bu insanların sayısını sorarsanız, söyleyemem; çoktur. Cinsiyetini söyleyemem; yoktur. Ve kaybolmaya muktedir bu kadar insan olması biraz tuhaftır. Ben onlara sayısız öyküler verdim, onlardan öyküler aldım. Artık biliyorum ki, kiminin uyanamadığı kâbus, kiminin yaşadığı tek gerçek olabilir. Düşlere gidecek olanları bir bakışta tanıyışım bu yüzden… Biliyorum ki haklılar;

“herkes cinneti kendinden uzak sanır.”

Bütün bir şehri içine alan suretini karanlıkta gördüğümde, anladım ki o da gidecek. Çünkü, elleri hiç tekin değil, yüzündeki acıya aldırmadan, gözlerinin keskinliğini sınıyor karanlıkta. Anladım ki kararını vermiş ama bundan haberi yok. Sonra bahçenin bir yarısında açan çiçeklerin sesini duyduğunu ve içinde büyüteceği dikenlere hazırlandığını fark ettim.

Düş, umduğumdan da güzel başladı fakat sonra çok büyüdü, sayrılı bir çalkantıya dönüştü. Bu çalkantı, her şeyi içine aldı. Birbirine değen uyumsuz parçalar, üstünlüklerini bağırdılar. Sesler önce büyüdü, sonra azaldı ve bitti. Başlayan sessizlik öyle koyulaştı ki tarakla taranır, bıçakla kesilir hale geldi. Bu soluksuz maddenin içinde, tek bir çıtırtı belirdi; öncesiz ve sonrasız. Yangın başladı.

Yangın bu anda şehrin bütün pencerelerinden görülebilecek kadar büyüktü aslında. Kent sakinleri sıcaklığı, ergimeyi fark ettiler fark etmesine ya, bunu nerede arayacaklarını bilemediler. Eğer çıkıp baksalardı, kendi bahçelerini, kendi sokaklarını, kendi çocuklarını göreceklerdi. Fakat hepsi cinneti kendinden uzakta bildi. Eğer baksalardı, öykülerden tanıdıkları acıların kendi aynalarında biriktiğini ve o aynalarda kendi suretlerinin durduğunu göreceklerdi. Baksalardı, bir yangının daha başlarken, ardında ne kadar kül sakladığını… Her türlü yanıtın gün ve gece altında ayan olduğunu, asıl hünerin yanıtları beklemekten öte, soruları sormakta olduğunu…

Fakat bakmadılar. Bu öyküler, yangın sonrası devşirilip, kurutulup boyanmış ve kırık aynalarda yüzleri çoğaltmaya bırakılmıştır.

Yasemin kokularına ve erken inen akşamlara

Ve çıplak ayak gezmeyi bilen çeşit çeşit çocuğa:

İnanıyorum;

bütün düşler gerçektir.

Korku ve Arkadaşı

Çocuklar gecenin tekin olmadığını bilirler.

Onları karanlığın içinde tutan, yağmuru, ayazı unutturup evlerinin yolunu çoğaltan da bu bilgidir zaten. Karanlıkta, sessiz ve görünmez nesneler keşfedip suretsiz gölgelerle konuştuklarından, biraz delilere benzerler.

Çocuklar, gecenin tekin olmadığını bilirler.

Sessiz bir çocuktur Zülfaris. Solgun. Yüzünde sayrılı bakışlar vardır. Elleri tekin değildir. Gözleri, düşleri… Huyları tekin değildir. Bu yüzden ona “Birsam” da derler. Adını her duyuşunda irkilir, o geceyi hatırlar. Sesi duyduğu ilk geceyi…

Ses, ateşböceği şarkılarına benziyordu. İçini basan alacalı korkulara rağmen, önce kardeşiyle yattığı döşekten kaldırmış, sonra dış kapıya, sonra da bahçeye çağırmıştı onu. Tahta döşemede adım attığı her yerin avazlanacağını bile bile, sese yürümüştü o gece… Birsam…

İşte şimdi, tertemiz nisan havasının altında, beli lastikle büzülmüş pijaması, çıplak ayakları ve terli sırtına yapışan içliğiyle, yemişini dört gözle beklediği kiraz ağacının altında, yüzünü gecenin en koyu yerine dikmiş beklemektedir. Beklemektedir ya… Neyi?

“Köpekler uluyacak!” diye korktu önce ve evinin aralık kapısını kolladı göz ucuyla. Gecenin bir vakti, kendisini çağıranı bulamadan kaçacaktı belki… Kalbi sanki kulaklarında atıyordu. Düşündü; çağıran her kimse, onu görene dek beklemeye karar verdi. Çok tuhaftır; bunu kararladıktan sonra ne köpekler uludu ne babası uyandı. Çok beklemesine gerek kalmadan, kiraz ağacının tepesinde önce bir, sonra iki ateşböceği kadar, sonra da bir ateşböceği ordusu kadar parlayan ışığı gördü. Elini gözlerine siper edip, kiraz ağacının durulup yatışmasını bekledi. Çünkü kiraz ağaçları çok heyecanlı olurlar. Bu ağaç da tepeden tırnağa ışığa kestikten sonra sessizce küçüldü ve ortaya bir adam çıktı. Elinde rengârenk balonlar olan bu adamın gözleri sapsarıydı. Burnunun üstündeki yılandan tanınır ve iki gözünün de birer adı olduğundan bahsedilirdi. Yüzü o kadar çirkindi ki bazıları onu daha önce düşlerinde gördüklerine inanır, gündüz gözüyle rastgeldiklerinde başlarını çevirip tövbeler ederlerdi. Elbet, hayırla anılacak düşler değildi bunlar. Fakat O daha yolunu yarı edemeden, gelişine yandaş çıkardı çocuklar. Deliliğe duydukları o kışkırtıcı merakla etrafını çevirir, burnundaki yılanın tıslayışına aldırış etmeden, birbirlerini omuzlayarak tahta arabadaki oyuncaklara eğilirlerdi. Araba da arabaydı ama, içinde neler yoktu ki: balonlar, maytaplar, elmaşekeri koçanları, kordelalar, sakızı çıkarılmış resimli kâğıtlar, karta basılmış artist resimleri, kavanozlarda iki, hatta üç gözlü misketler, bilyeler, birçok topaç, açılınca ses veren kutular… Neler neler… Araba, kuşlar ve çocuklarca boyanmış gibi renkli, adam renk kavanozlarına düşüp çıkmışçasına parlaktı. “Şenlikçi!” diye düşündü ve umduğu olağanüstü manzarayı bulamayanların küskünlüğüyle alt dudağını kıvırıverdi Birsam. Ayakları üşümüştü; orasını yokladı; çişi de gelmiş. Bunu farkedip bir daha sustu.

“Her zaman seni gözlüyorum. Kiraz ağaçlarını en çok seven çocuk sensin. Neden hiç yanıma gelmiyorsun?” diye sordu Şenlikçi. Zülfaris, can sıkıntısından eridi adeta. Burun kıvırdı, onun tozlu arabasına koşacağına, kirazda türkü söyler, damda yıldız kaydırır daha iyi.

“Düş görmek kolaydır oğlum amma, uyanmamak zor!” deyiverdi Şenlikçi. “Bir düş göreceksin velakin uyanacaksın. Uyanmamak için beni yeniden görmeyi yürekten dilemen gerek! Bir gün beni görmek için yanıp tutuşacaksın!”

Demek alınmıştı çocuğun renksiz karşılamasına? Bu yüzden aklına gelenleri art arda söylüyordu. Zülfaris, söze ekleyecek bir şeyler aradı; etrafına bakındı, kiraz ağacıyla göz göze geldiler.

“Nereden geldin sen? Yoksa bu ağaçta mı yaşıyorsun?”

“Bazen. Ancak başka ülkelere giderken sizin arkadaki kümeste oluyorum.”

“Bizim kümes başka ülkelere mi açılıyor?”

“Ne sandın ya!”

“Bana da göstersene!” diye atıldı, çişini unutmuştu birden. Şenlikçi onun yüzündeki sevinci beğendi. Ancak ipekten bile olsalar bütün perdeleri açmaya niyeti yoktu. “Sırlar pahalı şeylerdir. Ömre bedel olanları vardır,” dedi ve bir avuç taş çıkardı arabasından. Bunlar tuhaf bir biçimde pürüzsüz, soğuk ve parlaktı. Bir ağızdan konuşmaya başladılar:

“Beni dinle, öykülerim insanların bir tek sözcük bilmediği bir vakte aittir! Bugüne dek nasıl geldiler dersin?”

“Ya ben? Benim hikâyem olmasa, Tanrı kendini bilir miydi sanıyorsun?”

Çocuk gözleri taşlara değdiğinde, kayboluverdi Şenlikçi.

Eve girdiğinde, daha ilk adımda uyandı babası. Veryansın etti! Öyle ki, sırtını yastığa koyamadı da yüzükoyun yattı Zülfaris. Yattığı yerde, uzun uzun hayallendi: Ne kiraz ağacının heyecanı ne ateşböcekleri… Parmakları arasında okşanmaya hazır, buz gibi taşlar. Kışkırtıcı, sabırsız, üstelik bir de parlak. “Keşke o kaygan kordelalardan verseydi bir tane,” diye düşündü fakat sonunu getiremedi bu düşüncenin. Çünkü, kordelaların ismi büyüyüp kocaman oldu ve tuhaf bir lezzetle doldurdu ağzını.

Babam kümese eştiğim deliğin yerini de görmedi, sesini de duymadı. Babam biraz sağırdır, bazı şeyleri hiç duymaz; biraz da kekemedir, bazı şeyleri diyemez.

O gün, öğleyi zor ettim. Başka ülkelere açılan kümes demek bizim kümesmiş! Tavukları, horozu ürküttükten başka birçok da yumurta kırdım. Kümes küçücük, tıka basa zor sığılan bir yer. Bir kere dayımın kardeşime attığı yumruktan kaçarken girmiştim. Aslında o zaman da pek tuhaftı. Beni görünce bütün tavukların kendilerini oraya buraya atmalarından anlamalıydım orada bir sır olduğunu… Aslında ben her zaman bazı şeyleri sezerim, ama sonra nedense unutuyorum onları…

Bütün gün kümesi eşeledim, ama Şenlikçi’nin dediği, başka ülkelere çıkan yolu bulamadım. Belki bir yol değil de başka ülkeleri görecek bir delikti söz ettiği… O zaman daha kötü olurdu, çünkü hep aynı yeri görmek zorunda kalır ve daha çok merak ederdim. Her şeye razı olup kazmama rağmen, onu da bulamadım.

Sonraki gece yine çağırdı Şenlikçi beni. Fakat kırgındım bana yalan söylediği için. Zaten ben gidip bu adamın sattığı bir dünya oyuncağı seyretmek istemiyorum. Ama öyle bir çağırıyor ki insanı… En çok sevdiği şeyin sesiyle sesleniyor. Ben ondan yana hep ateşböceklerinin ve başka dünyaların seslerini duyuyorum…

Ses çoğalınca, birilerinin fark etmesinden korktum. Kalkıp bahçeye çıktım. Gecenin bu vakti beni yakalasalar bahçede, babam bir görse!..

“Nerede kaldın? Seni bekliyoruz, bütün ateşböcekleri yanıp bitti neredeyse…”

“Hani bizim kümesten başka ülkelere geçiliyordu? Hani orada bir…”

“Çok mu merak ettin?” (Gözleri parlamıştı Şenlikçi’nin.)

“Ettim ama, sen öyle dediğin için ettim. İyice de kazdım ama…”

“Daha derin kaz! Önce soğuyacak toprak, sonra ıslanacak. Sen boş ver, kaz! Yerden su çıkacak, önce az ama sonra çoğalacak. Sen boş ver kaz. Su, kaynayacak çukurun dibinden, önce az ama sonra çoğalacak. Çukurun dibinde bir nehir bulacaksın, gürül gürül! Sen boş ver, kaz. Nehrin dibinde bir şelale bulacaksın!”

“Yine kazayım mı?”

“Yok, şelaleye kadar kazmak kâfi. Şelaleyi buldun mu tamam, onun üstüne bin, istediğin ülkeye git! (Böceklerin sesini dinledi adamın burnundaki yılan, sonra bakışını bilinmedik bir noktaya dikti.) Ama bunu kimselere deme, tamam mı…”

Bunları söyledikten sonra bana bir de fener verdi Şenlikçi, “Bunu aynaya tutarsan gözlerinin rengini bulursun,” dedi ve daha önce hiç duymadığım bir ezgiyi mırıldanarak ağacımıza doğru eriyip gitti.

Ertesi gün yine kümese gidecektim ya… Sultanahmet’e götürdü babam beni. Delik bir çuval gibi elden ele gezdim. Biri yüzüme üfledi, biri karnıma yazılar yazdı. “Karanlıkta yalnız gezme!” dediler hep birlikte ve güllü sularla yıkadılar ensemi. Gün doğarken gidip gün inince döndük. Şenlikçi, o gece bir düş yolladı eşlikçi. Düşümde bir koca kuyruğum vardı ve adaların üstünden uçuyordum. Avcılar ateş etti, hemen vurdular beni. Sonra gözlerimi alıp bir ceylana koydular.

Ertesi gün kazmaya devam ettim. Toprak nemlenene kadar, topraktan küf kokusu gelene kadar kazdım. Annem bütün gün bohçalarla uğraşıyor, yine de ne yaptığımı fark ediyordu. Önce ortadan kaybolduğuma kızdı, sonra ellerimin pisliğine. Ne kadar yıkarsam yıkayayım, tırnaklarıma giren toprak kapkara duruyordu; sabunla bile geçmedi. Sonra Şenlikçi’yi bekledim bütün gece; ne ateşböceği ne balonlar… Şenlikçi gelmedi.

Sabah olunca kümese koşacaktım ki annem elimden tuttu. Birlikte Fener’e gittik. Birçok kadının arasına oturttular beni. Biri renkli sular içirdi, biri kafamda kurşun pişirdi. “Duasız gezip kendini maral sanma!” dediler, küçük bir kâğıdı dürüp büküp koynuma koydular. Gün doğarken gidip gün inince döndük. O gece bir düş yolladı Şenlikçi. Önce bir kapıdan geçtim, sonra bir kuyudan düştüm, sonra bir yangında yandım, sonra Şenlikçi çıktı karşıma! Eline bir düdük almış, öttürüp duruyor; istedim, vermedi. Gece yarısı uyanıverdim. Ortalığı dinledim; ne ateşböcekleri ne Şenlikçi… Soluğumu tutup sabah erkenden şelaleye ulaşmayı diledim, uyumuşum. Bu kez de bir şarkı çıktı karşıma. Sözleri ve sesleri şöyle:

    Bir dilek tut
    Bir dileği sev de tut.
    Gerçek olmak kolay, yok olmak zor.
    Bir dilek tut,
    O dileği sev de tut.

TARÇIN

“Ağaçlar içinde bir uğursuzu zeytinlerdir!

Hele yabanisi! Kayaların çatlağını kollayıp o bir avuç toprakta kök salar bunlar. Yüzyıllarca aynı yerde dururlar da ne meyve vermek gelir akıllarına ne de ölmek. Çünkü işleri akıl kargışlamaktır bunların! Seslerine kulak kabartmak iyi değildir, çünkü zeytinler Akdeniz’in bütün dileklerini bilirler. Bilhassa kadınların bu dikenli kuytuları düşlerinden uzak tutmaları gerekir. (Çünkü derinlere uzayan köklerin buldukları bütün gizliyi hiç sakınmadan ayan ettiği ve savurdukları ağulu öyküler yüzünden, dalgalar çekilirken kıyıdaki çakılların sessizce ağladığı söylenir!)”

Ataların sözleri hiç yalan çıkmaz. Üç yanı kayalarla, kayaları zeytinlerle kuşatılmış bu köyde doğmuş Tarçın. Eski bir hikâye bu. Öyle ki o doğduğu vakit, buralarda deniz fenerinden bahseden bir tek kişi bile yokmuş. Çünkü o vakitler, bütün koy mercanlarla kaplıymış saçak saçak. Ta kıyıda, el ayak altında, boynuzlu, iri yengeçler, cennet yüzlü balıklar ve nice tuhaf deniz taşları varmış.

Anasını doğarken kaybettiğinden, yalnızlığı erken başlamış diyorlar. Aslında tam sekiz kardeşi var Tarçın’ın. Ama hiçbiri onun gibi değil. Doğduğundan beri ziyadesiyle tuhaf olan hallerine, anasızlığın vakarı ve yalnızlığın korkuları da eklenince hepten tuhaf bir çocuk olup çıkan Tarçın, –ahaliyle birlikte– tez zamanda sezmişti kendindeki garipliği: O, kimseyle benzeşmez… Dinleyenin içini acıtan öyküler bilir, olmamışı sezer; kimsenin duymadığı seslerden duyduğu, tuhaf kuytularda gezindiği görülür. Ne yengeç kıskaçlarını çalımla asabilir boynuna ne kancadan balık çıkarabilir. Hatta ölü martılardan bile korkar. Çocuklar üstüne mercan saçakları atıp korkusuyla eğlenirler. Köyde onu sesleyen de olmaz, oyuna çağıran da. Kendiyle birlik bir de yalnızlık büyütür içinde; yaşı yaşına denk: Gözle görülmeyen bir gölge haline gelişi ta bu vakitlerde başlar.

Yalnızlıktan iyi anlayan bu çocuk, gündoğumuyla birlik köye sırtını dönüp kâh karamuklar, kâh narlar arasında gezinir, zeytinlerin çatal yapmış dallarında, dirliksiz uykulara dalardı. Zeytine tırmanırken aşağıda bıraktığı köyün, koyduğu yerde duracağını sanıyordu ve dünyanın… Fakat yalnızlık, büyümeye müsait yaban otlarına benzediğinden, bir an geldi ki çatal yapmış bir dalda uyanıp gözlerini açtığında, herkesin çoktan gitmiş olduğunu fark etti Tarçın. Çocuklar, yengeç kıskaçları, mercanlar… Doğrulup insanların ve seslerin seyrelişine dikti gözlerini ve zeytinlerin üç-beş parmak uzadığını, cennet yüzlü balıklarınsa çoktan kaybolduğunu gördü… Artık onun akranları denize çıkıyor, onların dönüşünü başka çocuklar kolluyordu kıyıda. Etrafta kimsesizlikten başka bir şey yoktu. Belki bir tek zeytinler…

Ona yaklaşmaya niyet eden tek çocuğun Yunus olduğu söylenir. Kendi, vakarıyla sevilen, haşarılığı olmayan bir oğlan. O vakitler, Halil Amca’nın kayığında onlarla birlik balığa çıkıyor. Denizden, Halil Amca’dan, onun motorlu kayığından birçok şey öğrendi, birçok da büyüdü. Önceleri hep uzaktan gözlerdi Tarçın’ı, ama artık seslenebiliyor, ağ açmaya, konuşmaya çağırabiliyor onu. Yunus dediğimiz merhametli bir çocuk; içi burkulur Tarçın’ın yalnızlığına. Yaşıtıdır ama hiç alaya almamıştır onu. Ne üstüne mercan fırlatmış ne anlattığı ürkütücü öyküleri dinlerken olmadık yerde ağlamaya kalkıp yerli yersiz dert yanarak analığından yediği dayakları seyretmiştir. Yıllarca kendini tekin tutup, “Ne olacak, bir çocuk işte,” diye düşünerek beklemiştir Yunus. Beklediği ilk şey, Tarçın’a karşı duyduğu korkunun yatışmasıymış şüphesiz. Ancak daha sonra, gözlerindeki o acayip ışıltının aklından çıkacağı vakti beklemeye koyulmuş… O vakitler köyde deniz fenerinden bahseden bir kişi bile yokmuş ve Yunus’un aklını karıştıran, ömrü hayatında rastladığı tek fırtınanın içinde Tarçın’ın yüzünü görüvermek olmuş… Açık denizde!

Önce aklının bir oyunu sanmıştı bunu. Geçiştirdi, yoksadı… Ama ne yaptıysa olmadı, bir türlü aklını yatıramadı. Tarçın denilen bu çocuk, gün boyu kayıp değil miydi? Sonra birdenbire ortaya çıkıp tuhaf öyküler anlatmıyor muydu? Ne yaşadığını, kim bilir? Yaşar Amca’nın kayığı alabora olduğunda, daha haberi köye girmeden yalınayak dışarılara fırlayıp, “Eyvahlar olsun, gitti Yaşar Amca’nın kayığı!” diye vahlanan o değil miydi? Deliliğine hükmeden, analığı ve kardeşleri etrafını çevirirken gecelik elbisesinin yakasında gizlenen mavi-mor çürükleri görmemiş miydi Yunus? Bozarık eteklerin ele verdiği cılız bacakları hep yaralarla dolu değil miydi? Peki nasıl olmuştu bunlar? Tarçın’a sorulsa “bulutlardan bir fırtına bulutu esip savururken yaralanmış ve zeytin ağaçları kuş uçumu boyunca gülmüşlerdi haline”! Haydi, Yunus’un fırtına içinde gördüğü yüz bir alaca düş olsun, bir akıl sayrısı… ama, bir keresinde de “Ahışâh” adında bir denizminaresi düşmemiş miydi kızın kırpık saçlarından? Parmaklarında ancak istiridyelerin yapacağı türden derin kesikler yok muydu? Bu dirliksiz işaretler çoğaldığında olanlar oldu: Yunus, kendini Tarçın’ın hikâyelerinde buldu.

Bazen şose yolun, çileklerin, bazen denizin kıyısında anlattırıyordu ona. Hikâyeler uzundu ve aldatıcı. Çoğunun bir yere çıktığı da yoktu… Aslında Yunus daha o vakitlerde seziyordu ki mühim olan sonuçlar değil. Çünkü Tarçın hikâyelerle bir olup çalkanıyordu. Asıl bu bulanık çalkantıyı seviyordu Yunus. Tarçın, hikâyeleri dağ edip, deniz edip savuruyordu da yanı başında, O elini bile süremiyordu. Fakat, Yunus dediğin akıllı bir çocuk: Tez zamanda kavradı ki bu iş hep böyle olacak! Hep kıyısında duracak dağın, denizin, Tarçın’ın. Peşleri sıra gidemeyecek. Sanki o bir başka dünya… sadece bazıları gidebiliyor, geri kalanlar hep kıyıda…

“Yaşar Amca’nın kayığını anlatacaktın ya!” dedi Yunus, kürekleri bırakırken. Yine hikâyelerin boyunu aşmışlığını unutmaya yelteniyordu. Köyden denize inen ilk burnu dönmüş, günbatımını karşılarına almışlardı. Sandal kendi kendine kımıldanıyor, Tarçın’da yine o endişeli, o yeşil gözler. Ona kalırsa; kayığın alabora olduğunu gören kıyıdaki en yaşlı zeytindi aslında. İçinde yürüyen su marifetiyle düşüne girip Tarçın’ı uyandırmış, olanları fısıldamıştı alelacele. Tarçın 8-9 yaşlarındayken, mutlak bir sayrıyla gün doğdu sanıp kıyıya koştuğunda, yine aynı Zeytin ona seslenerek koyun yakınından büyük bir inci balığı sürüsünün geçmekte olduğunu, denizin üstündeki aydınlığı yakamozlarla oynaşan balık pullarının yarattığını söylemiş, henüz gece yarısı olduğundan, bir uyanan olmadan evine dönmesini salık vermişti dostça. Çünkü, bu ağaç Tarçın’ın en sevdiği ve belki ağaçlar içinde de Tarçın’ı en çok sevendi. Küçük bir kızken ona kendisi kadar küçük insanların hikâyelerini anlatırdı. Bu hikâyeleri çoktan ezberine almasına rağmen, bin kere daha anlattırmıştı Tarçın. Mesela; ötede hayal meyal görünen burundan sonra, uzakta, çok uzakta büyük kayalar vardı. Buna yemin ederdi. O kayaları yüzerek üç gün üç gece geçince de bir ada. İşte Zeytin’in hikâye ettiği küçük boylu, uzun şapkalı insanlar, o adada yaşıyordu.

“Köpekbalıkları var dedikleri yerde mi?” diye sordu Yunus. Şaşırmıştı! “Yok,” diyordu Tarçın, “çok, çok daha uzakta!”

“Oralarda ada falan yok!” dedi Yunus, hikâyeler bir yana, bunu iyi biliyordu. Ufku yokladı gözleriyle; güneş neredeyse batacak. Köyün ışıkları görünmüyor ama, orada bir yerde olduklarını biliyor, Yunus. Kulak veriyor: Aklı bir serinlik salıyor içine, rahatlıyor.

“Hem oralar sınırdan bile ötede…” diyerek burun kıvırıyor.

“Orada bir ada var. Adada küçük, küçücük insanlar… Kayalıkların arasındaki evlerinde yaşıyorlar. Ama bizimkilere benzemiyor evleri. Çünkü çok güzel. Upuzun bahçeleri var, çünkü hepsi aslında aynı bahçenin etrafında yaşıyor! Misminnacık elleri, misminnacık ağızları var ama korkma, gözleri büyüktür. Aslında tıpkı bizim gibiler; ana babaları var, balığa çıkıyorlar, günü geceyi de biliyorlar fakat küçükler, küçücükler. Köylerinde bir de deniz feneri var. Dalgadan kaçan gemileri olduğu gibi, denizkızlarını da çekiyor bu fener. Onların soyu deniz kızlarına uzuyor. Ben çocuğum diye herhalde, Zeytin bana hep onların hikâyelerini anlatıyor. İçlerinden birinin ismi de Aylan.”

“Uydurma olduğu buradan belli!” dedi Yunus, “Hiç öyle isim olur mu?”